Sâd Suresinin Tefsiri
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Dr. Adem Ergül Bey, Sad suresinin tefsirini yapıyor.
Sâd sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in otuz sekizinci sûresidir. Adını ilk kelimesi olan sâd harfinden alır. Hz. Dâvûd’dan bahsettiği için Dâvûd sûresi diye de anılmıştır.
SAD SURESİNİN TEFSİRİ (DİNLE)
Sâd Sûresi 1. Kısım Tefsiri (01-16. Ayetler)
Sâd Sûresi 2. Kısım Tefsiri (17-26. Ayetler)
Sâd Sûresi 3. Kısım Tefsiri (27-40. Ayetler)
Sâd Sûresi 4. Kısım Tefsiri (41-54. Ayetler)
Sâd Sûresi 5. Kısım Tefsiri (55-70. Ayetler)
Sâd Sûresi 6. Kısım Tefsiri (71-88. Ayetler)
SÂD SÛRESİ HAKKINDA
Sād sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 88 âyettir. İsmini 1. âyettekiصٓ (Sād) harfinden alır. Hem Mushaf tertîbine göre hem de iniş sırasına göre 38. sûredir.
SÂD SÛRESİNİN KONUSU
Kur’ân-ı Kerîm’in hak kitap, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de gerçek peygamber olduğu ve bunların getirdiği tâlimatların Allah’ın buyrukları olduğu beyân edilir. Resûlullah (s.a.s.)’e karşı gelen müşrikler uyarılır. Ne yaparsa yapsınlar Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber karşısında mutlaka hezimete uğrayacakları hatırlatılır. Geçmiş kavimlerin durumu kısa bir anlatımla buna misal verilir. Neticede kâfirler mağlup olacak, Müslümanlar ise devlet ve saltanata erişeceklerdir. Bu sebeple Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman kıssalarıyla Peygamberimiz ve Müslümanların, elde edecekleri maddi imkânları İslâm’ın bekâsı yolunda nasıl kullanacakları öğretilir. Hz. Eyyûb kıssasıyla, kulun Rabbine tevekkül edip O’ndan yardım dilerken, işin kendine düşen kısmını aksatmadan yerine getirmesi önerilir. Kıpırdamayacak derecede hasta haliyle: “Ayağını yere vur!” emrine muhatap olması bunu gösterir. Böylece “Gayret kuldan, tevfik Allah’tan” düstûruna işaret edilir. Peygamberlere iman ve itaat edenlerin güzel akıbetlerinden, onlara iman etmeyenlerin de feci sonlarından, sonradan gelenler için birer ibret tablosu arz edilir. İnsanlar, şeytanın düşmanlığına karşı ciddiyetle uyarıldıktan sonra, sûrenin başında olduğu gibi sonunda da Kur’an’ın önemine tekrar yer verilir.
SÂD SÛRESİNİN NUZÜL SEBEBİ
Mushaftaki sıralamada otuz sekizinci, iniş sırasına göre de otuz sekizinci sûredir. Kamer sûresinden sonra, A‘râf sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
SÂD SURESİNİN ANLAMI VE TEFSİRİ
Sãd. Öğüt ve uyarı dolu o şerefli Kur’an’a yemin olsun ki, tek kurtuluş yolu İslâm yoludur!
صٓ (Sād), sûrenin başında bulunan mukattaa harfidir. Mânası belli değildir. İhtimal ki, peşi sıra gelen âyetlerin mâna ve ehemmiyetine dikkat çeker. Ardından Yüce Rabbimiz, beyân edeceği ilâhî ilim ve hikmetlerin azametini tekit için Kur’ân-ı Kerîm’e yemin eder. Bu yeminde Kur’an’ın “zikir sahibi” olma vasfına dikkat çekilir. “Zikir”:
› Şan, şeref,
› Uyarma, hatırlatma ve öğüt,
› Dinî hususlarda ihtiyaç duyulan kanunlar, hükümler,
› Bunların dışında kalan peygamber kıssaları, geçmiş milletlerle alakalı haberler, va‘dler, tehditleri zikretme ve anlatma mânalarına gelir. Bu mânalar dikkate alındığında:
Kur’ân-ı Kerîm’in şanlı şerefli bir kitap olduğu, kendisine inanıp bağlanan Müslümanları da büyük bir izzet ve şerefe eriştireceği, Kur’an sâyesinde Müslümanların ihtişamlı bir devlet ve medeniyete ulaşacağı anlaşılır.
Kur’ân-ı Kerîm, uyarılar, ikazlar ve tâlimatlarla lebâlep doludur. O, insanlığa müstesnâ ulvîlikte bir hayat nizamı getirmekte ve o nizamın her sahasıyla alakalı temel kaideleri, yasa ve kanunları, haram ve helâlleri, doğru ve yanlışın hudutlarını, ahlâk ve âdâb esaslarını ihtivâ etmektedir.
İşte Allah Teâlâ, böyle bir Kur’an’a yemin ederek, Resûlullah (s.a.s.)’in getirdiği mesajın kesinlikle doğru olduğunu haber verir:
Ne var ki, inkâra saplananlar, bu uyarıya kulak verecek yerde büyük bir gurur, kibir içinde ve Peygamber’e sürekli muhâlefet hâlindedirler. Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Azabımız başlarına inince pişmanlık içinde ne çığlıklar, ne feryatlar kopardılar. Oysa artık zaman, kaçış ve kurtuluş zamanı değildi.
Buna göre kâfirlerin dinî gerçekleri inkâr etmeleri bu dinin bir eksikliği olduğundan veya Peygamber (s.a.s.)’in Kur’an’ı beyânındaki yetersizlikten dolayı değildir. Asıl sebep onların içinde bulundukları cahilce gurur, kibir ve inatları; Allah ve Peygamberine olan muhalefet ve düşmanlıklarıdır. Bunun şâhidi Kur’an’ın bizzat kendisidir. Çünkü onu temiz bir kalp ve selim bir akılla okuyan kimse, onda hiçbir çelişkinin olmadığını ve insanı en doğruya davet ettiğini hemen anlayacaktır.
Kur’an’ın “zikir”le olan irtibatında şu ince mânaya dikkat çekilir: Kur’an, hasta gönüllerin tedavisini ihtiva eden bir yasadır. En büyük gönül hastalığı ise, “Allah’ı unuttukları için, Allah da onları unutmuştur” (Tevbe 9/67) ayetinde belirtildiği gibi, “Allah’ı unutmak”tır. Bu unutmayı tedavi eden en tesirli ilaç ise zikirdir. Nitekim bu hakîkat, “Beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/152) ayetinde beyân edilir. Şu da var ki, bir şey zıddı ile tedavi edilir. “İnkâra saplananlar büyük bir gurur, kibir içinde ve Peygamber’e sürekli muhâlefet hâlindedirler” (Sād 38/2) ifadesiyle de Allah, kâfir gönüllerin mizacının, Allah’ı unutmaları sebebiyle yumuşaklık ve selâmetten sertlik ve katılığa; tevazudan tekebbüre; uyuşmadan uyuşmazlığa; vuslattan firkate; sevgiden düşmanlığa; ayetler üzerinde durup düşünmekten onlardan yüz çevirmeğe sapmış olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla bunların Kur’an eczânesinden lâzım gelen ilaçları alarak tedâvi olmalarını istiyor. Aksi takdirde, önceki kavimler nasıl peygamberlerine muhalefet edip helak edildiler; helak edilirken feryad ü figanı bastılarsa da imdatlarına kimse yetişmedi ise, bu kâfirler de Allah Resûlü (s.a.s.)’e muhalefet ve düşmanlıktan vazgeçmedikleri takdirde aynı hüsrana uğrayacaklardır. Kaçış ve kurtuluş fırsatı bulamayacaklardır. Nitekim:
Kendilerine aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da o kâfirler şöyle dediler: “Bu bir sihirbâz, Allah’a iftirâ atan büyük bir yalancı!” “O kadar çok ilâhımızı bir tek ilâh mı yapacakmış? Ne tuhaf şey bu böyle!” İçlerinden önde gelenler derhal harekete geçip: “Ey ahali!” dediler, “Haydi yürüyün, gösteri yapın! İlâhlarınıza bağlılıkta direnin! Sizden istenen de, yapılması gereken de budur!” “Biz, bu tek ilâh iddiasını zamanımızdaki inanç sistemlerinin hiçbirinde duymadık. Bu uydurmadan başka bir şey değil!” “Tuhaf! Aramızda başka kimse bulunamamış da kitap Abdülmuttalib’in yetîmine mi inmiş?” Hayır, hayır! Gerçek şu ki onların senin doğruluğun aleyhinde söyleyecekleri hiçbir şey yok. Fakat onlar benim kitabımdan tam bir şüphe içindeler. Doğrusu onlar henüz azabımı tatmadılar!
Mekkeli müşrikler, kendi aralarından çıkmış, fakir bir ailede yetim olarak büyümüş, dünyevi liderlik ve malvarlığı bakımından kendilerinden çok aşağı seviyedeki birinin kalkıp peygamberlik iddiasında bulunmasını, kendilerine akıl vermesini, yönlendirmesini, yaptıklarına karışıp onları Allah’ın azabıyla uyarmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir şey olamazdı. Olacaksa da bu peygamberlik ve Kur’an, fakir bir yetime değil de, vasıflarını kendilerinin belirlediği birine verilmeliydi. (bk. Zuhruf 43/31) Bu sebeple böyle bir şeyi ihtimal harici tutarak onu müthiş bir muhalefetle karşıladılar. Allah Resûlü (s.a.s.) hakkında ne diyeceklerini bilemediklerinden onu “sihirbâz” ve “yalancı” olmakla itham ettiler.
Efendimiz (s.a.s.)’e “sihirbaz” diyorlardı. Çünkü o, insanlar üzerinde o kadar bir tesir gücüne sahipti k, peşinden gidenler, ne kadar zarar görürlerse görsünler, yine de ondan kopmuyorlardı. Baba oğlunu, oğlu babasını sırf onun yüzünden terk ediyordu. Kadın kocasından, kocası karısından yine onun yüzünden ayrılıyordu. Hatta kendi öz vatanlarını bile terk etmeyi göze alabiliyorlardı. İşleri ve ticaretleri zarara uğrasa da, uğramasa da, akrabalarıyla bir ilgileri kalsa da kalmasa da, her türlü işkence de dâhil hiçbir şey onları, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendilerine öğrettiği düşüncelerden vazgeçirmeye yetmiyordu. Ona “yalancı” diyorlardı. Çünkü onun getirdiği sözleri, herkesi bağlayıcı olması bakımından Allah’a nispet etmesini doğru bulmuyor; bunu sırf insanları kendisine bağlamak için başvurduğu bir plan olarak değerlendiriyorlardı.
Hele hele onun, toplumsal düzenlerinin, siyasi ve iktisadi çıkarlarının temelini oluşturan “putlara” cephe almasını, hepsini lağvedip bir Allah’a ibâdeti emretmesini çok tuhaf karşılıyorlardı. Çünkü putların ve putperestliğin lağvı demek, zanlarına göre tüm geçim kaynaklarının kuruması, aç ve perişan kalmaları demekti. Bu sebeple önde gelenler halkı da kışkırtarak, protesto gösterileri yaparak putperestliğin devamı için büyük bir gayrete soyunmuşlardı. Yapılacak en önemli işin bu olduğunu söylüyorlardı. Hem ne yahudi ve hıristiyanlardan, ne mecusilerden, ne de Arap yarımadasında bulunan diğer insanlardan “Allah’ın tek ilâh olduğu” hususunda bir şey duymadıklarını, hepsinin Allah’ın dışında yalvardıkları putları olduğunu, dolayısıyla bu “tevhid” denen şeyin Muhammed (s.a.s.)’in uydurup ortaya koyduğu bir safsatadan öteye geçemeyeceğini iddia ediyorlardı. Vahyin de ine ine Muhammed (s.a.s.) gibi birisine inmesi ise onları iyice çileden çıkarıyordu. Böylece vahiyle, Kur’an’la ve Peygamber’le ilgili ciddi bir şüphenin içinde bulundukları her hallerinden belli oluyordu. Bunun da sebebi, henüz inkârları sebebiyle Allah’ın azabını tatmamış olmalarıydı. İlâhî azap kamçısı tepelerine indiğinde, bu şüphe ve inkârdan gönüllerinde hiçbir iz kalmayacaktır.
Sûrenin bu ilk sekiz âyetinin iniş sebebi olarak şu hâdise zikredilir:
Ebu Talib hastalandığı zaman Kureyş’ten bir heyet geldi. İçlerinde Ebu Cehil de vardı. Yanına girdiler. “Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımızı kötülüyor, şöyle yapıyor, şöyle şöyle diyor. Ona haber göndersen de bundan vazgeçse” dediler. Haber gönderdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) geldi, odaya girdi. Ebu Talib’in yanında bir kişilik yer vardı, oraya oturmasın diye Ebu Cehil sıçradı, oraya oturdu. Resûlullah, amcasının yakınında oturacak yer bulamayınca kapının yanında oturdu. Ebu Talib: “Ey kardeşimin oğlu! Kavmin yine senden şikâyet ediyorlar, ilâhlarını kötülüyorsun, şöyle şöyle diyorsun, iddiasında bulunuyorlar” dedi. Onlar da birçok şeyler söylediler. Resûlullah (s.a.s.) söz aldı:
“- Ey amca! Ben onlardan bir söz istiyorum. Öyle bir söz ki o sayede Araplar onlara boyun eğecek, Acemler de onlara cizye verecek” dedi. Bunun üzerine sevindiler, “Babanın aşkına ondan fazlasını da veririz, nedir o kelime?” dediler. “Bir tek kelime” dedi. “Ne o?” dediler. Efendimiz (s.a.s.) “Lâ ilâhe illallah” der demez telaşla kalktılar ve elbiselerini çırparak âyetlerde belirtildiği şekilde şaşkınlıklarını ifade ettiler. (Tirmizî, Tefsir 38/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 227, 362)
Küfür ve şirkin derin bataklıklarında ruh dünyaları iyice kararmış o kâfirlerin, kafa ve kalplerini sarsarak düşünmelerini sağlamak için sor onlara:
Yoksa karşı konulamaz kudreti sahibi ve bütün nimetlerin bağışlayıcısı olan Rabbinin rahmet hazineleri onların mı yanında? Veya göklerin, yerin ve bunlar arasındaki her şeyin mutlak mülkiyet ve hâkimiyeti onlara mı ait? Öyleyse sebep ve vasıtalarına sarılıp göklere yükselsinler de kâinatı oradan idâre etsinler, vahyi de istediklerine indirsinler! Aslında onlar, peygambere karşı gelen çeşitli topluluklardan oluşmuş, şuracıkta bozguna uğratılacak bölük-pörçük döküntü bir gürûhtur.
Cenâb-ı Hak, yanlış inançlarından caydırmak üzere müşrikleri köşeye sıkıştıran sualler yöneltiyor:
✺ Bütün rahmet hazineleri mutlak güç ve kudret sahibi olan, yapmak istediği bir işe kimse engel olamayan, istediğine istediği şeyi özgürce veren Allah’ın katındadır. O bu rahmetinden dilediği kuluna peygamberlik lütfeder. Yoksa bu rahmet hazinelerinin sahibi -hâşâ- Allah değil de o müşrikler mi ki, kimin peygamber olup olmayacağına kendileri karar vermek istiyorlar? Allah’ın gönderdiği peygamberi beğenmiyorlar?
✺ Yahut göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan tüm varlıkların mülkü, hâkimiyeti, tasarruf ve idaresi -hâşâ- Allah’a değil de bunlara mı ait? Öyle bir şey yok. Şâyet öyle bir durum varsa, hodri meydan, bulabildikleri tüm çârelere başvursunlar, her türlü vasıtayı kullansınlar, kâinatın idâresini ele geçirmek için çabalasınlar. Başarabilirlerse hem o muazzam mülkü diledikleri gibi idare etsinler, hem de dilediklerini peygamber göndersinler!
Fakat ne çare ki, bunların böyle şeyleri yapabilme güç ve kudretleri olmadığı gibi, bu müşrikler birkaç döküntü bölükten oluşmuş derme çatma bir ordudan başka bir şey değildirler. Yakında hezimete uğrayıp hakkın karşısında mağlup olacaklardır. Bu âyetlerde yıllar sonra vuku bulacak mühim hâdiselere işaret edilmektedir. Bedir savaşında yetmiş kadar liderleri öldürülen müşrik ordusu hezimete uğradı. Hendek savaşında çeşitli kabilelerden oluşan müşrik ordusu, Allah’ın gönderdiği görünmez güçlerle, soğuk ve fırtına ile bozulup geri döndü. Âyetاَلْاَحْزَابُ (ahzâb) kelimesiyle âdetâ müşriklerin Hendek’teki bozguna uğramalarına işaret eder gibidir. Mekke’nin fethi sırasında müşrik ordularının hezimete uğramaları da yine bu gaybî haberler cümlesindendir.
Verilen bu gaybî haberlerin gerçekleşeceğinin işaretleri şöyle verilmektedir:
Onlardan önce de Nûh kavmi, Âd ve güçlü saltanat sahibi Firavun da peygamberlerini yalanlamıştı. Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı da. İşte onlar, peygamberlerine karşı güç birliği yapmış topluluklardı. Hepsi de peygamberleri kesinlikle yalanladı ve bu yüzden hak ettikleri şiddetli cezam, başlarına patlayıverdi. Şunlar da şimdi, gelip çattığında bir an bile ertelenmesi mümkün olmayan korkunç bir çığlıktan başka ne bekliyorlar! Bir de alaylı alaylı: “Rabbimiz! Hesap günü gelmeden önce bize azaptan düşen payımızı hemen veriver!” diyorlar.
Burada isimleri sayılan geçmiş kavimlerin, peygamberlerini yalanlama sebebiyle helak edilmeleri, müşriklerin de Resûlullah (s.a.s.)’e muhalefet ve düşmanlık etmelerinin neticesinin helak olacağının bir delilidir. Dolayısıyla bu âyetler, bir taraftan müşrikleri ikaz ederken, bir taraftan da Mekke döneminin o zor zamanlarında peygamberimiz (s.a.s.) ve mü’minleri teselli etmektedir. Bunları helak etmek Allah’a güç değil, gayet kolaydır. Bunların helaki de döndürülmesi ve engellenmesi mümkün olmayan korkunç bir çığlığa, patlamaya bakmaktadır.
Firavun için kullanılan ذُو الْاَوْتَادِ (zü’l-evtâd) kelimesi zengin bir mâna ihtiva eder. “Evtâd”, “kazıklar” mânasına gelip, Firavun insanların ellerini ve ayaklarını kazıklarla tahtalara çiviletip işkence ettirdiği için ona bu lakap verilmiştir. Bu kelimenin “saray ve saltanat sahibi, yüksek binalar yani pramitler sahibi, ordular sahibi” gibi mânaları da vardır. Bu mânalar da Firavun için doğrudur. Böyle yüksek binaları, orduları, saray ve saltanatına rağmen Allah Teâlâ Firavun’u da helak etmiştir. O halde Mekke müşrikleri de kim oluyor? Buna rağmen onlar küstahça, üstelik alay ederek “Rabbimiz! Hesap günü gelmeden önce bize azaptan düşen payımızı hemen veriver!” (Sād 38/16) diyebiliyorlar. (bk. Enfâl 8/32; Ra‘d 13/6; Ankebût 29/53-54)
İslâm düşmanlarının her türlü muhalefet, küstahlık ve saldırılarına rağmen, doğru yol rehberimiz olan Kur’an’ın gösterdiği istikâmette yürümemiz hatırlatılarak buyruluyor ki:
Rasûlüm! Onlar ne derse desinler sen sabret ve güçlü kuvvetli kulumuz Dâvûd’u hatırla. O, tam bir teslimiyet ve samimiyetle sürekli Allah’a yönelen bir kimseydi.
Hz. Dâvûd’un ذَا الْاَيْدِ (ze’l-eyd) sıfatı, ona ihsan edilen ve hem maddî hem manevî sahada güç ve saltanatının büyüklüğüne işaret eden bedenî kuvvet, askerî ve siyasî kuvvet, ahlâkî kuvvet ve ibâdet kuvvetini haber verir. O, böyle bir güce sahip olmakla birlikte, bunları kendisine ikram edenin Allah Teâlâ olduğunu bildiği için hep O’na yönelir, O’na sığınır, O’na yalvarır ve O’ndan yardım isterdi. Bu sebeple Hz. Dâvûd misal gösterilerek, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e onu hatırlayıp teselli bulması ve müşriklerin ezâlarına katlanması istenir.
Hz. Dâvûd’la ilgili açıklama şöyle devam ediyor:
Biz, dağları onun emrine verdik de, akşam sabah onunla birlikte Allah’ın sınırsız kudret ve yüceliğini tesbih ederlerdi. Etrafında toplanan kuşları da. Hepsi birden tesbih, duâ ve yakarışlarla Allah’a yönelir, O’nun iradesine boyun eğerlerdi.
Dâvûd (a.s.)’ın bir diğer fazileti, dağların ve kuşların emrine verilmiş olması ve bu varlıkların sabah akşam onunla beraber Allah’ı zikir ve tesbih etmeleridir. Pek çok âyet-i kerîmede göklerin, yerin, bunlar arasında bulunan bütün mahlukâtın, dağların, ağaçların, kuşların Allah’ı kesintisiz tesbih ettikleri ve O’na secde ettikleri haber verilir. Fakat biz insanlarda onların tesbihini anlama kudreti bulunmamaktadır. (bk. İsrâ 17/44; Hac 22/18) Demek ki Dâvûd (a.s.)’a bu hususta farklı bir meziyet ve idrak kabiliyeti verilmiş; dağlara ve kuşlara da onunla beraber sabah akşam tesbih etmeleri için daha hususi bir tâlimat verilmiş ve coşkun bir şekilde hep birlikte Cenâb-ı Hakk’ı zikretmişlerdir. Buradaki اَلْعَشِيُّ (aşiyy) ve اَلْاِشْرَاقُ (işrâk) kelimelerinden, Hz. Dâvûd’un güneşin battığı ve doğduğu vakitlerde ibâdet ettiği anlaşılır.
Gelen âyet-i kerîmede Dâvûd (a.s.)’ın üç önemli vasfı dile getirilir:
Biz onun hâkimiyetini güçlendirdik; kendisine hikmet, nübüvvet, adâletle hükmetme ve yerli yerince söz söyleme kâbiliyeti verdik.
Bu vasıflar:
“Teşdîd-i mülk”: اَلشَّدُّ (şedd), tutmak, elin tuttuğunu sağlam bir şekilde tutması mânasına gelir. Bu, menfaat veya zarar kasdı ile olabilir. Burada menfaat için kullanılmıştır. Teşdîd-i mülk ise saltanat ve hükümdarlığın kuvvetlendirilmesi, güçlü kılınması demektir. Hz. Dâvûd’un hükümranlığı sağlam ve güçlüydü. Allah Teâlâ zararlı şeylerden ve düşmanların kendine galebesinden onu korumuştu. O, hikmet ve sağduyu ile hükümranlığını devam ettirmiştir. Rivayete göre o, kırk yıl hükümdar olmuştur. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 229)
“Hikmet”, eşyanın hakikatini tanımak ve işleri gereği üzere yapmak demektir. Hz. Dâvûd’a hikmet, peygamberlik, ilim ve amelde sağlamlık verilmiştir. Bir mânaya göre ona Zebur ve şeriat ilmi lutfedilmiştir.
“Fasl-ı hitâb”, söz kesimi, hakkı bâtıldan ayırarak tartışmayı ayırt edip kesme kabiliyeti, kesip atan ayırt edici söz, dinleyeni ilave bir açıklamaya muhtaç etmeyecek açık ve beliğ söz mânalarına gelir. Konuşurken iki kıssa veya iki mevzu arasını ayıran söze de fasl-ı hitab denilir. Kelimede, hâdiseyi tam olarak anlamak ve verdiği hükümde isâbet etmek; söz ve hükümde gerçekçi ve iş bitirici olmak anlamları da vardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII, 165)
Bu özelliklerin hepsi Dâvûd (a.s.)’a verilmişti. Hz. Dâvûd çok fasih ve beliğ konuşurdu. O konuştuğunda karşısındaki kimseler, ne demek istediğini açıkça anlarlardı. Hüküm verdiğinde de, açıkça hüküm verirdi. Verdiği hükümde tereddütsüz ve kararlı davranırdı. Bu özellik hikmet ve kuvvet ile bütünleştiğinde insanlık dünyasında yargı ve iktidardaki olgunluğun zirvesini oluşturur. Hem ilim, hem de konuşma bakımından faziletli olmak, ancak böyle birine nasip olabilir. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, V, 61)
Şimdi, Hz. Dâvûd’a bahşedilen tüm bu özellikleri uygulamalı olarak gösteren çok güzel bir misal geliyor:
Rasûlüm! Sana o dâvacıların haberi ulaştı mı? Hani onlar duvardan tırmanarak Dâvûd’un husûsî makam odasına dalıvermişlerdi. Yanına izinsiz girdikleri için, Dâvûd onlardan korktu. “Korkma!” dediler, “biz biri diğerine haksızlık yaptığını iddia eden iki dâvalıyız. Aramızda adâletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize doğru yolu göster.” İçlerinden biri meseleyi arzetti: “Şu adam benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu, benim ise sadece bir koyunum var. Böyleyken “Onu da bana ver” dedi ve tartışmada baskın çıktı.” Dâvûd dedi ki: “Bu adam, senin tek koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık yapmıştır. Doğrusu aralarında ticârî ortaklık bulunanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ; ama onlar da ne kadar azdır.” Dâvûd, kendisini imtihan ettiğimizi anladı ve derhal Rabbinden bağışlanma diledi, eğilerek secdeye kapandı ve bütün içtenliğiyle Allah’a yöneldi. Biz de onu bağışladık. Onun yanımızda bir yakınlığı, değeri ve güzel bir geleceği vardır. Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. Öyleyse sen de insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Nefsinin arzu ve tamayüllerine uyma ki, bunlar seni Allah’ın yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlara gelince, hesap gününü unutmaları sebebiyle, onlara pek şiddetli bir azap vardır.
Peygamberler de neticede birer insan olmaları hasebiyle zaman zaman zelle dediğimiz küçük hatalar işlemişler, bu vesileyle Cenâb-ı Hak onları imtihanlara tabi tutmuş, onlar da büyük bir kalp kırıklığı içinde Allah’a yalvarmışlar, tarifsiz bir pişmanlık hissiyâtı içinde hatalarının bağışlanmasını istemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaları anlatılan pek çok peygamberde, hatta bizzat Seyyidü’l-Mürselîn (s.a.s.)’de bunu müşâhede etmemiz mümkündür. İşte Dâvûd (a.s.) da bazı imtihanlara mâruz kalmış, netîcede kendisine beşerî zaafları ve muhtemel hatâları bildirilmiştir. O da hemen tevbeye yönelmiş ve böylece Cenâb-ı Hak, O’nu bağışlayarak, ebediyete uzanan yoldaki tehlikeleri O’na öğretmiştir.
Bu âyetlerde anlatılan olaya ve Hz. Dâvûd’un mes’eleye yaklaşım tarzına baktığımız zaman, akabinde Dâvûd (a.s.)’ın istiğfar etmesini gerektirecek şu husus dikkatimizi çeker:
Hz. Dâvûd, hüküm vermede aceleci davranmış ve karşı tarafı hiç dinlemeden kararını vermişti. Halbuki meselenin bütün vechesi veya bir kısmı, karşı taraf dinlenildiği takdirde değişebilir; haklı zannedilen haksız, haksız görülen de haklı çıkabilirdi. Bunun için Dâvûd (a.s.), dâvâcıların ayrılmasının hemen ardından hatâ yaptığını anladı ve bunun ilâhî bir imtihan olduğunu fark ederek derhal secdeye kapandı; tevbe ve istiğfarda bulundu. Allah Teâlâ da kendisini affetti. Bu gibi durumlar, peygamberlere bile Allah Teâlâ karşısındaki acziyetlerini idrâk ettirmek ve onlara tâbî olanların tâkip edeceği usûl ve hikmetlerin teşekkülünü sağlamak hikmetine binâen vuku bulan hâdiselerdir. Bu durum, onların peygamberliğine ve ismet sıfatlarına aslâ halel getirmez. Aslında, dikkatli bir nazarla baktığımızda, peygamberlerin yaptıkları hatâ şeklinde görünen hâdiselerin, bizler de aynı hatâya düştüğümüzde nasıl hareket etmemiz gerektiğini göstermek için vuku bulduğunu anlayabiliriz.
Gelen dâvacıların imtihan maksadıyla ve insan sûretinde gelen iki melek olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bunlar izinsiz ve normal olmayan yollarla içeri giriyorlar, hem Hz. Dâvûd’a hüküm soruyorlar, hem de onu “Doğruluktan sapma!” diyerek uyarıyorlar. Bu uyarı, muhâkemeden asıl beklenenin tarafsızlık olduğuna ve bu keyfiyeti kaybettiğinde yargının da mânasını yitirmiş olacağına dikkat çekmektedir. Gelenler melek oldukları için söz konusu ikaz, aynı zamanda bir terbiye maksadı taşımaktadır. “Bize de doğru yolu göster” ifadesi ise mahkeme sırasında hâkimin tarafları, ifadelerinde dürüst davranmaları, bile bile haksız iddialar ileri sürmekten, gerçeği saklamaktan kaçınmaları yönünde uyarılar yapmasının uygun olacağına işaret eder. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’in, geçmişteki bir hâdiseyi naklederken kendi muhataplarını terbiyeyi hedefleyen noktaları öne çıkarmaya hususi bir itinâ gösterdiği dikkat çekmektedir. Dikkat çekilen bu noktaları hülâsa etmek istersek:
› Yapılacak işlerimizde ve verilecek hükümlerimizde adâletten ayrılmamak,
› Yanlışlarımızın ve hatalarımızın farkında olmak,
› Farkında olduğumuz hataları hemen düzeltip Allah’a yönelmek, O’nun huzurunda ibâdet etmek, engin mağfiretine sığınmak, böylece ruhumuzu kötülüklerden temizlemek.
Böyle yaptığımız takdirde, Allah katında değerimiz yükseleceği gibi düşmanlarımıza karşı güçlü olmak ve nihâyet başarıya ulaşmak mukadder olacaktır.
Evet, insan hayatını düzenlerken ve insanlar arasındaki meseleleri karara bağlarken ilâhî buyruklara harfiyen uyup hak, hukuk ve adâletten ayrılmamak gerekir. Çünkü:
Biz göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri boşuna, gâyesiz ve insanlar Allah’ın emrini bırakıp kendi arzularına göre davranabilsinler diye yaratmadık. Böyle bir düşünce, sadece inkârcıların zannından ibarettir. Girecekleri cehennem ateşinden dolayı vay hâline o kâfirlerin! Yoksa biz iman edip sâlih ameller işleyenlere, yeryüzünde bozgunculuk yapanlarla aynı muâmeleyi mi yapacağız? Yahut kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanları, günah işleyip yoldan çıkanlarla bir mi tutacağız?
Göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan varlıkların esas yaratılış maksadı, dünyada insanları imtihana tabi tutmak, âhirette de iyilere mükâfatlarını, kötülere de cezalarını vermektir. Yani asıl maksat geçici dünya hayatı değil, âhirettir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Biz göğü, yeri ve aralarında bulunan şeyleri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, bunların hiçbirini yaratmadan, onu kendi katımızda edinirdik. Fakat biz böyle bir şey yapmayız.” (Enbiyâ 21/16-17)
“…Allah, mahlukatı önce yoktan yaratır; sonra da iman dip sâlih ameller işleyenleri âdil bir şekilde mükâfatlandırmak için ölümlerinin ardından tekrar hayata döndürür. Kâfirlere gelince, süreki küfür içinde bulunduklarından dolayı onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.” (Yûnus 10/4)
Netice kesinlikle böyle olacağı için, elbette ki iman edip sâlih ameller işleyenlerle bozgunculuk yapanlara; Allah’tan korkup günahlardan sakınanlarla hiçbir sınır tanımayıp günahlara dalanlara aynı muamele yapılmayacaktır. Âhirette mutlaka ilâhî adâlet tecelli edecek, zerre kadar zulüm yapılmaksızın herkese hak ettiği ne ise o verilecektir.
İşte Kur’an, âhiret âlemini ve orada iyilerle kötülerin durumunu açıkça haber veren bir rehberdir; ebedî yol haritasıdır:
Bu Kur’an feyiz ve bereket yüklü öyle şerefli bir kitaptır ki, onu sana, insanlar âyetleri üzerinde derin ve etraflıca düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ondan gereken ders ve öğüdü alsınlar diye indiriyoruz.
Kur’an, Peygamberimiz (s.a.s.)’e indirilmiş şanı yüce, feyzi ve bereketi bol bir kitaptır. Ancak onun şeref, feyiz ve bereketinden istifade edebilmek için iki şartı yerine getirmek gerekir:
› İmanla birlikte onun âyetleri üzerinde “tedebbür” etmek,
› Yine onun âyetlerini “tezekkür” etmek.
Tedebbür; sahibini, istenilen mânaları anlayıp kavramaya ulaştıran düşünce, tefekkür ve teemmül mânasına gelir. Böyle bir tefekkür ancak, lafızları az, fakat bu lafızlara yerleştirilen mânalar oldukça çok olan sözleri anlamada söz konusudur. Bu şekildeki sözler üzerinde düşünceyi yoğunlaştırdıkça hiç de basit olmayan daha değişik ve orijinal mânalar ortaya çıkar. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 252)
Kur’ân âyetleri üzerinde tedebbür ve tefekkürün emredilmiş olması, onun mânalarını bilmenin vâcip olduğuna delalet eder. Çünkü Kur’an’dan ancak bu yolla istifade edebilmek mümkün olacaktır. Ayrıca bu, Kur’ân’ı tertil ile okumanın acelece okumaktan daha faziletli olduğunu gösterir. Zira süratli okurken ayetlerin mânalarını doğru dürüst düşünebilmek oldukça zordur.
Tezekkür ise zihnin bilinen bir şeyi hatıra getirmesi mânasını taşır. İşte Kur’ân insanlara, güçleri nispetinde mânalarını düşünmeleri ve gizliliklerini keşfetmeleri için indirilmiştir. Onun âyetleri okunup hatırlandıkça, nasihatlerinden öğüt almak, ikazlarını dikkate alarak gafleti dağıtmak ve mânevî bir uyanıklığa erişmek mümkün olabilecektir. Zira tezekkür ile kalp üzerindeki perdeler kalkacak, ruhlar âlemine varılacak, böylece ruh, cisimler âleminde bulamadığı ezelî tevhid ve mârifet sırlarını bulup ona kavuşmuş olacaktır. Tedebbür tezekküre götürür. Diğer bir ifadeyle tezekkür, tedebbürün neticelerinden biridir. Nitekim Hasan Basrî (k.s.)’un tefekkürle ilgili şu izahı pek güzeldir:
“Tefekküre dalmak, nefsi hesaba çekmek insanı iyiliğe çağırır, hayırlı iş yapmaya götürür. Yine tefekkür, nefsi hesaba çekmek insanı şer işe girmekten yana pişman ettirir; kötülüğü bıraktırır. Tefekkür, nefsi hesaba çekmek ne kadar çok olursa olsun, onun için «Bu kadarı yeter!» denmez, ona doyulmaz; azından da geçilmez, önemsiz görülmez.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 316)
Ancak Kur’ân her ne kadar bütün insanların tedebbür ve tezekkürüne sunulmuş ise de, ona bu açıdan yaklaşıp ondan istifade edecekler sadece akıl sahipleri olacaktır. Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm’i okumaktan maksat, onun ayetleri üzerinde tedebbür, tefekkür ve tezekkür etmek; verdiği öğütleri anlamak, kabullenmek ve tatbik etmeye gayret göstermektir.
Şimdi yine Allah’ın buyruklarını anlayıp tatbik ederek dâima O’na yönelen güzel bir kul olmanın muşahhas örneklerinden biri sunulmak üzere buyruluyor ki:
Biz, Dâvûd’a Süleyman’ı lutfettik. O ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle sürekli Allah’a yönelir dururdu. Bir ikindi vakti ona, tek ayağını tırnağı üzere kaldırıp diğer üç ayağı üzerinde duran ve süratli koşan safkan atlar arz edilmişti. Süleyman: “Benim bu atlara ve güzel şeylere olan sevgim, ancak bana Rabbimi hatırlattıkları ve O’nun adını yaymaya hizmet ettikleri içindir” dedi. Ve atlar koşup, tozdan perdelerin arkasında görünmez oluncaya kadar onları hayranlıkla seyretti. Ardından, “Onları bana geri getirin” diye emretti. Atlar gelince, onların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Hz. Süleyman, kendisine hem dünya hem âhiret, hem madde hem de mâna sultanlığı verilmiş bir peygamberdi. Savaşlarda ve başka hizmetlerde kulanılmak üzere at besletir; idman yaptırılması için onların koşturulmasını emrederdi. Bazan kendisi de buna nezaret ederdi. Bir seferinde yine bir ikindi vakti onların bakım ve idmanlarına nezaret etmiş ve “Ben bunları nefsim için değil, Allah’ı zikretme, O’nun zikredilmesini sağlama ve dinini güçlendirme bakımından seviyorum” demişti. Atlara sevgisi ve onlarla meşguliyeti, namazını veya virdini aksatmasına sebep olmamıştı. Nihâyet o atlar, koşup toz perdelerinin arkasına gizlendiler. Veya güneş battı, görünmez oldular. Yahut ahırlara çekildiler. Süleyman (a.s.), atların getirilmesini emretti ve onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı. Okşadı, tımarlarına îtinâ gösterdi.
Âyet-i kerîme, atların duruştaki ve gidişteki güzellikleriyle ilâhî bir kudret tecellîsini sergilediklerine ve insana doyumsuz bir haz verdiklerine işaret eder. Yine atlar târih boyunca cengâverlerin kahramanlık, zafer ve fetih müjdecisi olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de Allah yolunda koştukça koşan, tırnaklarından kıvılcımlar saçan, sabahleyin düşman saflarına dalan atlara yemin etmesi, onların kıymetini haber veren en ulvî beyânlardır. (bk. Âdiyât 100/1-3)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kıyâmet gününe kadar atların alınlarına hayır, yâni ecir ve ganimet düğümlenmiştir.” (Buhârî, Cihâd 43; Müslim, İmâre 96-99)
“Kim Allah’a gerçekten inanarak ve va’dine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihâd etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır.” (Buhârî, Cihâd 45; Nesâî, Hayl 11)
Süleymân (a.s.), her ne kadar atları ve diğer dünya malını Allah’ı zikir ve O’nun dinini yüceltmek için sevdiğini söylese de, bir peygamber olarak dünyayı sevdiğini dile getirmesi Allah muhabbeti karşısında bir zelle hususiyeti taşımış olmalıdır ki, Cenâb-ı Hak onu canıyla ve malıyla imtihana tâbi tuttu. Bir anda bütün kudretini ve malını elinden aldı; hiçbir şeyi kalmadı:
Biz Süleyman’ı da imtihan ettik ve onu tahtı üzerinde âdeta ruhsuz bir ceset hâlinde bıraktık. Sonra o bize yöneldi. Şöyle yalvardı: “Rabbim beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat ihsân eyle! Şüphesiz bütün nimetleri bağışlayan, lutufları bol olan yalnız sensin!”
Hz. Süleyman’ın tâbi tutulduğu imtihanla alakalı şu bilgiler nakledilir:
› Süleymân (a.s.), Mescid-i Aksâ’yı yaptırdığı sırada, getirdiği sanatkârlar içinde sanatların hîlelerini bilen birtakım şeytanların kurdukları bir ihtilâl yüzünden bir süre nüfûzunu kaybetmiş, yahut tahtından ayrı kalmış; böylece tahtında, ya kendisi kuvvetsiz bir ceset hâlinde hükümsüz kalmış, yahut tahtı da işgâl edilip yerine kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu.
› Süleymân (a.s.), hanımlarının her birinden oğlan çocuğu olmasını ve bunların da Allah yolunda kâfirler ile cihâd etmelerini istemişti. Fakat “inşallah” diyerek Allah’ın ismini anmayı unuttu. Bunun üzerine ancak bir hanımından sakat bir oğlu dünyaya geldi. (Buhârî; Enbiyâ 40; Müslim, Eymân 23)
› Hz. Süleymân, şiddetli bir hastalıkla imtihân edildi. Tahtının üstünde cansız bir ceset gibi kaldı.
Sonra Allah’ın lutfuyla kendisine tekrar eski hâli bahşedildi. Rabbine yöneldi, O’ndan bağışlanma diledi. Kendisinden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık istedi. Yalnız onun bu talebi, başkalarına karşı övünmek için değil; zamanındaki din düşmanı zâlim pâdişahları zelîl etmek içindi. Yine onun bu talebinin, öldükten sonra insanların “Dünya mülkünün vefâsı olsaydı, Süleymân’a olurdu!” demesi, böylece kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti kalmaması içindi. Çünkü asıl maksat dünya mülkü eğil, âhiret sermayesidir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kim âhiret kazancını isterse onun kazancını artırırız. Kim de âhireti bırakıp sadece dünya kazancını isterse ona da ondan bir parça veririz; fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.” (Şûrâ 42/20)
Süleyman (a.s.), dünya mülk ve saltanatını da âhiret sermayesi yapma niyetiyle hareket ettiği için ilâhî lütfa nail oldu:
Bunun üzerine biz de rüzgârı onun hizmetine verdik. Rüzgâr onun emriyle istediği yere tatlı tatlı eserdi. Binalar kuran, dalgıçlık yapan şeytanları da emrine boyun eğdirdik. Ayrıca demir zincirlerle birbirlerine bağlanmış daha nice yaratıkları da… Şöyle buyurduk: “Bu nimetler, sana bizim armağanımızdır. İstersen sen de bundan başkalarına verebilirsin, istersen elinde tutarsın; her iki durumda da sana hesap sorulmayacak!” Doğrusu, onun yanımızda bir yakınlığı, değeri ve güzel bir geleceği vardır.
Allah Teâlâ, Süleymân (a.s.)’ın duasını kabul etti. Mülk ve saltanatını geri verdi. Rüzgârı emrine boyun eğdirdi. O’nun emriyle, istediği yere tatlı tatlı akıp giderdi. Güçlü kuvvetli şeytanları emrine âmâde kıldı. Onlardan bir kısmı büyük binâlar, mâbedler, saraylar, havuz gibi çanaklar, inşâ ediyorlardı. (bk. Sebe’ 34/13) Bir kısmı da dalgıçlık yapıp denizlerden inci, mercan ve daha başka mücevherler ve nimetler çıkarıp getiriyorlardı.
Âyet-i kerîmedeki; “demir zincirlerle birbirlerine bağlanmış başka nice yaratıklar” (Sād 38/38) ifadesine iki farklı mâna verilir:
› Bunlar Süleymân (a.s.)’ın elinde bulunan köle ve esirlerdir. Hz. Süleymân, köle ve esirleri iş yapmaları ve kaçmamaları için bağlatmıştır.
› Bazı cinler, Hz. Süleymân’ın emrine karşı gelmişlerdi. Bu yüzden çalışmaları ve cezalandırılmaları için zincire vurulmuşlardı. Çoğunluk bu görüşü kabul eder.
Hz. Süleymân’a böyle bir kudret ve ihtişam veren Allah Teâlâ, O’na geniş bir tasarruf salâhiyeti de vermişti. İhsan ettiği bu nimetleri istediği gibi kullanmasına; dilediğine vermesine, dilediğini engellemesine müsaade etmişti. Ne yaparsa yapsın hesap sorulmayacaktı.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için üzerime atıldı. Allah bana imkân verdi de onu kıskıvrak yakaladım. Hattâ sabah olunca hepiniz göresiniz diye onu mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu ettim. Ancak, kardeşim Süleymân’ın şu sözünü hatırladım: «Rabbim beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat ihsan eyle!» (Sād 38/35) Allah da ifriti hor ve hakîr olarak geri çevirdi.” (Buhârî, Salât 75; Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39/541)
Hz. Süleymân, kendisine lütfedilen bu kadar büyük bir zenginlik ve saltanata rağmen, dâimâ huşû, tevâzû ve vecd içinde bir kulluk hayâtı yaşayıp kalbini dünyadan müstağnî kılmayı bilmiştir. Nitekim O’nun bu faziletini beyân için:
“Süleymân (a.s.) kendisine bahşedilen mülke rağmen Allah’a duyduğu huşû sebebiyle, ölünceye kadar başını semâya kaldırmamıştır” buyrulur. (İbn Ebî Şeybe, Mûsânnef, VIII, 118)
Bunun gibi, tam bir teslimiyet ve samimiyet içerisinde Allah’a yönelip dünya hayatının tabiatından kaynaklanan hastalık, ölüm, kıtlık, sel, yangın gibi belâlara sabretmenin canlı bir misâlini vermek üzere buyruluyor ki:
Rasûlüm! Kulumuz Eyyûb’u da hatırla. Hani o Rabbine: “Şeytan bana hastalığım sebebiyle yorgunluk, bitkinlik ve acı vermektedir” diye serzenişte bulundu. Ona: “Ayağını yere vur. İşte sana yıkanacağın, içip şifa bulacağın serin bir su!” dedik. Katımızdan bir rahmet ve selim akıl sahipleri için bir öğüt olmak üzere biz ona ailesini ve bir o kadarını daha bağışladık.
Ağır bir hastalığa yakalanan Eyyûb (a.s.), uzun bir zaman sabretti; âfiyet ve şifa için ellerini açıp Rabbine yalvarmaktan bile hayâ etti. Neticede şeytan ona içten ve dıştan iyice Musallat olup sıkıntı vermeye başladı. Şeytan bir taraftan kendine, “Sen peygamber olsan böyle bir musibete maruz kalır mıydın?” diye sıkıştırırken, bir taraftan da hanımına ve etrafındaki insanlara, aynı minval üzere vesveseler vermekteydi. Neticede Hz. Eyyûb, Rabbinden âfiyet diledi. Cenâb-ı Hak ona hemen şifa vermedi. Yerden kıpırdayamayacak kadar ağır hasta idi. Belki ancak ayağını kıpırdatabilecek kadar bir gücü vardı. İşte Allah Teâlâ, Eyyûb’den şifa bulması istikametinde kul olarak kendine düşen vazifeyi yerine getirmesini, tüm gücünü kullanarak ayağını yere vurmasını emretti.
Âyet-i kerîmede “Ayağını yere vur!” (Sād 38/42) diye emredilerek, mûcizede bile kulun gayret, emek ve teşebbüsünün bulunmasının taleb edilmesi dikkat çekicidir. Demek ki kulun, sebeplere sarılmakta kusur etmemesi, oturup Sadece dua ile yetinmemesi gerekir. Ayrıca duanın îcâb ve şartlarını da yerine getirmek lâzımdır. Bu emir, Meryem kıssasındaki “Haydi, şu hurma ağacını da kendine doğru silkele…” (Meryem 19/25) emrine benzer. Ayrıca: “Güzel sözler Allah’a yükselir. Fakat bunları O’na yükseltecek olan da sâlih amellerdir” (Fâtır 35/10) ilâhî düstûrunu hatırlatır.
Hz. Eyyub, ayağını yere vurunca oradan temiz, berrak, soğuk bir su fışkırdı. Eyyub (a.s.) onunla yıkandı, ondan içti ve böylece şifa buldu. Cenâb-ı Hak ona hem sıhhatini, hem ehlini, malını ve mülkünü, hem de onların bir o kadarını daha verdi. Bol bol ihsanlarda bulundu. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Biz de onun duasını kabul buyurduk; bütün dert ve sıkıntılarını giderdik; katımızdan bir rahmet ve bize kulluk yapanlara bir ders olmak üzere ona aile efradını ve bir o kadarını daha bağışladık.” (Enbiyâ 21/84)
Allah Teâlâ’nın kula lutfettiği sıhhat ve âfiyet nimetinin kıymetini cihân padişahlarından Kânûnî Sultan Süleyman şöyle dile getirir:
“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.”
Resûlullah (s.a.s.), ayrıca Hz. Eyyub ile alakalı şu nükteli hâdiseyi de haber vermektedir:
“Eyyûb, mûcizeli suda yıkandığı sırada, önüne bir sürü altın çekirge düşmüştü. Eyyûb, bunları hemen toplayıp elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
«–Eyyûb! Ben seni bu gördüklerine dönüp bakmayacak kadar zengin kılmadım mı?» diye seslendi. Eyyûb da:
«–Evet Rabbim! İzzetine yemin ederim ki, beni çok zengin kıldın. Fakat ben, senin lütfettiğin berekete doyamam» dedi.” (Buhârî, Gusl 20; Nesâî, Gusl 7)
Şimdi de, Hz. Eyyûb’un, hastalığın verdiği sıkıntının zoruyla yaptığı bir yemine ve onun kefaretine atıfta bulunuluyor:
Eyyûb’un yemini vardı. Ona: “Eline bir demet sap al, onunla hanımına vur da yemini bozma” dedik. Gerçekten biz onu sıkıntılara karşı sabırlı bulduk. O ne güzel bir kuldu. Doğrusu o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle sürekli Allah’a yönelir dururdu.
Anlatıldığına göre Eyyûb (a.s.), hanımının bir hatâsından dolayı sıhhate kavuştuğunda ona yüz değnek vurmaya yemîn etmişti. Ancak hanımının O’na karşı hizmet ve fedâkârlığı büyüktü. Bu sebeple Allah Teâlâ, yüz tâne ekin sapından oluşan bir demetle bir kere vurulmasını kâfî görerek onlara merhamet buyurdu. Böylece burada insanlara, özellikle kocalara hanımlarına karşı muamelede bir sadakat, vefâ, şefkat ve zarafet dersi de verilmiş oldu. Bu sebepledir ki, âyet-i kerîmedeki ruhsat, şer’î ceza ve yeminlerde “Eyyûb ruhsatı” adıyla devam etmektedir. Âyette bu demetin, ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için daha başka mânalara da hamledilmiştir. Yâni bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmamış, aynı zamanda Hz. Eyyûb’un eli altında bir cemâat kurulması gerektiğine de işaret etmiştir.
Allah’ın dini yaşama, yayma ve bu uğurda mücâdelede mü’minlere yol gösterecek emsalsiz misaller olarak:
Rasûlüm! Kuvvet, sağlam bir irade, derin bir görüş ve anlayış sahibi kullarımız İbrâhim, İshâk ve Yâkub’u da hatırla. Biz onları, özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık. Hiç şüphesiz onlar bizim katımızda seçkin, tertemiz ve hayırlı kullardandı.
Bu üç peygamber, kendilerine uyulması gereken güzel örnekler olarak zikredilir. Hz. İbrâhim, kavminin eziyetlerine, ateşe atılmaya ve oğlunu kurban etme teklifiyle karşılaşmasına sabrı ile bilinir. Hz. İshâk ve Hz. Yakub da fazilette, kuvvette, derin bir görüş ve anlayış sahibi olmakta Hz. İbrâhim’e ortak oldukları için zikredilmiştir. Maksat ise, Peygamber Efendimiz ve ümmetinin, Allah’ın dinini yaşayıp yaşatmada ve yeryüzüne hâkim kılmada kuvvetli ve metanetli, işlerin gerçek yüzünü görmede de derin bir görüş ve anlayış sahibi olmalarını sağlamaktır. Burada bu üç peygamberin şu üç ortak özelliğine dikkat çekilir:
Birincisi; “eydî ve ebsâr sahibi olmaları”: اَلْاَيْد۪ي (eydî), dinde, dini yaşama ve yaşatmada kuvvet demektir. اَلْاَبْصَارُ (ebsâr) ise, basîret olarak bilinen fikrî kuvvet, Allah’ın hükümlerini uygulamada ve rızâsını kazanmada basîretli davranmak, gözü ve gönlü açık olmak demektir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 276) Bu özellik, onların elleriyle güzel işler yaptıklarını, sağlıklı görüş ve doğru düşünce sahibi olduklarını ortaya koymaktadır. Peygamberlerin kuvvet sahibi olarak vasıflandırılmalarının sebebi, onların sâlih ameller yapma ve günahlardan korunma hususunda güçlü olmalarıdır. Onlar, Allah’ın kelimesini yükseltmek için çok mücadele eden kimselerdir. Basîret sahibi olmalarına gelince, kastedilen sadece gözlerin görmesi değil, hakkı görerek tanımalarıdır. Onlar dünyada kör gibi yaşamazlardı. Sahip oldukları ilim ve basîret sâyesinde doğru yolu görürlerdi. Böylelikle doğru yolu bulmuş kimselerin, bu iki haslete, kuvvet ve basîrete sahip oldukları anlatılmak istenmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın istediği şekilde kuvvet ve basîret sahibi olabilmek için doğru yol üzere bulunmak şarttır. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, V, 82)
İkincisi; “dâr zikriyle seçilmiş olmaları”: Allah Teâlâ onları, nefsin kirlerinden temizlemiştir. Bu sebeple onların nefisleri, insana ârız olan bütün ayıplardan temiz hale gelmiştir. Bu seçme, peygamberlik için lâzım olan ismet mânasındadır. “İsmet”, Allah’ın, peygamberine verdiği bir kuvvettir ki, bu kuvvet sayesinde peygamberler ister kasten ister hataen olsun bütün büyük günahlardan, nefreti ve küçük düşmeyi gerektirecek her türlü davranışlardan korunurlar. اَلدَّارُ (dâr), âhiret âlemidir. Peygamberler, âhireti hep akıllarında tutar, asla unutmaz ve âhireti bir tarafa bırakıp dünyaya yönelmezler. Himmet, inayet ve gayretlerini teksif ettikleri yegane yer, âhirettir. Onların başarılı olmaları, kalplerinde dünyaya meyletmekten eser kallmayıp, tüm çabalarının âhirete yönelik olması dolayısıyladır. Onlar, âhireti hem kendileri hatırlar hem de başkalarına hatırlatırlardı. Allah bu yüzden mertebelerini yükseltmiş ve onlara dünyaya meyleden kimselerin ulaşmalarının mümkün olmadığı dereceler vermiştir. Buradaki diğer bir incelik ise, Allah Teâlâ’nın âhiret için الدَّار (ed-Dâr) tabirini kullanmış olmasıdır. Bu ifadeyle dünyanın insanoğlu için geçici olduğu, insanın sonunda buradan göçeceği ve fakat asıl yurdun âhiret olduğu anlatılmak istenmektedir.
Üçüncüsü, اَلْمُصْطَفَيْنَ الْاَخْيَارِ (el-Mustafayna’l-ahyâr): Allah Teâlâ o peygamberleri kulları arasından özellikle seçmiş, tertemiz yapmış, onları kendine yaklaştırmış ve onları en hayırlı kimseler kılmıştır.
Bununla birlikte:
İsmâil’i, Elyesa‘ı, Zülkifl’i de hatırla. Onların hepsi de hayırlı insanlardı.
Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e, önceki peygamberleri hatırlamasının emredilmesi; tebliğde onların yolunu takip etmesi, manen onlarla birlikte yaşaması, onların sabırlarını ve Allah’ın onlara merhametini düşünmesi içindir. Onun, yalancı ve sapık olan toplumundan gördüğü sıkıntılara karşı sabretmesini sağlamaktır.
Bütün bu anlatılanlar nihâî olarak tek bir hedefe işarette bulunur:
Bunlar bir öğüttür, hatırlatmadır. Kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanları gerçekten güzel bir âkibet, çok hoş bir dönüş yeri beklemektedir: Kapıları kendilerine ardına kadar açılmış sonsuz nimet ve ebedî mutluluk diyarı olan Adn cennetleri. Orada koltuklar üzerine yaslanıp otururlar, canlarının çektiği her çeşit meyve ve içecekten isterler. Yanlarında da bakışlarını sadece kocalarına dikmiş aynı yaşta dilberler vardır. İşte hesap gününde size verileceği müjdelenen nimetler bunlardır. Bunlar, sizin için hazırladığımız nimetlerdir ki, sonsuza kadar bitmek tükenmek bilmez!
Kur’an’ın öğüt ve uyarılarını dikkate alıp, dinin haram ve helâlleri çerçevesinde kulluk yapanlar takvâ sahibi kişiler olup, bunların neticede varacakları yer, en güzel dönüş yeri olan cennetlerdir. Ebedî ikâmet yeri olan bu muhteşem mekanlar, kapılarını açmış müttakîleri beklemektedir. Buralar akla hayâle gelmez nimetlerle lebâleb doludur. Cennetlikler döşenmiş tahtlara oturacaklar. İstedikleri çeşit çeşit yiyecek ve içecekler kendilerine ikram olunacak. Yanlarında eşleri de bulunacak. Bunlar, bakışlarını sadece kocalarına dikmiş, yabancıda gözü olmayan ve beyleriyle aynı yaşta olan fevkalade güzel dilberlerdir. Cenâb-ı Hak bu nimetleri, bedelini ödeyecek kullarına müjdelemektedir. Üstelik cennet nimetleri ebedidir; onlarda bitip tükenme diye bir şey yoktur.
Peki, Rablerine karşı gelip azgınlaşanların sonu nasıl olacak:
Evet, bunlar takvâ sahipleri içindir. İsyânkâr azgınlara gelince, onları çok kötü bir dönüş yeri beklemektedir: Cehennem! Yanıp kavrulmak için oraya girecekler. Ne kötü bir döşek! İşte budur onların cezası! Tatsınlar bakalım onu: kaynar suları ve kopkoyu irinleri! Daha buna benzer nice azap çeşitlerini!
Burada, Allah’a karşı gelmekten sakınan takvâ sahiplerinin karşısına isyankâr azgınlar konuyor ve onların cehennemdeki halleri haber veriliyor. Onların varacakları yer, en kötü ve en berbat dönüş yeri olan cehennemdir. Orada azaptan ve cezadan başka bir şey yoktur. Tadacakları şey, fevkalade kaynar su ve kendi yaralarından akan irin olacaktır. Bunun dışında onlara zakkum, dikenli yiyecekler, sımsıcak ve simsiyah gölgeler, iliklere işleyen ateş ve dondurucu soğuklar tarzında çeşit çeşit azaplar da olacaktır.
Cehennemliklerin kendi aralarındaki kavgaları burada bir kez daha sahnelenir:
Cehennem bekçileri, azgınların elebaşılarına: “Bunlar, dünyada sizi körü körüne takip ettikleri için şimdi sizinle beraber ateşe girecek bir gürûhtur” diyecekler. Elebaşılar da: “Rahat yüzü görmesinler!” diye karşılık verecekler. Elbette bunlar da cehenneme girecek, orada yanıp kavrulacaklardır. Onlara körü körüne uyanlar ise: “Asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bu azabı bizim başımıza getiren sizsiniz. Ne kötü yer burası!” diye inleyecekler. Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz bunu bizim başımıza kim getirdiyse, onun cehennemdeki azabını kat kat artır!” diye feryat edecekler.
Dünyada kâfir ve azgın liderlerin peşlerinden kör körüne giden taklitçi gruplar, orada da yine liderlerinin peşini bırakmayacak ve hep birlikte cehenneme gireceklerdir. Her ne kadar birbirlerinden hoşlanmasalar da, birbirlerine lânet okusalar da bu, haklarında verilmiş kararı değiştirmeyecektir. (bk. A‘râf 7/38-39; Sebe’ 34/32-33)
Cehennemlikleri şaşırtacak bir başka durum da şudur:
Sonra diyecekler ki: “Dünyada iken kendilerini kötü saydığımız ve kendilerine hiç değer vermediğimiz bir kısım insanları burada, cehennemin içinde niçin göremiyoruz?” “Yoksa onlar değerli insanlardı da, biz yanlışlıkla mı onlarla alay edip durduk? Veya buralarda bir yerde de gözümüzden mi kaçtılar?” İşte cehennemlikler arasındaki bu atışmalar, böyle tartışmalar kesinlikle gerçekleşecektir.
Cehennemde azgınların, görmek isteyip de göremedikleri kimseler, dünyada değer vermedikleri, hor gördükleri ve kendileriyle alay ettikleri fakir Müslümanlardır. O azgınlar, âhirete kesinlikle inanmıyorlardı. -Faraza- böyle bir şey olsa, kendilerinin yine üstün bir mevkide ve nimetler içinde olacaklarını iddia ediyorlardı. (bk. Kehf 18/36) Fakat cehennem gerçeği ile karşılaşınca, asıl değersiz olanların ve hor görülmeyi hak edenlerin kendileri olduğunu anlarlar.
İşte tüm insanlığın asla değişmesi mümkün olmayan gerçeklerle uyarılmaya ne kadar ihtiyâcı vardır. Bu sebeple:
Rasûlüm! De ki: “Ben ancak bir uyarıcıyım. Her şeyi kudretine boyun eğdiren tek bir Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” “O, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin Rabbidir. O, karşı konulamaz kudret sahibidir ve çok bağışlayıcıdır.” De ki: “Kur’an’ın bildirdiği bu gerçekler, pek büyük ve çok önemli bir haberdir.” “Siz ise buna gereken ilgiyi göstermiyor, ondan yüz çeviriyorsunuz.”
Âhiret âlemine ait gerek ümit verici gerek korkutucu mühim hususlara temas edildikten sonra, tekrar Kur’an’ın temel esasları teyid edilir. Buna göre:
✺ Peygamber (s.a.s.) Allah’ın vazifelendirdiği bir uyarıcıdır. Kendi adına değil, Allah adına tebliğde bulunmakta ve Allah’ın azabıyla ikaz etmektedir.
✺ Peygamber’in vahye dayanarak verdiği bilgilere göre Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Çünkü Allah birdir. Mutlak güç, hâkimiyet ve otorite sahibidir. O’nun hâkimiyetinin geçerli olmadığı en küçük bir varlık ve iğne ucu kadar bir yer yoktur. O, gökleri ve yeriyle tüm kâinatın Rabbidir. Karşı gelinmez bir kudret sahibidir. Bununla birlikte, bağışlanmak isteyenler için gaffârdır; çok bağışlayıcıdır. O halde bu sıfatlara sahip olan Allah’tan başka ilâh aramak boşuna bir uğraştır. Doğrusu; küfür, şirk ve günahlardan tevbe edip bağışlanma dileyerek o çok bağışlayıcı Allah’ın affına ve mağfiretine nâil olmanın yollarına düşmektir.
✺ Hem bütünüyle Kur’an, hem de Kur’an’ın dünya ve âhirete ait verdiği tüm bilgiler en büyük haberdir. O halde muhataplar bu bilgileri ciddiye almalı ve bunların ehemmiyetini idrak etmelidirler. Çünkü bu bilgiler, insanın sadece dünyasının değil ebedî hayatının yönünü de belirlemektedir. Bu yüzden, o mühim haberlere yüz çevirenler kınanmaktadır.
Hem şunu da söyle:
“Yüce âlemin sâkinleri melekler, aralarında tartışırlarken nelerin konuşulduğu hakkında benim bir bilgim yoktur.”
اَلْمَلَاُ الْاَعْلٰٓى (mele-i a‘lâ), meleklerin bulunduğu yüce topluluktur. Oradaki tartışmadan maksat, büyük ihtimalle Bakara suresi 30-34. âyetlerde anlatıldığı üzere Hz. Âdem’in yaratılış kararının verilmesi, meleklerin kanaatlerini beyân etmeleri, meleklerden Âdem’e secde etmelerinin istenmesi ve şeytanın baş kaldırması gibi hususlardır. Bunlar hakkında Peygamberimiz (s.a.s.)’in bir bilgisi yoktu. Fakat Allah onu peygamber yaptığı için bu bilgileri ona vahyetmektedir. Diğer taraftan mele-i a’lâ hakkında kimsenin bilmesinin mümkün olmadığı bu bilgileri getirmiş olması, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğinin açık delillerinden biri olarak kabul edilmelidir. Bu âyetler, aynı zamanda bir sonraki bölüme giriş mâhiyetindedir. Şimdi mele-i a’lâda yapılan tartışmanın ne olduğunu anlamaya kapı aralayan dikkat çekici bir sahne gösterime girmektedir:
“Ancak, ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bu bilgiler bana vahyolunuyor.”
اَلْمَلَاُ الْاَعْلٰٓى (mele-i a‘lâ), meleklerin bulunduğu yüce topluluktur. Oradaki tartışmadan maksat, büyük ihtimalle Bakara suresi 30-34. âyetlerde anlatıldığı üzere Hz. Âdem’in yaratılış kararının verilmesi, meleklerin kanaatlerini beyân etmeleri, meleklerden Âdem’e secde etmelerinin istenmesi ve şeytanın baş kaldırması gibi hususlardır. Bunlar hakkında Peygamberimiz (s.a.s.)’in bir bilgisi yoktu. Fakat Allah onu peygamber yaptığı için bu bilgileri ona vahyetmektedir. Diğer taraftan mele-i a’lâ hakkında kimsenin bilmesinin mümkün olmadığı bu bilgileri getirmiş olması, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğinin açık delillerinden biri olarak kabul edilmelidir. Bu âyetler, aynı zamanda bir sonraki bölüme giriş mâhiyetindedir. Şimdi mele-i a’lâda yapılan tartışmanın ne olduğunu anlamaya kapı aralayan dikkat çekici bir sahne gösterime girmektedir:
Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım.” “Ben ona güzel ve düzgün bir şekil verip rûhumdan üflediğim zaman, siz de hemen onun önünde secdeye kapanın!” Bütün melekler hep birlikte secde ettiler. Yalnız İblîs secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah şöyle buyurdu: “Ey İblîs! Bizzat iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kendini bir şey sanıp büyüklük duygusuna mı kapıldın, yoksa gerçekten benim emrime bile itaat etmeyecek kadar yüce bir varlık mı oldun?” İblîs: “Ben ondan daha üstünüm; çünkü beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan” diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah: “O halde çık oradan!” buyurdu, “Çünkü sen artık kovulmuş birisin.” “Hesap gününe kadar lânetim hep üzerinde olacaktır.” İblîs: “Rabbim! Madem öyle, insanların yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre tanı!” dedi. Allah: “Tamam, sana süre tanındı” buyurdu; “Fakat bu süre, hesap gününe kadar değil, vakti ancak benim tarafımdan bilinen bir güne kadardır.” İblîs dedi ki: “Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, onların hepsini kesinlikle azdıracağım.” “Ancak içlerinden ihlâsa erdirdiğin, sana içtenlikle bağlanan kulların hâriç. Onları baştan çıkarmam mümkün değildir.” Allah şöyle buyurdu: “İşte bu doğru! Ben de şu gerçeği söyleyeyim:” “Hiç şüphesiz cehennemi seninle ve sana uyanların tamamıyla dolduracağım!”
Hz. Âdem’in yaratılması, meleklerin secde etmesi ve İblîs’in secdeye yanaşmayıp peşinden teselsül eden hâdiseler daha önce Bakara 34, A‘râf 11-18 ve Hicr 28-40. âyetlerde anlatılmıştı. Burada kıssa ehemmiyetine binâen, hem Mekke müşriklerini hem de daha sonra gelecek münkirleri Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini kabule teşvik için sevk edilir. Onlara âdeta: “Sizlerin Allah Resûlü (s.a.s.)’e karşı sergilediğiniz kibir ve haset, aynen İblîs’in Âdem’e gösterdiği kibir ve haset gibidir. İblîs de Allah’ın emirlerine karşı gelmiş ve Allah, Âdem (a.s.)’ı halife tayin ettiği için secde etmekten kaçınmıştı. Şimdi sizler de Allah’ın emrine karşı geliyor ve Allah onu peygamber olarak tayin ettiği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e tabi olmuyor ve ona karşı çıkıyorsunuz” denmektedir. Verilmek istenen mesajın neticesi şudur: “Eğer tevbe etmez bu yaptıklarınızda devam ederseniz, sizler de aynen İblîs gibi dünyada lanetlenir, âhirette cehenneme girersiniz.”
Ayrıca bu kıssada üç hususa daha dikkat çekilir:
› Allah Teâlâ insandan “bizzat iki elimle yarattığım” (Sād 38/75) diye bahseder. Bu ifade, insanın faziletli ve şerefli bir varlık oluşuna delâlet eder. Çünkü bir kral bile sıradan işlerini hizmetkârlarına yaptırır. Oysa burada Rabbimiz, insanı kendi elleriyle yarattığını haber verir. İkinci olarak iki elle yaratma ifadesi, bir yönden insanın ihtimamla yaratılmasından kinâye olabilir. Yahut biri bedeni biçimlendirmeye, öbürü ruh üflenmesine işaret olmak üzere, insanın ruh ve bedenini cemeden varlığını da hatıra getirebilir.
› Dünya hayatında Allah’a isyan eden kimse, aslında İblîs’in tuzağına düşmüştür. Çünkü o: “İnsanoğlunu mutlaka azdıracağım, tuzağıma düşüreceğim” diye bu niyetini açıkça ilan etmişti. O halde insan, yaratıcısının kim olduğunu, aslının ne olduğunu idrak edip şeytânî tahriklere karşı dikkatli olmalı
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/sad-suresinin-tefsiri.html