Müellefe-i Kulûb Kime Denir?
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
İlgili âyette zekât verilecek dördüncü grup, “müellefe-i kulûb” olarak nitelendirilmiştir. Müellefe-i kulûb, kalpleri kazanılmak, İslâm’a ısındırılmak veya kötülüklerinden emin olunmak istenen yahut müslümanlara faydalı olacakları umulan kişilerdir. Bu tanıma göre müellefe-i kulûb müslümanlar ve gayri müslimler olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Gayri müslim olanların kalplerinin kazanılması ile, kendilerinin veya onlara tâbi olan fertlerin İslâm’a girmeleri umulur, yahut onlardan veya yakınlarından gelebilecek kötülüklerden korunulur. Müellefe-i kulûbun bu çerçevede anlaşılış ve uygulanışı, günümüzde uluslararası arenadaki lobi faaliyetini de kısmen içine almaktadır.
2. Müslüman olanların kalplerinin İslâm’a daha çok ısındırılmasında ise şu maksatlar güdülür:
a) İslâm’a yeni girmiş olanlara İslâm’da sebat etmeleri için yardım edilir.
b) Çevresinde sözü geçen, İslâm’ı tam benimsememiş kimselere zekât verilerek, müslümanlarla daha iyi kaynaşmaları, böylece İslâm için ciddiyetle çalışmaları umulur.
c) Sınır bölgelerinde görev yapan müslümanlara bu fondan yardım yapılarak toplumun genel asayiş ve güvenliğini teminde aktif katkıları sağlanır.
d) Önemli mevkilerde olan kimselerin İslâm’ın ve müsülmanların genel yararına uygun davranması ve harcama yapması teşvik edilir. Hz. Peygamber gerek zekât ve gerekse fey ve ganimet gibi diğer devlet gelirlerinden, kalpleri kazanılmak ve İslâm’a ısındırılmak istenen kişilere paylar vermiştir. Bunlardan bazılarına da bu fondan yararlanacaklarını gösteren belgeler vermişti. Bu belge sahipleri Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e gelerek paylarını istediler; o da görüş almak üzere bu kişileri Hz. Ömer’e gönderdi. Hz. Ömer onlara:
“Hz. Peygamber, İslâm’a ısındırmak için size zekâttan pay veriyordu. Bugün Allah dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalırsanız kalırsınız, aksi halde sizinle harbederiz” dedi. Kaynaklarda Hz. Ömer’in bu ictihadı üzerine artık Hulefâ-yi Râşidîn devrinde müellefe-i kulûb faslından hiçbir kimseye pay ayrılmadığı, hatta bu konuda sahâbe icmâı oluştuğu ileri sürülür.
Bu uygulamayı göz önünde bulunduran Hanefî ve Mâlikî fakihleri Hz. Peygamber’in vefatından sonra müellefe-i kulûbun zekât gelirlerinden payının düştüğü görüşündedirler. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’in de prensip olarak bu görüşü savundukları, ancak İmam Şâfiî’nin müslümanlar savaş gibi felâketlerle karşılaştıklarında müellefe-i kulûb fonuna yeniden işlerlik kazandırılabileceği kanaatinde olduğu nakledilir.
Bir Kur’an hükmünün Hz. Peygamber’in vefatından sonra nesh ve lağv edildiği düşünülemez. Konu, toplumun sosyal ve siyasal yapısıyla, müslümanların böyle bir fon ayırmaya ihtiyaç duyup duymamasıyla alâkalıdır. Müslümanların yanında yer almalarında büyük fayda görülen bazı gayri müslim devletlere ve uluslararası etkin kuruluşlara zekât dışı gelirlerden yardım yapılabileceği gibi, İslâm’ı duyurmak ve yaymak amacıyla müslümanlar tarafından yapılan her türlü tanıtım ve ikna faaliyetleri de bu fondan desteklenebilir. Aynı şekilde yeni müslüman olanlara yardım edilerek onların ülkelerindeki müslüman olmayanlara İslâm sevdirilir.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı, İlmihal-1, İman ve İbadetler, 2013, Ankara
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/muellefe-i-kulub-kime-denir.html