Şems Suresinin Okunuşu, Anlamı ve Tefsiri

Şems Suresinin Okunuşu, Anlamı ve Tefsiri

Şems ne demektir? Şems suresi ne zaman ve nerede indirilmiştir? Şems suresi kaç ayettir? Şems suresinin okunuşu, anlamı ve tefsiri nasıldır? Şems suresinin Arapçası ve meali…

Şems sûresi, Mekke döneminde inmiştir. Sûre, 15 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “eş-Şems” kelimesinden almıştır. Şems, güneş demektir.

ŞEMS SURESİ ARAPÇA

ŞEMS SURESİNİN TÜRKÇE OKUNUŞU*

(*Türkçe okunuşlarından Kur’an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için aramalarda çıkmak için sitemize eklenmiştir.)

Bismillâhirrahmanirrahim.

﴾1-10﴿ Veş şemsi ve duhâhâ. Vel kameri izâ telâhâ. Ven nehâri izâ cellâhâ. Vel leyli izâ yagşâhâ. Ves semâi ve mâ benâhâ. Vel ardı ve mâ tahâhâ. Ve nefsin ve mâ sevvâhâ. Fe elhemehâ fucûrahâ ve takvâhâ. Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.

﴾10-15﴿ Kezzebet semûdu bi tagvâhâ. İzinbease eşkâhâ. Fe kâle lehum resûlullâhi nâkatallâhi ve sukyâhâ. Fe kezzebûhu fe akarûhâ fe demdeme aleyhim rabbuhum bi zenbihim fe sevvâhâ. Ve lâ yehâfu ukbâhâ.

ŞEMS SURESİNİN ANLAMI

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

﴾1-10﴿ Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.

﴾11-15﴿ Semûd kavmi azgınlığı yüzünden (Allah’ın elçisini) yalanladı. Onların en bedbahtı (deveyi kesmek için) atıldığında, Allah’ın Resûlü onlara: «Allah’ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın!» dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle onlara büyük bir felâket gönderdi de hepsini helâk etti. (Allah, bu şekilde azap etmenin) âkıbetinden korkacak değil ya!

ŞEMS SURESİNİN TEFSİRİ

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde üst üste tam on bir defa yemin etmektedir:

Güneşe, Onun aydınlığına, Güneşi izleyip edip, onun batmasından sonra geceleyin ortaya çıkan aya, Güneşi bütün berraklığı ile ortaya çıkaran gündüze, Güneşi karanlığı ile örten ve onun görünmesini engelleyen geceye, Göğe, Onu pek yüksek bir kubbe hâlinde ve eşsiz bir nizam içinde binâ eden Allah’a, Yeryüzüne, Onu canlıların yaşaması için yayıp döşeyen Allah’a, Nefse, Onu en güzel şekilde biçimlendirip düzenleyen, ona fücûr ve takvâsını ilham eden Allah’a!

Bu on bir yeminin ardından bir de mânayı daha çok kuvvetlendirmesi için “elbette, mutlaka” mânasında قد (kad) edatını kullanmakta ve ancak bu güçlü te’kîd ve te’yîdlerden sonra nefsini arındırıp temizleyen kimsenin, mutlaka kurtuluşa ereceğini; aksine onu günah ve mâsiyetlerle kirleten kimsenin ise muhakkak hüsrâna uğrayacağını beyân etmektedir. Câlib-i dikkattir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, nefs tezkiyesinden başka hiçbir hususta, bu şekilde üst üste on bir defa yemin etmemektedir. Bu gerçek, insanın kurtuluşu için nefs tezkiyesinin ne kadar mühim ve zarûrî olduğunu ifadeye kâfîdir.

Cenâb-ı Hakk’ın yemin etmesi, üzerine yemin edilen varlıkların kıymet ve şereflerini bildirmekle beraber, aslında o yeminden sonra ifade edilen ilâhî beyânın, azamet ve ehemmiyetini göstermek içindir. Bu âyetlerdeki yeminlerde de durum böyledir. Bu yeminlerle bir taraftan, bu varlıkları yaratan Allah’ın sonsuz kudretine dikkat çekilirken, bir taraftan da yeminlerin cevabı olarak gelen insan gerçeğine, nefsin hakikatine ve ebedî kurtuluş için onu tezkiye etmenin ehemmiyetine nazar-ı dikkatler celbedilir.

Diğer taraftan üzerine yemin edilen hususlar ile nefsin mâhiyeti arasında da kuvvetli bir irtibat vardır. Şöyle ki:

Kur’ân-ı Kerîm, gerçekleri zihinlere iyice yerleştirmek için konuları çoğu kez zıtlarıyla izah eder. Burada da daha çok zıtlar üzerinde durulur. Alamet ve neticelerinin aynı olmadığı, birbirinin hep diğerinin tersi olduğu belirtilir. Bu açıdan bakıldığında:

› Güneş ve ay birbirinin zıddı sayılabilir. Çünkü güneş çok parlak, aynı zamanda sıcaktır. Buna karşın ayın kendisi aydınlık değildir. Güneş varken, aslında o da gökte olmasına rağmen ay görünmez. Ancak güneş battıktan sonra ortaya çıkar. Fakat, güneş gibi, geceyi gündüze çevirecek kadar aydınlığı yoktur. Ayrıca onun parlaklığında, güneşin ısısıyla meydana gelen şeyleri oluşturacak kadar sıcaklık da yoktur. Bununla birlikte ayın kendine has bazı özellikleri de güneşte yoktur.

› Gündüz ile gece de birbirinin zıddıdır. İkisinin tesir ve sonuçları elbette aynı değildir.

› Gök ile yer de birbirinin zıddıdır. Rabbimiz göğü yükseğe asmış, yeryüzünü ise semâ tavanı altında yatak gibi döşemiştir. İkisi de kâinatın nizamına hizmet etmektedir. Ancak ikisinin tesir ve neticeleri gök ile yer kadar farklıdır.

İşte birbirine zıt bu deliller serdedildikten sonra insanın nefsine işaret edilir. Cenâb-ı Hakk’ın, birbirine zıt olan fücûr ve takvâyı, kötülük ve iyiliği iki zıt temâyül olarak onun benliğine yerleştirdiği haber verilir. Bunlar güneş ve ay, gündüz ve gece, gök ve yer gibi biri diğerine zıt iki özelliktir. Çünkü birisi fücurdur ve kötü bir şeydir; öbürü ise takvâdır ve iyi bir şeydir. Güneş ve ay, gece ve gündüz, gök ve yeryüzü nasıl aynı şey değilse, onların tesir ve neticeleri nasıl birbirinden farklı ise, fücur ve takvâ da birbirine zıttır. Tesir ve sonuçları kesinlikle farklı olacaktır. Fücur, Allah Teâlâ’nın fücur diye haber verdiği şeydir. Takvâ da O’nun kabul buyurduğu takvâdır. Allah’ın indinde bu iki şeyin neticesi de ayrıdır. Buna göre insan bu dünyada iyilikle kötülüğü aynı görmemelidir. Allah’ın iyi dediğini iyi tanıyıp onun peşinden gitmeli; kötü dediğini kötü tanıyıp ondan da uzaklaşmalıdır. Çünkü Allah iyiliğin peşinden gidenlere mükâfat verecek, kötülüğün peşinden gidenleri ise cezalandıracaktır. On bir yeminin ardından bu gerçeği bildirmek üzere buyruluyor ki:

Burada üzerinde durulması lâzım gelen gelen en mühim husus “tezkiye”dir. “Tez­ki­ye” kelimesinde iki mühim mâna vardır:

Birincisi; te­miz­le­mek, arın­dır­mak,

İkincisi; ar­tır­mak, ge­liş­tir­mek, be­re­ket­len­dir­mek ve fe­yiz­len­dir­mek.

Bu mâna çer­çe­ve­sin­de tez­ki­ye, esasen mâ­ne­vî eği­ti­min bü­tün sey­ri­ni ifade eder.

Tezkiyenin zıddı olan اَلتَّدْسِيَةُ (tedsiye) ise اَلدَّوْسُ (devs) kökündendir. “Devs”, bir şey gelişip büyümeyerek bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek mânalarına gelir. “Tedsiye” ise, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada düşürmek demektir. Bu kelimenin اَلدَّسُّ (dess) veya اَلدِّسِّسَةُ (dissise)den gelme ihtimalide vardır. Dess ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek mânasınadır. Bizdeki “desîse” tabirinin aslı “dissise” mastarıdır. اَلدَّس۪يسُ (desîs), hiçbir ilaç ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp kebap olmuş ete denir. اَلدَّسَّاسُ (dessâs) da bir tür pis ve kötü yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu mânalarla alakalı olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek mânalarını ifade eder. Buna göre nefsi tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve kötü ahlâk ile bozmak, sonunda kokuşup gömülmeye mahkum âdî beden kirleri, katı hayvânî gayeler, gösteriş gibi şeytani ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak maddiyata gömmek ve âhirette, küle gömülmüş “kebap” gibi cehennem ateşine kapatmaktır. Bunun için nefsi böyle bir duruma düşmekten kurtarabilmek için onun tezkiyesi zaruridir.

Nef­si tez­ki­ye; ön­ce­lik­le onu kü­für, ce­hâ­let, kö­tü his­ler, yan­lış inançlar ve fe­nâ huylardan te­miz­le­mek­tir. Onu İslâm’a ay­kı­rı her tür­lü îti­kâ­dî, ah­lâ­kî ve ame­lî yan­lış­lık­lar­dan arın­dır­mak­tır. Onu te­miz­le­yip kö­tü­lük­ler­den ko­ru­duk­tan son­ra da, iman, ilim, ir­fân, hik­met, iyi duy­gu­lar, gü­zel huy­lar gi­bi tak­vâ özellikleriyle ter­bi­ye ede­rek, onu rû­hâ­ni­yet­le dol­dur­mak­tır.

Tez­ki­yenin bir üst derecesi, nef­sin is­tek­le­ri­ni azal­ta­rak onun be­den üze­rin­de­ki hâ­ki­mi­ye­ti­ni kır­mak ve bu sû­ret­le rû­hun hü­küm­ran­lı­ğı­na im­kân sağ­la­mak­tır. Bu, an­cak nef­se kar­şı irade­yi güç­len­di­rmek yoluyla mümkün olabilir. İradeyi güçlendirmek ise yi­yip iç­me, uyu­ma ve ko­nuş­mada ölçülü olmak gi­bi usûl­ler­le sağ­la­na­bi­lir. Bun­dan do­la­yı­dır ki, Kur’an ve sünnetin ruhuna uygun olarak âlimlerimiz tarafından “az ye­mek, az uyu­mak ve az ko­nuş­mak” nef­si diz­gin­le­me­nin metodu olarak belirlenmiştir. Çün­kü bun­lar, nef­se hâ­ki­mi­ye­tin ilk adım­la­rı­dır.

Fa­kat her konuda ol­du­ğu gi­bi, bu metotları uygulamada da îti­dâ­li el­den bı­rak­ma­mak ge­re­kir. Çün­kü be­den, Al­lah’ın in­san­la­ra bir emâ­ne­ti­dir. Bu sebeple kul, nef­si­ni tez­ki­ye eder­ken if­rat ve tef­rît­ten sa­kın­ma­lı, onun az­gın­lık­la­rı­na set çe­ke­yim der­ken, mücâdele ve mü­câ­he­de­de aşı­rı­lı­ğa düş­me­me­li­dir. Çün­kü din, bü­tün hâl ve dav­ra­nış­lar­da îti­dâ­li em­re­der. İn­san­la­ra her tür­lü if­rat ve tef­rit­ten uzak durmayı öğüt­ler. Üs­te­lik nef­si, mut­lak sû­ret­te ber­ta­raf et­mek müm­kün ol­ma­dı­ğı gi­bi, bu, istenen bir şey de de­ğil­dir. Bu­na gö­re nef­sin tez­ki­ye edil­me­si, nef­sâ­nî arzu ve te­mâ­yül­le­rin ilâ­hî emir­ler çer­çe­ve­sin­de diz­gin­le­nip ter­bi­ye edil­me­si de­mek­tir.

Nef­si tez­ki­ye­ye ça­lış­ıp bu uğur­da cid­dî gay­retler göstermek, önemine ve zor­lu­ğu­na bi­nâ­en “ci­hâd-ı ek­ber” kabul edil­miş­tir. Ni­te­kim Resûlullah (s.a.s.) pek zor­lu ge­çen Te­bük Gaz­ve­si’nden dö­nerken as­hâ­bı­na:

 “−Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm hayretler içinde:

“–Yâ Rasûlallah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dedikle­rinde Peygamberimiz (s.a.s.):

“–Şimdi büyük cihâda, nefisle cihâda dönüyoruz!” buyurdu­. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73)

Nefisle cihâd, ancak kalbî eğitim ve mânevî terbiye ile gerçekleşir. Gâye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil” hâline getirmektir. Bunun yolu da dinî gerçeklerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile süslenmiş bir kalp, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek” kemâle ermektir.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.):

“Akıl­lı, nef­si­ne hâ­kim olup onu he­sâ­ba çe­ke­rek ölüm öte­si için ça­lı­şandır. Ah­mak da nef­si­ni he­vâ­sı­na uydurduğu hâl­de Al­lah’tan iyilik bekleyip durandır” (Tir­mi­zî, Kı­yâ­met 25; İbn Mâ­ce, Zühd 31) buyurarak­ nefsi terbiye ve tezkiye etmenin önemine dikkat çeker.

Bunun içindir ki, Allah Resûlü (s.a.s.) devamlı şöyle niyâzda bulunurdu:

“Al­lahım! Nef­si­me tak­vâ­ nasip et ve onu her türlü günahtan temizle. Zira onu en iyi temizleyecek olan sensin. Ona yardım edip eğitecek olan da sadece sensin. Allahım! Faydasız ilimden, ürpermeyen kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırırm.” (Müs­lim, Zi­kir 73; Nesâî, İstiâze 13)

Nitekim in­fak, sa­da­ka, hiz­met gi­bi sâ­lih amel­ler, zâ­hi­ren baş­ka­la­rı­na fay­da­lı ol­mak biçiminde gö­rün­se de, gerçekte nef­se doğ­ru­yu, gü­ze­li ve iyiyi tel­kîn­dir. Çün­kü iyi­lik­ler bu yolla ben­lik­te yer eder ve rûh, bun­lar­la ün­si­yet kazanır. Di­ğer bü­tün sâ­lih amel­ler­le bir­lik­te söz­le­rin en gü­ze­li ve en doğ­ru­su olan Kur’ân-ı Ke­rîm’i oku­mak, öğütlerini can ku­la­ğıy­la din­le­mek ve hükümleriyle amel etmek de, nef­si eğitip düzeltecek en bü­yük ve­sî­le­ler­den bi­ri­dir. Ha­ya­tı­nı bü­tü­nüy­le Kur’ân’ın öğrettiği şekilde düzenleyen bir kul, nef­si­nin kötülüğünden ve şey­ta­nın de­sî­se­le­rin­den kur­tu­lur ve yal­nız Hakk’ın hoşnutluğunu isteyerek ya­şar. Kal­bi ilâ­hî lu­tuf te­cel­lî­le­ri­ne maz­har olur. Bu du­ru­ma ge­len bir kul için, ar­tık gö­zün gör­dü­ğü, ku­la­ğın işit­ti­ği zâ­hi­rî ik­lî­min öte­si­ne mâ­ne­vî bir pan­cur açıl­ır; kâinat, hik­met­li ve aza­met­li bir ki­tâb hâ­li­ne gel­ir.

Tez­ki­ye­nin önemiyle ilgili olarak İb­râ­him Desû­kî (k.s.) şöy­le bu­yu­rur:

“– Evladım! Gün­düz­le­ri­ni oruç­la, ge­ce­le­ri­ni na­maz­la ge­çir­sen, te­miz bir iç âle­mi­ne ve Hak ile samimi bir kulluk ilişkisine sahip ol­san da, sa­kın ben­lik id­di­âsın­da bu­lun­ma! Sa­kın gu­rû­ra yenilip nef­sin kan­dır­ma­sı­na al­dan­ma. Zira ni­ce der­viş, nef­si­nin kötü arzularına ka­pı­lıp he­lâk ol­du.”

Hâ­tem-i Esamm (k.s.) da şöy­le bu­yu­rur:

“Muh­te­şem ko­nak­la­ra, ve­rim­li bağ ve bah­çe­le­re al­dan­ma. Cen­net­ten da­ha gü­zel bir yer yok­tur. Fa­kat Hz. Âdem’in ba­şı­na ne gel­diy­se, cen­ne­tin o son­suz gü­zel­lik­le­ri için­dey­ken gel­di. Nef­si ora­da ebe­dî kal­mak is­te­di. Ya­sak ağaca yak­laş­tı. İlâhî hikmet gereği, dünya­ya in­di­ril­mek­le ceza­lan­dı­rıl­dı.

İbâ­det ve ke­râ­me­ti­nin çok­lu­ğu­na al­dan­ma. Zira sahib ol­du­ğu bun­ca ke­râ­me­te rağ­men, Al­lah Teâlâ’nın ­kendi­si­ne ism-i âza­mı öğ­ret­ti­ği Bel’am bin Ba­ura’nın ba­şı­na ge­len ha­zîn âkı­bet, ne ka­dar ib­ret­li­dir.

Sen, sen ol; ilim ve amel çok­lu­ğu­na da al­dan­ma. Çün­kü on­ca ilim ve tâ­ati­ne rağ­men İblîsin ba­şı­na ne­ler gel­di, bil­mi­yor mu­sun?! Nefs ve şey­ta­nın iğ­vâ­sıy­la al­da­nan­lar­dan ol­ma!

Âbid­le­rin, zâ­hid­le­rin ya­nın­da bu­lu­nu­yo­rum di­ye de ken­di­ne gü­ven­me. Zira ku­ru ku­ru­ya bir beraber­lik fay­da­sız­dır. Sâ­le­be, Pey­gam­berimiz (s.a.s.)’in soh­be­tin­de duy­gu­suz­ca bu­lun­du­ğun­dan fe­cî bir âkı­be­te uğ­ra­dı.

Bir pey­gam­ber çocuğu ol­ma­sı­na rağ­men Hz. Nûh’un oğ­lu, ba­ba­sı­nın davetin­e karşı ken­di­si­ni ihtiyaçsız gör­mek gi­bi bir bed­baht­lı­ğa sürüklendi. Ara­la­rın­da­ki kan ba­ğı bile ona bir fay­da sağlamadı. Ne­tî­ce­de, he­lâk edi­len­ler­den ol­du.

Hz. Lût’un ka­rı­sı, kâ­fir ve fâ­sık­la­ra olan ün­si­yet ve mu­hab­be­ti se­be­biy­le ya­nı­ba­şın­da­ki hi­dâ­yet nû­run­dan na­sip­siz kal­dı ve gaf­let içer­isin­de küf­rün ka­ran­lık­la­rı­na dal­dı.

Hü­lâ­sa; ilim, amel, mal, ev­lat ve dost gi­bi ne ka­dar da­ya­nak var­sa âhi­ret­te­ki kur­tu­lu­şun için bun­la­ra çok gü­ven­me! Bun­lar­dan nef­si­ne as­lâ pay çı­kar­ma.”

Hâsılı her mü­min, sık sık nef­siy­le iç he­sap­laş­ma­ya gi­re­rek, onu sî­ga­ya çek­me­li; mâ­ne­vî durumuna cid­dî bir şe­kil­de çe­ki-dü­zen ve­rip, gi­di­şâ­tı­nı kont­rol al­tı­na al­ma­lı­dır. Bu­na “nefis mu­hâ­se­be­si” de­nir. İn­san, hiç ol­maz­sa ba­şı­nı yas­tı­ğa koy­du­ğu her yir­mi dört sa­at­te bir, o gü­nün mu­hâ­se­be­si­ni yap­ma­lı ve ken­di­ni sî­ga­ya çek­me­li­dir. Bu­nu alış­kan­lık hâ­li­ne ge­ti­ren­le­rin ha­tâ­da ıs­rar il­le­tin­den kur­tu­la­bil­me­le­ri ko­lay­la­şır.

Nefs tez­ki­ye­si ne­tî­ce­sin­de kalb, “se­lîm” hâ­le ge­lir. Kalb-i se­lîm mer­ha­le­sin­de şu üç hâl mü­şâ­he­de edi­lir:

› Kim­se­yi in­cit­mez. Bu, takvâ eh­li­nin hâ­li­dir. Kalb, nef­sin şer­rin­den ko­ru­nur. Gü­zel ah­lâk te­şek­kül eder.

› Kim­se­den in­cin­mez. Bu da, mu­hab­bet eh­li­nin hâ­li­dir. Fâ­nî­le­rin övgü ve yer­me­le­ri bir ehem­mi­yet ifade et­mez. Gü­neş ışı­ğı kar­şı­sın­da ay­dın­lat­ma ve ka­rart­ma­la­rın bir öne­mi ol­ma­ya­ca­ğı gi­bi.

Şâ­ir bu hâ­li şöy­le ifade eder:

“Ci­hân ba­ğın­da ey âşık bu­dur mak­sûd-ı ins ü cin[1]

Ne kim­se sen­den in­cin­sin ne sen bir kim­se­den in­cin.”

› Dünya men­fa­atiy­le âhi­ret kazancı kar­şı kar­şı­ya ge­lin­ce, âhi­re­ti ter­cih ede­rek Allah’ın rızasını he­def­ler.

Önceki âyetlerde insan nefsinin mâhiyetine işaret edilerek, 9-10. âyetlerde de nefsi tezkiye edip kötülüklerden arındıranın kurtuluşa ereceği, onu temizlemeyip kötülüklere gömenin ise ziyana uğrayacağı bildirilmişti. Şimdi ise tarihten muşahhas bir misal verilerek bu kâide izah edilir:          

Günahlara batmış nefsin durumunu açıklamak üzere verilen bu tarihî misali anlamak için şu iki temel gerçek üzerinde düşünmek gerekir:

Birincisi; Allah Teâlâ insanı yaratmış, onu hem kötülük hem de iyilik yapabilecek bir tabiat ve istidatla donatmıştır. Burada Hz. Sâlih ve kavminin kıssası hatırlatılarak, kötülük ve iyiliğin sadece ilham ile bilinmesinin, herkesin kendisine yürüyeceği dosdoğru bir yol bulması için yeterli olmadığı beyân edilir. Bu maksatladır ki, Cenâb-ı Hak peygamberlere vahyederek doğru yolu bütün incelikleriyle haber vermiş; gerek kötülüğün ne olduğunu ve ondan nasıl sakınılacağını, gerekse takvânın ne olduğunu ve onun nasıl elde edileceğini açıkça bildirmiştir. Semûd kavmi kıssası göstermektedir ki, eğer insan vahiy yoluyla gönderilen bu açık hidâyeti kabul etmezse, o zaman kötülüklerden kurtulamaz ve takvâya yol bulamaz.

İkincisi; bu kıssada da açıkça görüldüğü üzere ceza veya mükafat, doğru ya da yanlış yolu tercih etmenin kesin bir neticesidir. Nefsi kötülüklerden temizleyerek takvâ yolunda ilerlemenin tabii sonucu kurtuluştur. Fakat nefsin iman ve sâlih amellere doğru olan iyi temâyüllerini bastırıp körelterek kendini kötülükler ve günahlar içinde bırakmanın tabii sonucu da ziyan ve helâktır. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, VII, 138-139)

İşte bu hususları anlatmak için tarihten Semûd kavmi örnek olarak verilir. Çünkü önceki azaba uğrayan kavimlerden yerleşim yeri Mekkelilere en yakın olan kavim bunlardı. Hicaz’ın kuzeyinde onların tarihi kalıntıları mevcuttu. Mekkeliler ticaret için Şam’a gittiklerinde buradan geçerlerdi.

Semûd kavmi Hz. Sâlih’ten bir mûcize istemişlerdir. Bunun üzerine Sâlih (a.s.) onlara mûcize olarak bir dişi deve getirdi. Devenin, yeryüzünde ne isterse yiyeceğini, suların, bir gün onların hayvanlarına bir gün de bu deveye ait olacağını bildirdi. Eğer bu deveye dokunurlarsa şiddetli bir azaba uğrayacaklarını haber verdi. Fakat bedbaht kavim, devenin hukukunu yerine getiremediler. En azılılarını deveyi öldürmeye teşvik ettiler, o da deveyi öldürdü. Peygamber’e inanmadıkları, onun buyruğuna itaat etmedikleri ve büyük bir suç işledikleri için helak edildiler. (bk. A‘râf  7/73-79; Hûd 11/61-68; Kamer 54/23-32)

Bundan böyle Semûd kavmi gibi azgınlık yapanların da helak edilebileceği uyarısında bulunmak üzere bu helakin Yüce Allah’a ait yönüne şöyle bir işarette bulunulmaktadır:          

Kendisi hesaba çeken fakat kimse tarafından hesaba çekilemeyen, bütün güç ve kudretin sahibi olan Allah, müstahak olan fert ve toplumları helak eder. Fakat yaptığının sonucundan korkmaz. Bu işin sonunda kendine bir zarar geleceğinden endişe etmez. Çünkü hiçbir gücün, “Sen bunları niye helak ettin?” diye sorma hakkı yoktur. O istediğini helak eder, istediğini öldürür. Helak ettiklerini savunacak veya onlara yardım edecek kimse bulunmaz. Bu sebeple, Semûd kıssasının hatırlatılmasında, Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı gelip onun buyruklarını dinlemeyen azgınların da neticede acı bir azap ve fecî bir helâke uğrayacakları tehdîdi vardır.

Dipnot: Maksûd-i ins ü cin: İnsanların ve cinlerin en büyük gayesi.

ŞEMS SURESİ HAKKINDA BİLGİLER

Şems Sûresinin Nüzûlü

Şems sûresi, Mushaftaki sıralamada doksan birinci, iniş sırasına göre yirmi altıncı sûredir. Kadir sûresinden sonra, Bürûc sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Şems Sûresinin Adı / Ayet Sayısı

Sûre adını 1. âyette geçen “güneş” anlamındaki şems kelimesinden almıştır.

Şems Sûresinin Konusu

Sûrede bazı önemli kozmik varlıklara ve olaylara yemin edilerek insan tabiatına hem iyilik hem kötülük eğilimlerinin verildiği bildirilmiş; bu eğilimlerini doğru kullanmayanların akıbetine örnek olmak üzere Semûd kavminin helâk edilişi anlatılmıştır.

Kaynak: kuranvemeali.com

İslam ve İhsan

ŞEMS SURESİNİN TEFSİRİ