Kur’ân’ın Mûcizevî Yönleri Nelerdir?

Kur’ân’ın Mûcizevî Yönleri Nelerdir?

Kuran’ın mucizevi yönleri nelerdir?

Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yönleri pek çoktur. Bunlara bir sınır koymak mümkün değildir.[1] Âlimler bu konuda pek çok eser kaleme almışlardır. Onun bugüne kadar idrâk edilebilen mûcizevî yönlerinin bir kısmı şöyledir:

Kur’ân-ı Kerîm’e karşı mücâdele etmelerine rağmen müşriklerin onun bir benzerini getiremeyişleri, Bilinen edebî şekillerden farklı olması,[2] Hiçbir beşerin ulaşamayacağı derecede belâğatin zirvesinde olan bir nazım, tertip ve telif güzelliğine sahip olması, Geçmişe ve geleceğe âit gaybî haberler ihtivâ etmesi ve bunların zamanı geldikçe aynen tahakkuk etmesi,[3] Kalplerde ve gönüllerde derûnî bir tesir icra etmesi, Ümmî bir kimse vâsıtasıyla tebliğ edilmesi,[4] Mânâlarının doğruluğu, Kelimelerindeki fesâhatin birbirini izlemesi,[5] Kur’ân’ın kendisine has mûsikîsi, Tarihi (nüzûlü, cem‘i, tertîbi vs…), İçinde lüzumsuz söz ve kelime bulunmaması, İlmî hakîkatleri ihtivâ etmesi…[6]

İmâm Süyûtî, Kur’ân’ın mûcizevî yönlerine bir sınır getirilemeyeceğini ifade etmiş ve bu hususta kaleme aldığı üç ciltlik eserinde otuz beş madde zikretmiştir.[7]

Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yönlerinden pekçoğunu anlamak için geniş bir ilim, kültür ve belâğat kâbiliyetine ihtiyaç yoktur. Onu tefekkür ederek okuyan her insan, kültürü ve eğitimi ne olursa olsun, mûcizevî yapısını kolayca fark edebilir.[8] Onun, sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı’nın kelâmı olduğunu, bir beşer tarafından söylenemeyeceğini derhâl kavrar.

2.1. Fesâhat ve Belâğati

Fesâhat lügatte “açık seçik olmak” demektir. Bu sebeple sözün kusurlardan arınmış olmasına fesahat denilmiştir. Böyle olan söze veya onu söyleyene de fasîh denilir.

Belâgat ise, sözün fasih olmakla birlikte zaman ve zemîne de münasip olmasıdır. Bir fikrin sözlü veya yazılı olarak yerinde, zamanında ve yeterince ifade edilmesidir. Mânanın güzel ve uygun ifadelerle zihinlere ulaştırılmasıdır. Câhız’a göre lafızla mânanın güzellikte birbiriyle yarışması, mânadan önce lafzın kulağa, lafızdan önce de mânanın zihne süratle ulaşmasıdır.[9]

Kur’ân’ın en başta gelen mucizevî yönü onun son derece fasîh ve belîğ olmasıdır. O, en güzel ve en münasip kelimelerden oluşan en akıcı, en tesirli ve en anlamlı cümleler ihtivâ eder. Onun her âyeti, beşerî lisan cümlelerinin fevkinde, eşsiz bir beyan mûcizesi olarak, kendine has bir ses âhengiyle nâzil olmuştur. O, insanoğlunun bir benzerini getirmekten âciz kaldığı muhteşem mânâ derinliklerine sahiptir. İlâhî hakîkatleri, müstesnâ bir diksiyon, ses ve tecvid zarâfeti içinde, lâhutî bir lisan ihtişâmıyla insanlığa tebliğ eder.

Kur’ân-ı Kerîm, ne şiir ne de nesirdir. Bilâkis hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya getiren emsalsiz bir üslûba sahiptir. Şiirde ve mûsikîde bulunmayan bir güzelliği vardır. Onu tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tâzelenen seslerden insan hislerinin her biri nasibini alır.[10]

Kur’ân dâimâ, müterâdif (aynı mânâya gelen) kelimelerden delâleti en hassas, tasvir gücü en fazla ve fesâhati en kuvvetli olanlarını seçer. Müfessir İbn-i Atiyye (v. 542) şöyle der:

“Kur’ân öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münâsip bir kelime bulmak mümkün değildir.”[11]

Kur’ân-ı Kerîm’in indiği toplum, edebiyâtın zirvesinde idi. Panayırlarda herkesin huzûrunda belâğat ve fesâhat müsâbakaları yapılırdı. Toplum yediden yetmişe güzel söz ve şiirle meşgul olurdu. Buna rağmen bütün edebiyat üstadları, Kur’ân-ı Kerîm’in belâğat, fesâhat ve hârikulâde nazmı karşısında çaresizlikten kıvranmış, sükûtun derinliklerine gömülmek zorunda kalmışlardır. Bir gün Mekke müşriklerinden Velîd bin Muğîre Peygamber Efendimiz’e gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.v) ona Kur’ân-ı Kerîm’den bazı bölümler okudu. Velîd Kur’ân’a hayran oldu, bir şey diyemedi. Kalbi îmâna yumuşadı. Onun bu hâlini haber alan Ebû Cehil, hemen yanına gelerek câhiliye hamiyyetini tahrik etti:

“–Amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyor. Zira sen Muhammed’e gidip mal istemişsin!” dedi. Velîd:

“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim” dedi. Ebû Cehil:

“–O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin!” dedi. Velîd:

“–Ne söyleyeyim? Vallâhi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[12], kasîdeyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallâhi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallâhi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, bütün sözleri yıkıp geçiyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor!” dedi. Ebû Cehil ısrarla:

“–Sen onun aleyhine bir şey söylemedikçe kavmin râzı olmayacak!” dedi. O da:

“–Bırak beni biraz düşüneyim!” dedi. Sonra da:

“–Bu nakledilen bir sihirdir.” diyebildi.[13] Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün canlılığı ile şöyle tasvir edilir:

“O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. En sonunda kibrini yenemeyip sırt çevirdi: «Bu, nakledilen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir» dedi.” (el-Müddessir 74/18-25)

Arap edebiyatının ileri gelenlerinden Velid, Kur’ân’ın çarpıcı üslûp ve belâgati karşısında şaşkın bir hâle düşerek derin derin düşünmüş, fakat nefsinin ve şeytanın vesveselerini yenemediği için îmân etmemiştir.

Müslümanların sayısının hızla artması ve Hz. Hamza, Hz. Ömer gibi kahramanların Müslüman olması üzerine müşrikler iyice telâşa kapıldılar. Derhal toplanarak İslâm’ın yükselişine mânî olmak için çâreler düşündüler:

“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler. Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı seçerek Allah Rasûlü’ne gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce Peygamber Efendimiz’e yapmış olduğu mal, makam, kadın gibi teklifleri fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Allah Rasûlü (s.a.v), sözleri bitinceye kadar onu sessizce dinlediler. Daha sonra ona künyesiyle hitâb ederek:

“−Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordular. Utbe, “Evet!” deyince Rasûlullah (s.a.v):

“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurup Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladılar. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:

“−Ey Ebû’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdular. Utbe o kadar müteessir olmuştu ki cereyana kapılmış bir insana dönmüştü. Kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, kendisini gören müşrikler:

“−Vallâhi Ebû’l-Velîd, gittiğinden çok farklı bir yüzle dönüyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına vardığında heyecanla:

“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:

“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:

فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ

«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: Ben sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim»[14] dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tuttum. Durması için akrabâlığımızın hakkını ileri sürerek yemin ettim. Zira Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum. Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Onu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer diğer Arap kabîleleri onunla savaşıp kendisini öldürürlerse, siz de zahmet çekmeden bu meseleden kurtulmuş olursunuz. Şayet o Araplara hâkim olursa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mes‘ûdu olursunuz!” dedi. Kureyşliler:

“−Ey Ebû’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:

“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi.[15]

Hicretin 9. senesinde Medîne’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnâda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Rasûlullah (s.a.v) ona Kur’ân-ı Kerîm okuyup İslâm’ı anlattılar. İşittiklerine hayran kalan Ebû Harb:

“–Vallâhi sen, ya Allah’a, ya da Allah’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen öyle sözler söylüyorsun ki, doğrusu, biz onun gibi güzel bir söz hiç işitmedik…” dedi.[16] Kur’ân’da konuşan zâtın insan olmadığını derhal farketti.

O zamanlar bedevîler, belâğat ve fesâhatta en zirve insanlardı. Bir gün bedevîlerden biri, Cenâb-ı Hakk’ın:

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ

“Sana emrolunan şeyleri açıkça söyle ve şirk koşanlardan yüz çevir!”[17] âyetini işitince derhal secdeye kapanmıştı. Bu hareketinin sebebi sorulunca:

“–Sırf fesâhati sebebiyle secde ettim!” dedi.[18]

Bu âyette ona tesir eden hususlar, “ilahî tebliği en mükemmel bir şekilde açıklama, hak ile batılın arasını iyice ayırıp onu apaçık bir şekilde dile getirme ve bu yolda cesur davranma mânâlarını ihtivâ eden “fe’sdaʻ” kelimesiyle[19]; bunca kısalığına rağmen çok mânâlar ihtivâ eden “bi-mâ tu’mer: Sana emredilen, söylenilen her şeyi” terkibi ve bu cümlenin ihtivâ ettiği emsalsiz mûsikî idi.

Bir başka bedevî:

فَلَمَّا اسْتَيْـَٔسُوا مِنْهُ خَلَصُوا نَجِيًّا

“Ondan ümidi kesince aralarında fısıltıyla konuşmak üzere (bir kenara) çekildiler”[20] âyetini işitmişti. Bunun üzerine:

“–Şehâdet ederim ki, bir kul böyle bir söz söyleyemez!” diyerek, hayret ve hayranlığını izhar etti.[21]

 Kur’ân bu fesahat ve belâğatı sebebiyle çok kolay okunur ve ezberlenir. Onun mucizevî yönlerinden biri de Allah’ın onu ezber ve öğüt için bütün dillere ve gönüllere kolaylaştırmasıdır. Öyleki manasını anlamayan insanlar bile onu kolayca ezberleyebilirler.[22]

2.2. Gaybî Haberler Vermesi

Kur’ân-ı Kerîm, gayba dâir pek çok haberler ve işaretler ihtivâ eder. Onda geçmişe, hâle ve geleceğe dâir işaretler, bilgiler ve atıflar mevcuttur.[23] Melekler, cinler ve insanlar ise gaybı bilemezler. Allah gayba dair bilgilerden dilediği kadarını dilediği rasûlüne bildirdiğini haber vermiştir.[24] Bunun dışında hiçbir varlığın gayba dair bilgisi yoktur. Kur’ân’da bu tür bilgilerin yer alması ve bir kısmının doğruluğunun ilmen ispat edilmesi onun Allah kelâmı olduğunu ve verdiği diğer haberlerin de aynen gerçekleşeceğini göstermektedir.

2.2.1. Geçmişe Âit Haberler

Kur’ân-ı Kerîm’in insanın ilk yaratılış kademelerini, ondan sonra cereyan eden hâdiseleri, bizden önceki toplumları, onların hayat hikâyelerini, kendilerine gönderilen peygamberler ile münâsebetlerini anlatması, mâzîye âit gayb haberlerindendir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i hangisi yetiştirecek diye kur‘a çekerlerken, sen onların yanında değildin, bu hususta ihtilâf ederlerken de orada bulunmuş değildin.” (Âl-i İmrân 3/44)

“Biz bu Kur’ân’ı sana vahyederek, hâdiseleri sana en güzel şekilde anlatıyoruz. Oysa daha önce bunlardan habersizdin…” (Yûsuf 12/3)

“Sana böylece vahyettiklerimiz, gayba âit haberlerdir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları zaman sen yanlarında değildin.” (Yûsuf 12/102)

“Sen daha önce ne bir kitap okumuş ne de elinle yazmıştın; öyle olsaydı, inkârcılar şüpheye düşebilirlerdi.” (el-Ankebût 29/48)

Mekke müşrikleri önceki kavimlerle ilgili birtakım efsânevî bilgi kırıntılarına sahiptiler. Kur’ân-ı Kerîm ise onlarla ilgili, günümüz târih ilminin de tasdîk ettiği şekilde en doğru bilgileri getirdi.

Meselâ Ehl-i Kitâb’a göre Ashâb-ı Kehf, mağaralarında üç yüz güneş yılı kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm, onların mağarada üç yüz sene kaldıklarını, buna dokuz senenin de ilâve edildiğini söylemektedir. Bu dokuz yıl, şemsî ve kamerî yıl arasındaki zaman farkıdır. Hâlbuki o zaman insanlar şemsî yılı bilmiyor, aralarındaki farktan da haberleri yoktu. Âyet-i kerîmede mûcizevî bir şekilde şöyle buyrulur:

“Onlar mağaralarında üç yüz yıl ve buna ilâveten dokuz yıl kalmışlardır.” (el-Kehf, 18/25)

Kur’ân-ı Kerim bunun gibi son derece hassas ve hakikate uygun bilgiler vermektedir.

2.2.2. Hâle Âit Haberler

Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyeti, sıfatları, fiilleri, melekler, cinler, kabir âlemi, Cennet ve Cehennem ile alâkalı haberler, bilhassa ehl-i kitâb, münâfık ve müşriklerin içlerinden geçirdikleri hîle ve tuzaklar ile psikolojik yapılarını anlatan âyetler nüzul zamanıyla alâkalı gaybî bilgilerdir.

Tefsir âlimi Mukâtil şöyle anlatır: Mekke’nin fethedildiği gün Rasûlullah (s.a.v), Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üstüne çıkıp ezan okumasını emretmişti.

Attâb bin Esîd: “Allah’a hamdolsun ki babam daha önceden öldü de bu günü görmedi” dedi.

Hâris bin Hişâm, “Muhammed, müezzin olarak şu kara kargadan başkasını bulamamış mı?” dedi.

Süheyl bin Amr, “Allah bir şeyi diledi mi onu değiştirir” dedi.

Ebu Süfyân da, “Ben bir şey söylemeyeceğim. Çünkü semânın Rabbinin bunları Muhammed’e haber vermesinden korkarım” dedi.

Cibrîl (a.s) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelerek bu sözleri haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.v), onları çağırıp ne söylediklerini sordu. Onlar da bu sözleri ikrar ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hucurât Sûresi’nin 13. âyetini indirip onları birbirlerine karşı soy, sop, mal-mülk çokluğu gibi şeylerle övünmekten ve fakirlerle alay etmekten menetti.[25]

Ebû Süfyân gibi akıllı insanlar tefalarca tecrübe ettikten sonra artık Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e Allah’tan bilgiler geldiğini iyice anlamışlardı. Bu sebeple konuşmalarına ve düşüncelerine dikkat etmeye başlamışlardı.

O gün vahyin haber verdiği gaybî bilgilere örnek olarak şunları zikredebiliriz:

Kıble hususunda Allah Rasûlü’nün kalbinden geçenler,[26] Yahudilerin kalblerindeki kinin daha büyük olması,[27] ölümü asla temenni etmeyecekleri[28] Allah’ın âyetleri hakkında kesin bir delil olmaksızın münakaşa eden kimselerin, kalbinde asla yetişemeyecekleri bir büyüklük hevesi taşımaları[29] Münafıkların kalblerinde mü’minlere karşı hissettikleri korkunun Allah korkusundan fazla olması[30] Bedir öncesi Müslümanların çoğunun ordu yerine savaşmadan kervanı elde etmeyi istemeleri[31] Uhud Harbi’ne çıkan münafıkların kalblerindeki düşünceler[32] Uhud’a giderken iki kabilenin bozulma istekleri[33]…

Bütün bunlar Kur’ân’ın gaybden verdiği haberler idi. Bu düşüncelerin sahipleri Kur’ân’ın verdiği haberleri hiçbir zaman inkâr etmemiş, doğruluğunu kabul etmişlerdir. İnsanlar bunu defalarca tecrübe ettikleri için daha dikkatli olmaya mecbur kalıyorlardı. Nitekim Hz. Ömer (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Bir takım insanlar, Rasûlullah (s.a.v) zamanında vahiy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şim­di ise vahiy kesilmiştir. Şimdi biz sizi ancak zâhirde gördüğümüz amellerinize göre değerlendiririz. Kim hayır hâli ızhâr ederse, biz ona güvenir ve ikrâm ederiz. Onun gizli işlerinden hiçbir şey(i araştırmak) bize âid de­ğildir. Gizli işleri hususunda onu Allah hesaba çeker. Kim de şer hâli ızhâr ederse, o kalbinin temiz oldu­ğunu söylese de, biz ona güvenmez ve sözünü tasdik etmeyiz.”[34]

Abdullah bin Ömer (r.a) de şöyle demiştir: “Biz Rasûlullah (s.a.v) zamanında hakkımızda bir vahiy gelir korkusuyla hanımlarımıza istediğimiz gibi davranmaktan sakınırdık. Allah Rasûlü (s.a.v) vefat edince istediğimiz gibi konuşup davranmaya başladık.”[35]

2.2.3. İstikbâle Âit Haberler

Gayba dâir haberlerin en mühimleri ise, gelecekte cereyan edecek hâdiselerin bildirilmesidir. Bu haberlerin, aynen bildirildiği gibi tahakkuk ettiğini tarih de tasdik edince, Kur’ân-ı Kerîm’in, “Allâmu’l-Ğuyûb” yani gaybları tam olarak ve en iyi şekilde bilen Allah Teâlâ tarafından indirildiğinde şüphe kalmamıştır. Bununla ilgili birkaç misal zikredelim:

Hristiyan olan Rumlar ile mecûsî olan İranlılar arasında bir harp vukû bulmuş ve mecûsîler gâlip gelmişti. Bundan istifâde etmek isteyen müşrikler, müslümanlara:

“–İlâhî kitap sâyesinde üstün geleceğinizi sanıyordunuz. İşte mecûsîler, Kitap ehli olan Rumları yendiler” diyerek onların îman ve azimlerini kırmaya çalıştılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, müşriklere hüzün, mü’minlere sürur verecek olan şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:

“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar yenildi; en yakın yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlip geleceklerdir, birkaç yıl içinde. İşler önceden de sonradan da Allah’a âittir. O gün mü’minler Allah’ın yardımıyla sevinirler. O mutlak gâliptir, merhamet ve ihsan sahibidir.” (er-Rûm 30/1-5)

O sırada Rumlar öyle zayıf düşmüşlerdi ki, hiç kimse, bellerini kıran bu mağlûbiyetin ardından tekrar gâlip gelebileceklerine ihtimâl vermiyordu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, kuvvetli bir te’kidle şöyle buyuruyordu:

“Bu, Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm 30/6)

Nihayet Cenâb-ı Hak, vaadini gerçekleştirdi. Tarihçilerin ittifâkıyla dokuz seneden az bir zaman içinde Rumlar İranlılara gâlip geldiler. Aynı gün, müslümanlar da Bedir Gazvesi’nde müşriklere karşı zafer kazanıp sevindiler.[36] Bu da 4. ve 5. âyet-i kerîmelerde haber verilen ikinci bir mûcizeydi.

Kur’ân’ın istikbâle ait haberlerine şunları da misal olarak zikredebiliriz: İnkârcıların Kur’ân’ın bir benzerini asla getiremeyeceği,[37] müşriklerin hezimete uğrayaca­ğı,[38] Allah Rasûlü’nün Mekke’ye tekrar döneceği,[39] ashâb-ı kirâmın Mescid-i Harâm’a emniyet içerisinde gireceği, bir müddet sonra da büyük bir zaferle Mekke’yi fethedeceği,[40] insanların fevc fevc Allah’ın dinine gireceği,[41] Allah’ın hak dini bütün dinlere üstün kılacağı,[42] Kur’ân’ı muhafaza edeceği…[43] Beşer olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in, buna benzer gaybî haber­leri kendiliğinden vermesi mümkün değildir. Bunları ancak vahiy yoluyla her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Allah’tan öğrenmiş ve insanlara tebliğ etmiştir.

2.3. İlmî Keşiflere İşaret Etmesi

Kur’ân-ı Kerîm’in esas maksadı insanları hidâyete erdirmektir. Dolayısıyla onu bir fizik, kimya, astronomi, tıp kitabı gibi düşünmemeli, bu alanlarla ilgili bilgiler vermesini beklememelidir. Buna rağmen, bilhassa tevhid akîdesine dikkat çekmek üzere tabiat ilimlerinin sahasına giren konularda verdiği özlü bilgilerin, daha sonra modern ilim tarafından keşfedilmesi, onun ayrı bir mûcizevî yönünü teşkil etmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kur’ân’ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan delillerimizi hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye şâhitlik etmesi (onlar için) yeterli değil midir?” (Fussilet 41/53)

“Şunu da söyle: Hamd Allah’a mahsustur. O, işaretlerini size gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (en-Neml 27/93)

“Onun bildirdiklerinin gerçekliğini bir zaman sonra öğreneceksiniz.” (Sâd 38/88)

İlmî keşiflere ışık tutması, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlarda devam edecek ayrı bir mûcizesidir. Bu vasfı onun ihtişâmını, her seferinde yeniden ispat edip durmaktadır. Nitekim sürekli artarak devam eden ilmî terakkîler, bu bilgileri devamlı teyid ve tasdik etmektedir. Ancak bu konuda dikkatli davranmak gerekmektedir. Sıhhati sâbit olmamış ilmî nazariyeleri (teorileri) Kur’ân âyetleriyle îzâh etmeye kalkmamalıdır. Bir müddet sonra onlar terkedilir veya yalanlanabilir. Bu durumda insanlar kusuru yanlış tefsir yapan kimsede değil de Kur’ân’da görmeye kalkabilirler. Ancak doğruluğu ispat edilmiş olan ilmî hakikatleri alıp bir kısım âyet ve hadisleri onlarla îzâh etmekte bir mahzur yoktur.[44] Bu konuya misal olarak şunları zikredebiliriz:

2.3.1. İnsanın Yaratılışı

İnsanın anne karnında teşekkülü ve teselsülü husûsunda Kur’ân-ı Kerîm, modern ilmin daha yakın zamanda keşfedebildiği birtakım orijinal bilgiler verir:

“Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden şüphe duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim; ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hâle gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir…” (el-Hacc 22/5)

“Gerçek şu ki biz insanı çamurdan alınmış bir özden yaratıyoruz; Sonra onu sağlam bir korunakta nutfe hâline getiriyoruz. Ardından nutfeyi (döllenmiş yumurta) alakaya (rahimde asılıp beslenen embriyoya) çeviriyor, alakayı şekilsiz et (görünümünde) yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonra da kemiklere adale giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir yaratık hâlinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir.” (el-Mü’minûn 23/12-14)

Rasûlullah (s.a.v) de bu konuda şöyle buyururlar:

“Her birinizin yaratılış mayası, ana rahminde nutfe olarak kırk gün derlenip toplanır. Sonra yine (kırk gün içinde) aleka hâline gelir. Sonra yine öyle (bir kırk gün daha) et parçası (mudğa) hâlindedir. Bundan sonra bir melek gönderilir. (Melek, Allah’ın emriyle) ona rûh üfler ve rızkını, ecelini, amelini, şakî veya saîd (kötü veya iyi) olacağını yazar.”[45]

Âyet ve hadîslerin verdiği bu bilgilerle, yakın zamanda modern biyolojinin tespitleriyle tefsir edilmiştir. Bu bilgiler, on dokuzuncu asırdan önce yeryüzünün hiçbir yerinde bilinmiyordu. Kur’ân bu hakîkatleri, on dört asır önce sâde bir üslûpla ve net bir şekilde açıklamıştır. Kanada’nın Toronto Üniversitesi’nde Embriyoloji profesörü olan Keith L. Moore Kur’ân’ın bu âyetlerine hayran kalanlardandır.

Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını îzâh ettikten sonra Abdülmecit Zindânî’nin tavsiyesi ile bu bilgileri âyet-i kerîmelerle karşılaştırmaya karar verir. Sonuçta ilmin Kur’ân-ı Kerîm’le mutâbakat hâlinde olduğunu, hattâ Kur’ân’ın, verdiği misal ve târiflerle tıp ilminin önünde gittiğini itirâf eder. Keith, Kur’ân’daki nutfe, aleka ve mudğa tâbirlerinin, yani bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp âlemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu ifâde eder. Nutfe hâli olarak ifâde edilen safha, ilmî araştırmaların bütün muhteviyâtına şâmildir. Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Ceninin bütün hayat özellikleri, bu pıhtı hâlindeki kanda depolanmıştır. Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası hâlinde olduğu görülür. Âdeta üzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar neticesinde Keith, Kur’ân ve Rasûlullah (s.a.v) hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur’ân’ın 1400 sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi’nân hâli içinde tasdîk eder.

Ayrıca Keith, verdiği bir konferansta Kur’ân-ı Kerîm’in embriyoloji ile ilgili hakîkatleri karşısında şöyle bir îtirafta bulunur: “Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği mûcizeler üzerinde size bir konferans takdîm ettiğim için çok mutluyum! Asrımızın ilim ve teknolojisinin daha yeni keşfettiği gerçeklerin, bundan 14 asır önce ümmî bir insan tarafından dile getirilmesi, beni büyük bir şaşkınlık ve hayrete düşürmüş, yaptığım bütün araştırmalar da, beni Kur’ân’ın şeksiz şüphesiz vahiy mahsûlü olduğu husûsunda kesin bir kanaate sevk etmiştir.”[46]

Keith, Kur’ân’dan öğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Önce) isimli kitabının ikinci baskısına ilâve etmiştir. Kendisine:

“–Bu bilgilerin Kur’ân’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca:

“–O Kur’ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir” cevâbını vermiştir.[47]

Kur’ân’ın verdiği bilgilere hayran kalan ilim adamlarından biri de Amerika’da anatomi ana bilim dalı başkanı olan Prof. Dr. Marshall Johnson’dur. Kur’ân’daki yaratılış safhaları ile “mudğa”nın ihtivâ ettiği hakîkatler son derece dikkatini çekmiş ve onu hayrete düşürmüştür:

Bir çiğnemlik et… Tam dişlerin dizilişine göre şekillenmiş durumda. Sanki çiğnenmiş bir etin üzerinde kalan diş izleri görüntüsü… Tamamı bir santimetre (âdeta bir lokma kadar). Mudğa’da insanın bütün husûsiyetleri mevcut. Ancak kimi faal, kimisi henüz faâliyete geçmemiş! Tıp, bu durumu anlatabilecek bir tâbir bulamıyor. Organlar iş yapıyor dese, yapmayanlar var; yapmıyor dese yapanlar var. Oysa Kur’ân, bunu “belli belirsiz bir çiğnem et” diye tavsîf ederek onun bütün bilgilerini ihtivâ eden bir tâbirle düğümü 1400 küsûr sene evvelinden çözmüş bile… İşte Kur’ânî bilgileri önce peşînen reddedip sonra da tamâmen kabûl etmek zorunda kalan, hattâ bu arada birçok yeni hakîkatler de öğrenen Prof. Dr. Marshall, sonunda ısrarlı bir şekilde şöyle demekten kendini alamadı:

“Evet, ilim ehline ışık tutan bu Kur’ân, Allah tarafından indirilmiştir. Zamanı geldikçe onun hakîkatleri böyle tek tek açılacak ve ortaya çıkacaktır. Allah’ın buyurduğu, «Her haberin mukarrer bir zamanı var, artık ileride bilirsiniz!»[48] âyeti tecellî edecektir.”[49]

İlim adamları, 17. yüzyılda henüz mikroskop keşfedilmeden önce, spermin ana rahmine tam bir insan şeklinde geçtiğini zannediyor, insanın safha safha yaratılışını bilmiyorlardı. Bu görüş, 18. yüzyılda da devâm etti. Hattâ 19. asrın yarısına kadar ilim adamları, insanın safha safha yaratıldığı hakîkatine ulaşamadılar. Ancak son zamanlarda teknik imkânların iyice artması sebebiyle bu hususta yeterli araştırmaları yapabildiler ve nihâyet Kur’ân’ın 1400 sene evvel ifâde buyurduğu hakîkatin eşiğine varabildiler. Demek ki, doğru bir şekilde yapılan bütün ilmî çalışmalar, sonunda mutlaka Kur’ân’ı tasdik edecektir. Bu durum, Kur’ân’ın azamet ve ihtişâmını gösteren delillerden sadece biridir.[50]

2.3.2. Anne Sütü

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de çocukların iki tam yıl emzirilmesini tavsiye ederek şöyle buyurur:

“Emzirmenin tamamlanmasını isteyen kimse için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler…” (el-Bakara 2/233)

“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur…” (Lokman 31/14)

“İnsana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu zahmete katlanarak taşıdı ve zorluk çekerek doğurdu. Karnında taşıması ve sütten kesmesinin süresi otuz aydır…” (el-Ahkâf 46/15)

Zamanımızda tıp ilmi de, annenin çocuğunu emzirmesinin, hem kendi sağlığı hem de bebeğin sağlığı açısından fevkalâde ehemmiyetli olduğunu ispat etmiştir. Anne sütünde çocuğun ihtiyaç duyduğu vitaminler, hormonlar, koruyucu maddeler ve mikroplarla mücâdele eden enzimler yanında annenin karakterini çocukta teşekkül ettirecek unsurlar mevcuttur. Anne sütünde, insanın beslenmesi açısından temel unsur olan protein, şeker, yağ, fosfor ve vitaminlerin tümü, bebeğin bünyesine uygun gelecek şekilde çok âhenkli bir nisbet ve ölçüde bulunmaktadır. Anne sütünde, bebeği ilk altı ayda tüm mikroplu hastalıklardan koruyan bağışıklık maddeleri vardır. Bu ve benzeri sebeplerle bebeğin ilk altı ayda sadece sütle beslenmesi çok faydalıdır.

Tıp ilmine göre de, ideal bir emzirme süresi iki tam yıldır. Çünkü karaciğerin kan yapması dolayısıyla çok yüklü oluşu ve diğer organların gelişim hâlinde olması sebebiyle anne sütüne olan mecbûrî ihtiyaç, iki yıl devam etmektedir. Ayrıca çocuğa âit gelişmenin en önemli safhasında da gerçek biyolojik maddelere olan ihtiyaç süresi iki yıldır. Zira tıp, bebeğin ilk iki yılda gerçekleştireceği gelişmenin en mühim devre olduğunu kabûl etmektedir. Yine tıp, bebeğini 1-2 yıl emziren annelerde biyolojik bir yenilenmenin meydana geldiğini, bu sebeple onlarda göğüs kanserinin çok az görüldüğünü, çocuğuna süt vermeyen annelerin ise, sıhhat bakımından tehlike altında bulunduğunu ifâde etmektedir. Bütün bu faydaların kâmil mânâda gerçekleşmesi için emzirmenin iki yıl olması îcâb eder ki, bu da büyük bir Kur’ân mûcizesidir.

Diğer taraftan Nisâ Sûresi’nin 23. âyetinde evlenilmesi haram olan kadınlar arasında “süt bacılar” da sayılmaktadır. İslâm fıkhına göre, çocukluğun ilk iki yılı içerisinde vukû bulan emzirmelerle sütkardeşliği meydana gelir. İki yıldan sonraki emzirmelerde bu kardeşlik mevzubahis değildir. Demek ki, iki yıl sonra anne sütü, taşıdığı aslî özelliğini büyük ölçüde yitirmektedir.

Anne sütü, çocuğun rahimde meydana gelmesiyle oluşur. Bir başka çocuk, iki seneye kadar bu sütten belli bir miktar emdiğinde sütkardeşliği tahakkuk eder. Bu süt, çocuğun oluşmasıyla meydana geldiği için, onu emen diğer çocuğa da aynı karakter intikal eder. Yani ortak vasıflara hâiz bir kardeşlik karakteri gerçekleşir. Bu sebeple İslâm’da, zikri geçen âyet-i kerîme ile sütkardeşlerinin evlenmesi haram kılınmıştır. Normal batın kardeşliği gibi sütkardeşliği de aynı mahremiyet ölçülerine tâbîdir. Bu haram kılmanın, bilinen ve bugün için henüz meçhûl olan pek çok hikmetlerinin bulunduğu muhakkaktır.[51]

Yukarıda zikredilen âyetlerde bir mucize daha vardır: Bakara sûresinin 233. âyetiyle Lokman sûresinin 14. âyetinde çocuğun iki sene emzirilmesinden bahsediliyor. Ahkâf sûresinin 15. âyetinde ise hâmileliğin ve sütten kesmenin süresinin otuz ay olduğu ifade ediliyor. İki seneyi yani yirmi dört ayı süt emmeye ayırdığımızda geriye altı ay kalıyor. Bu da hâmileliğin en kısa süresinin altı ay olduğunu gösteriyor.

İmam Mâlik şöyle anlatır: Hz. Osman’a evliliğinin altıncı ayında doğum yapan bir kadın getirildi. Normalde bir çocuk ancak dokuz ayda doğabileceğinden bu durum, insanları şüpheye düşürdü. Kadının cezâlandırılmasını düşünürken Hz. Ali (r.a) müdâhale etti. Bahsedilen âyetleri okuyarak; “Bu durumda hâmilelik müddeti altı ay olabilir” dedi. Bu açıklama üzerine Hz. Osman (r.a) kararından vazgeçti.[52]

Bu âyetlerde aynı zamanda zaruret hallerinde çocuğu iki yılı doldurmadan sütten kesmenin mümkün olduğuna işaret edildiğini de söyleyebiliriz.

2.3.3. Parmak İzi

Parmak izlerini inceleyen ilim dalı (Daktiloskopi), parmak uçlarının ömür boyunca hiç değişmeden aynı kaldığını; hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkine benzemediğini ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 1875 yılında keşfedilmiş ve 1884 senesinde kullanılmaya başlanmıştır.[53] Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm parmak uçlarının bu husûsiyetine asırlar öncesinden şöyle dikkat çekmiştir:

“İnsan, Biz’im, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız; onun parmak uçlarını (بَنَانَهُ) bile bütün incelikleriyle yeniden düzenlemeye gücümüz yeter!” (el-Kıyâme 75/3-4)

Bugün bir şifre olarak parmak iziyle açılan bilgisayarlar ve kapılar kullanılmaktadır. Zira her insanın parmak izi farklıdır. Hattâ insanın her bir parmağının izi diğerinden farklıdır. Tıpkı parmak izi gibi, insanların gözleri de birbirinden farklıdır. Şifre yerine, sahibinin gözüyle çalışan makineler, açılan bilgisayarlar veya kapılar, günlük hayatta giderek yaygınlaşmaktadır. 1 cm2 bile olmayan küçücük bir alanda sonsuz farklılıkları yaratan Allah Teâlâ yüceler yücesidir!

2.3.4. Gen Hârikası

Genetik ilminde yapılan ye­ni ke­şif­ler, her in­sa­nın nev’i şah­sı­na mün­ha­sır bir başka şif­re­si daha ol­du­ğunu or­ta­ya koy­muş­tur. Üstelik bu gen denilen şeyler o kadar küçüktür ki, yeryüzündeki bütün canlıların genleri bir araya toplansa bir fındık kabuğunu doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler, her canlı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkilere husûsiyetlerini verirler. Bu ancak hikmet sahibi bir yaratıcıdan sâdır olabilecek sonsuz bir ilim ve kudretin eseri olabilir; başka hiçbir nazariyeye imkân yoktur.[54] Nitekim bu hakîkate işaretle Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şâhit tutarak, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» buyurmuştu. Onlar da, «Evet, şâhit olduk (ki Rabbimizsin)» demişlerdi. Böyle yapmamız, kıyâmet günü, «Biz bundan habersizdik» dememeniz içindir.” (el-A‘râf 7/172)

2.3.5. Acıyı Deri Hisseder

Tayland, Cayn-Mayn Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason, azapla ilgili bir çalışma yapmış ve şu neticelere ulaşmıştı: Azâbın uzun müddet devam edebilmesi için, deriler ateşte yanıp hissiyat yok olduğunda, onlara yeniden aynı kâbiliyeti kazandırmak gerekir. Çünkü azap, deriler üzerinde gerçekleştiği için, deriler yana yana içindeki sinirler tahriş olur ve devre dışı kalır ki bu, azâbın artık hissedilmemesi demektir. Zira beyin, idâre ettiği hissetme işini deri vâsıtasıyla yapmaktadır.

Bu ilmî neticelere ulaşan Tajason’a bir gün şu âyet-i kerîme gösterildi:

“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri yarın ateşe atacağız! Onların derileri yandıkça, başka derilerle değiştiririz ki, azâbı tatsınlar! Allah dâimâ üstün ve Hakîm’dir.” (en-Nisâ 4/56)

Âyet-i kerîme, Tajason’a şok tesiri yaptı. Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer kelâmı olamayacağını îtirâf etti. Memleketine döndüğünde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi îmân etti. Nihâyet kendisi de Riyad’da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehâdet getirdikten sonra sevinçle; “Ben de müslüman oldum!” diye haykırdı ve bundan sonraki ömrünü Kur’ân’a adadı.[55]

2.3.6. Göklerle Yerin Bitişikken Ayrılması

Kur’ân-ı Kerîm’de göklerle yerin önceden bitişik olduğu, daha sonra yaratılma sürecinde Allah tarafından ayrıldığı bildirilir:

“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Hâlâ inanmazlar mı? Onları sarsmasın diye yeryüzüne köklü dağlar yerleştirdik. Orada geniş geniş yollar açtık; ta ki doğru ve rahatça gidip maksatlarına ulaşsınlar. Biz, semâyı da korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirirler. O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı… yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (el-Enbiyâ 21/30-33)[56]

“Sonra (Allah’ın irâdesi) göğe yöneldi; o zaman gök duman hâlinde idi. Ona ve yerküreye; «İsteyerek veya istemeyerek, gelin!» buyurdu. İkisi de; «İsteyerek geldik» dediler.” (Fussilet 41/11)

Bugün ilim dünyasının bu konuda sahip olduğu kuvvetli kanaat da, bu âyetlerin çizdiği çerçeveye uygun düşmektedir.[57]

Tokyo İlmî Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof. Dr. Yuşili Kozayn bir konferansında yerin ve gökteki diğer cisimlerin oluşumu hakkında bugün ilmin gâyet net tespitler yaptığını söylemekte ve bunların sâbit gaz kütlesi hâlinde iken patlama sonucu oluştuklarını anlatmaktaydı. Bu esnada kendisine Kur’ân’ın bu konuyla ilgili âyetlerinden bahsedildi. Kur’ân, bu oluşum hâlindeki varlığa “duhan” diyordu ve bu tâbir ona çok tesir etti. Çünkü o âna kadar ilim, gaz kütlesinin patlaması neticesinde belirmeye başlayan şekli “sis” kelimesiyle ifâde etmekteydi. Hâlbuki sis, bünyesinde bulunan soğukluk ve su gibi özellikleriyle bu hakîkati îzahtan çok uzaktı. Kur’ân-ı Kerîm ise “duhân, yani sıcak duman” demekle, hem gerçek târifi yapmış, hem de mevcut reaksiyona ışık tutarak patlamadaki harârete de değinmiş bulunuyordu. Yuşili:

“–Bu kitap ne zaman indi?” diye sordu.

“–1400 sene evvel” cevabını alınca şok oldu ve büyük bir şaşkınlık içinde şöyle dedi:

“–Hiç şüphe yok ki bu kitap, kâinâta tepeden bakıyor. Baksanıza; ne var ne yok her şeyi bütün ayrıntılarına kadar görmüş ve hem de gücüne erişilemeyecek bir mükemmellikle tasvîr etmiş!.. Ona gizli kalabilen hiçbir şey yok!”

Kendisine, müsbet ilim ancak bâzı hakîkat kırıntılarını tespit ve keşfedebildiği hâlde, Kur’ân’ın, bunları daha dakîk bir şekilde önceden nasıl haber verdiği sorulunca Yuşili şu cevabı vermiştir:

“–Bu bilgilerin bir insan sözü olması mümkün değil! Çünkü biz ilim erbâbı, ancak bir mevzû üzerinde derinleşebiliyoruz. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm, bütün bir kâinat sahasındaki bilgileri, hattâ daha ötelerini en mükemmel bir şekilde ihtivâ ediyor ve îzah ediyor! Bu kadar geniş bir sahayı içine alan en doğru ve en mükemmel bir ilmî kudreti hiçbir beşer gösteremez! Bundan sonra ilmî hayatımın rotası Kur’ân-ı Kerîm olacak! Önceki dar çerçevemi Kur’ân’la genişleteceğim!..”[58]

Bu izahlardan anlıyoruz ki kâinat ezelî ve ebedî değildir. Onun bir başlangıcı vardır ve mutlaka bir sonu da olacaktır. Allah bütün varlıkları, daha önce hiçbir mahlûk yokken yoktan var etmiştir. Kâinâtın ilk maddesine “ol” demiş, madde de oluvermiştir.[59]

2.3.7. Galaksiler ve Güneş Sistemi

Kur’ân-ı Kerim’de pek çok defa göklerin yaratılışına, sağlamlığına ve genişliğine dikkat çekilir.[60] Yakın zamana kadar insanlar göklerin genişliğini ve büyüklüğünü çok sınırlı bir şekilde anlayabiliyorlardı. Ancak son gelişmelerle semaların ne muazzam bir yapıda olduğu daha iyi anlaşıldı ve böylece Kur’ânî ifadeler de daha iyi idrak edilmeye başladı. Şimdi bunu daha yakından görebilmek için insanoğlunun göklerle ilgili ulaşabildiği bir takım bilgileri nakledelim:

Her gün gördüğümüz Güneş’ten başlayalım. Güneş sistemi 12 milyar km çapındadır. Güneş’in yaşı 4,5-5 milyar yıl olarak hesap ediliyor. Güneş, Samanyolu merkezinden 30.000 ışık yılı uzaktadır.

Güneş’te her saniye 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşür. Aradaki 4 milyon tonluk gaz maddesi de enerji/ışın hâlinde yayılır. Yok olan kütleye göre hesap edersek Güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmiş olacaktır. Eğer Güneş 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji üretiyorsa, bu süre içinde kaybetmiş olduğu kütle 400 milyar kere milyon ton olacaktır ki, bu değer, yine de Güneş’in şimdiki toplam kütlesinin 5000’de biri kadar ancak tutar.

Güneş zeminindeki sıcaklık 6000 santigrat derecedir. Merkezindeki sıcaklık ise yaklaşık olarak 20 milyon santigrat dereceyi bulur. Güneş’in sıcaklığı devamlı artarken, çapı da büyüyor. Çapı büyümeye devam eden Güneş’in bir zaman sonra patlayarak en yakın gezegenleri Merkür, Venüs, Dünya ve Mars’ı yok edebileceği mümkün görülmektedir.

Güneş’in kütlesi 2 x 1027 yani iki kere milyar kere milyar kere milyar tondur. 700.000 kilometrelik devâsâ bir yarıçapı vardır. Dünya’dan 324.529 kat daha büyüktür.[61]

Güneş’ten daha büyük yıldızlar vardır. Büyüklü küçüklü milyarlarca yıldızın birleşmesiyle bir galaksi (gökada) meydana gelir. Semâda milyarlarca galaksi vardır. Galaksi, kütleçekim kuvvetiyle birbirine bağlı olan yıldızların, gaz-toz-plazmaların meydana getirdiği maddelerin ve henüz ne olduğunu bilmediğimiz karanlık maddenin oluşturduğu bir sistemdir. Samanyolu Galaksisi bunlardan sadece biridir. Güneş sistemi de Samanyolu Galaksisi içinde yer alan milyarlarca yıldızdan sadece biridir. Yıldızların bir araya gelip galaksiyi oluşturması gibi galaksiler de bir araya gelerek daha büyük gruplar oluştururlar. Meselâ Samanyolu, Andromeda ve Macellan Bulutları 30 galaksiden oluşan ve “Yerel Grup” diye isimlendirilen bir grupta yer almaktadır. Bu grubun en büyük galaksisi Andromeda, ikinci sıradaki de Samanyolu’dur. Spiral galaksiler 50.000 ışıkyılından 2.000.000 ışık yılına kadar farklı büyüklüklerde olabilir. Samanyolu galaksisi yaklaşık 100.000 ışık yılı büyüklüktedir. Galaksilerin birbirinden uzaklığı, galaksilerin çaplarının yaklaşık 20 katı kadardır. Andromeda ve Samanyolu arasındaki uzaklık yaklaşık 2.5 milyon ışık yılıdır. Kâinâtta sürekli olarak gaz bulutları, galaksiler birbirleriyle çarpışmaktadır. Yaklaşık 5 milyar yıl sonra Samanyolu’nun da, komşusu Andromeda ile çarpışacağı hesaplanmaktadır. Böyle bir şey olur ve o zaman dünya üzerinde yaşayan kimseler bulunursa muhtemelen onlar bu durumdan müteessir olmayacaklardır. Çünkü yıldızlararası uzaklık, yıldız çapının milyon katını bulabilir. Bu da, iki yıldızın çarpışmasını neredeyse imkânsız hâle getirir. Dolayısıyla galaksiler çarpışma esnasında birbirlerinin içlerinden geçip gidebilirler. [62]

Kâinâtın görebildiğimiz kısmında 300-350 milyar civarında büyük, 7-8 trilyon civarında da küçük galaksinin bulunduğu ifade edilmektedir. “Samanyolu” veya “Andromeda” gibi büyük galaksiler, 50 milyar ile birkaç trilyon arasında farklı sayılarda yıldıza sahiptir. Küçük galaksilerde ise birkaç milyon ila 10-15 milyar arasında yıldız bulunur. Çok çeşitli boyutları olan bu küçük galaksilerin mühim bir kısmı, büyük galaksilerin uydusu durumundadır. Küçük galaksilerden biri, 10 ila 20 bin ışık yılı çapa sahip olabilir. Bunların bünyesinde, her çeşit yıldız, küçüklü büyüklü yıldız kümeleri, gaz ve toz bulutları yer alır. Bazılarının merkezinde dev karadelikler de keşfedilmiştir. Samanyolu, Andromeda ve Üçgen (Triangulum) galaksisinin bulunduğu Yerel Gökada grubunda 40 civarında küçük galaksi bulunmaktadır.[63]

Yüzlerce ya da binlerce galaksinin bir arada olduğu topluluklara, Galaksi Kümesi denir. Galaksi kümelerinin oluşturduğu topluluklara da Galaksi Süperkümesi denir.[64] Bir Süperküme’de onlarca galaksi kümesi bulunur ve çapı da 100 milyon ışık yılını bulur.[65]

Şimdi bu bilgiler ve verilen rakamlar üzerinde durup biraz düşünelim. Aklımıza hayâlimize sığmayan muazzam büyüklükte bir kâinât ile karşı karşıyayız. Bu bilgiler bize Allah’ın azametini ve Kur’ân’ın haber verdiği şeylerin doğruluğunu gösteriyor.

“Semâda burçlar yaratan ve onların içine bir çerağ (Güneş) ve nurlu bir Ay yerleştiren Allah, yüceler yücesidir.” (el-Furkân 25/61)

“Göklerin ve yerin yaratılması elbette ki insanların yaratılmasından daha büyük bir olaydır ama insanların çoğu bunu bilmez.” (el-Mü’min 40/57)

“Gökleri, yeri ve oralarda üretip yaydığı canlıları yaratması O’nun (kudretinin) delillerindendir. O dilediği zaman onları bir araya getirme gücüne de sahiptir.” (eş-Şûrâ 42/29)

“Onlar düşünmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratma konusunda acze düşmeyen Allah’ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Şüphe yok ki O her şeye kādirdir.” (el-Ahkâf 46/33)

2.3.8. Kâinâtın Genişlemesi

Yeryüzü, semâlara nisbetle okyanusta bir damla gibi, belki bundan da küçüktür. Kur’ân’ın pek çok yerinde göklerin büyüklüğünden, sağlamlığından ve haşmetinden bahsedilir, onlar üzerine yeminler edilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Burçlarla dolu gökyüzüne andolsun ki!” (el-Burûc 85/1)

“Hayır! Yıldızların mevkîlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa 56/75-76)[66]

1400 sene evvel yıldızlarla ilgili çok şey bilinmiyordu. O günlerde Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede yıldızlar arasındaki mesâfelere yemîn etti ve bunun hakikaten büyük bir yemin olduğunu söyledi. Bu mesafenin binlerce, milyonlarca ışık yılı olduğu daha yeni yeni keşfedilmektedir. Işık ise yaklaşık olarak sâniyede 300.000 kilometre hızla gider. Yıldızlar arasındaki uzaklıklara baktığımızda bunlar insan aklının bugün bile idrak edebileceği rakamlar değildir. Bu mesafeler her saniye daha da artmakta ve kâinat büyük bir süratle genişlemeye devam etmektedir. Bu sebeple ilim adamları:

“Kâinat, bizim hayâl edebildiğimizden çok daha ürpertici, dehşet verici ve çok daha büyüktür. Çünkü kâinattaki cisimler fezâda korkunç bir süratle birbirlerinden uzaklaşmaktadır” demek zorunda kalmışlardır.[67]

Âlimler, 1929 senesinde nebülözlerin[68] bizim galaksimizden uzaklaştığını keşfettiler. Daha sonra bu keşiften hareketle kâinâtın devamlı genişlediği teorisini ortaya attılar.[69] Yirminci yüzyılın bilimde en mühim dönüşümlerinden birini meydana getiren bu iddiâya göre, galaksiler uzaklıklarıyla orantılı olarak artan bir hızla birbirinden uzaklaşmaktadır.[70] Âlimler 1950 yılında, bu kanunu tatbik ederek galaksilerin uzaklaşma hızını hesapladılar. Bizden 10 milyon ışık yılı uzaktaki bir galaksi, saniyede 250 kilometre hızla bizden uzaklaşırken, 10 milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin uzaklaşma hızı saniyede 250.000 kilometredir.[71] Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilir:

“Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve çok sağlam bir şekilde) biz binâ ettik ve biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (ez-Zâriyât 51/47)

Âyet-i kerimede geçen “mûsi‘ûn” kelimesi ism-i fâilin cem‘i olup genişletmek, yaymak, daha geniş ve daha uzak hâle getirmek anlamlarına gelen evsa‘a fiilinden gelmektedir. Bilhassa eşya söz konusu olduğunda genişletmek anlamını ifade eder. Bu ayet hem kâinâtın genişliğine, hem de genişlemeye devam ettiğine işaret eder. Kâinât o kadar geniş ve sınırsızdır ki, içinde milyarlarca nebüle bulunmakta ve bunların sadece bir tanesinde bile yüz milyonlarca parlak yıldız yer almaktadır.[72] Astronomi âlimleri, kâinâtın yarıçapını 14 trilyon ışık yılı olarak tahmin etmektedirler. Işığın hızı ise yaklaşık olarak saniyede 300.000 km’dir. Muazzam bir genişliğe sahip olduğu tespit edilen kâinâtın, olduğu gibi kalmayıp her sâniye büyük bir hızla genişlemeye devam ediyor olması, onu yaratan ve ayakta tutan Allah’ın azametini tam olarak idrâk etmemizin mümkün olmadığını göstermektedir. Bu hakikat aynı zamanda genişleme neticesi ortaya çıkan boşluğu dolduran madde ve enerjinin yoktan yaratıldığını da göstermektedir.[73]

Bu muazzam kâinâtı devamlı genişletmekte olan Cenâb-ı Hak, nihâyet onu, bir kâtibin kâğıdı dürüp rulo yaptığı gibi tekrar dürecektir.[74] Yine vakti geldiğinde yeri başka bir yere, gökleri de başka göklere çevirecektir.[75] Bu ise yeni bir âlemin yaratılmasını ve yeni bir hayatın başlamasını ifâde etmektedir.[76]

2.3.9. Korunmuş Tavan

Ömrünü tüketip patlayan yıldızların parçaları olan göktaşları semânın her tarafına dağılır. Bunların dünyaya çarparak oradaki hayatı sona erdirmesi mümkündür. Ancak Cenâb-ı Hak, Dünya’yı bunlardan muhafaza etmektedir. Jüpiter ve devâsâ çekimi ile Satürn, Dünya için tehlikeli olacak pek çok cismi tutarlar. Zaman zaman bu iki gezegeni aşıp dünyamıza yaklaşan göktaşlarını da Ay çeker. Atmosferi olmadığı için Ay’a düşen her göktaşı yüzeye çarpar. Bu çarpmaların Ay’da meydana getirdiği kraterleri küçük bir dürbünle bile görebiliriz. Ay engelini de aşan göktaşları, eğer çok büyük değillerse atmosfere girince sürtünme sebebiyle yanmaya başlarlar. “Yıldız kayması” da dediğimiz bu hâdise neticesinde göktaşları, yeryüzüne ulaşamadan Mezosfer tabakası içinde un ufak toz zerreleri hâlinde dağılırlar. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.[77]

Ayrıca dünyanın hareketinden meydana gelerek onu kuşatan manyetik alan ve atmosferin muhtelif katmanları da, Dünya’yı uzaydan gelen zararlı ışınlardan ve Güneş patlamalarından muhâfaza eder. Atmosfer bizi uzaydaki eksi 270 dereceyi bulan akıl almaz soğuktan da muhâfaza eder. Meselâ atmosferi olmayan Ay’da hava gece eksi 150 derece, gündüz ise artı 100 derece civarında olur. Çünkü “korunmuş tavan”ı olmadığı için Güneş’ten gelen tüm ısı ve ışık, olduğu gibi Ay yüzeyine düşer. Kur’ân-ı Kerîm’de dünyanın korunmasına şöyle işaret edilir:

“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, oradaki (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çeviriyorlar.” (el-Enbiyâ 21/32)

2.3.10. Güneş ve Ay’ın Yapısı

Kur’ân-ı Kerîm, Güneş ve Ay’ın farklı cisimler olduğunu ifâde eder:

“Gökte yıldız kümeleri oluşturan, yine orada bir ışık kaynağı ve aydınlatan bir ay yaratan (Allah) mübarektir, cömerttir.” (el-Furkân 25/61)

“Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbirleriyle âhenkli olarak nasıl yaratmış? Bunların içinde Ay’ı bir nûr, Güneş’i de bir kandil yapmış!..” (Nûh 71/15-16)

Âyet-i kerîmelerde Ay, “münîr, aydınlatıcı bir cisim”, Güneş ise, kandil (sirâc) veya parıl parıl parlayan, yanıp tutuşan bir lamba (vehhâc) olarak vasıflandırılır. Böylece Ay ve Güneş’in farklı vasıf ve husûsiyetlerde olduğuna, ışıklarının aynı mâhiyette olmadına işaret edilir.[78]

Âyetlere bakıldığında alev alev yanan ve bizzat kendisi ışık veren cisme verilen isimle soğuk ve karanlık bir cisim üzerine düşen ışığa verilen ismin özenle seçildiği görülür.[79] Bugünkü bilim, uzayda ısı ve ışık kaynağı olan gök cisimlerine “yıldız”, bağlı bulunduğu yıldızdan aldığı ısı ve ışığı yansıtan gök cisimlerine de “gezegen” demektedir. Buna göre Güneş, Samanyolu Galaksisi içinde yer alan bir yıldız; Dünya, Güneş sistemi içinde bir gezegen; Ay da Dünya etrafında dönen bir uydudur. Yani Dünya ve Ay’daki ısı ve ışığın kaynağı Güneş’tir; onlar ise sadece bir yansıtıcıdır. Kur’ân-ı Kerim her kelimeyi en dikkatli bir şekilde ve hakikate uygun olarak seçip kullandığı için Ay ile Güneş’in durumlarını farklı kelimelerle ifade etmiştir. Günümüzde Ay ve Güneş’le ilgili bildiklerimizle Kur’ân’ın bu husustaki ifadeleri arasında hiçbir çelişki göremeyiz. Muharref Tevrât ise, Güneş ve Ay’ı “ışıklar” olarak nitelendirir, yalnız bunlardan birine “büyük” ötekine “küçük” sıfatını verir. Bu ise zamanımızın ilmî verilerine uygun değildir.

Diğer taraftan Ay, hareketlerindeki safhalarla zaman tespiti için insanlığın istifâdesine sunulmuştur. Bunu da şu âyet-i kerime ifade etmektedir:

“…Yılların sayısını ve (vakitlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için Ay’a birtakım menziller takdîr eden O’dur. Allah bunları (boş yere değil), ancak bir gerçeğe (ve bir hikmete) binâen yaratmıştır. (Allah), âyetlerini bilen kimseler için açıklamaktadır.” (Yûnus 10/5)[80]

2.3.11. Yıldızlar Yol Gösterir

Semâya serpiştirilen yıldızların bir hikmeti de, insanlara kılavuzluk yapmalarıdır:

(Allah) O’dur ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolu bulmanız için yıldızları yarattı. Gerçekten, bilen kimseler için âyetleri iyice açıkladık.” (el-En‘âm 6/97)

(Yol bulmak için faydalanılacak) işaretler de (yarattı. İnsanlar), yıldız(lar)la da yol bulurlar.” (en-Nahl 16/16)

Meselâ Kutup Yıldızı dâimâ kuzeyi gösterir. Bundan hareketle insanlar diğer yönleri tespit edebilirler.

Kâinâttaki bütün cisimlerde ilâhî bir sanat ve tanzim vardır. Bunun için birbirlerine çarpmadan her biri kendisine belirlenen yörüngede döner. Hareketlerinde bir anlık gecikme ve hızlanma olmaz. Hep aynı ilâhî denge içinde akıp giderler. Son derece dakik ve hassa bir hesapla döndükleri için zaman ve yol tâyininde kullanılırlar. Bu da, âyet-i kerîmede işaret buyrulan ayrı bir azamet tecellîsidir.

2.3.12. Zamanın İzâfîliği

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Andolsun ki Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.” (Kâf 50/38)

Bâzı tefsirciler, altı günden maksadın, altı zaman dilimine yayılan altı dönem olduğunu belirtmektedirler. Bugünkü modern ilim de Kur’ân-ı Kerîm’deki bu ifâdeyi tasdîk etmektedir. Bugün yahûdilerin elinde bulunan ve onlar tarafından tahrif edilmiş olan Tevrât ise, bu altı günü normal yirmi dört saatlik bir gün olarak görür ve “Yedinci gün olan cumartesi günü Allah dinlendi” der.[81] Bu îzah tarzı, Tevrât’ın bugünkü hâliyle ilmî hakîkatlerden ne kadar uzak, Kur’ân’ın ise bütün âyetleriyle her zaman ve mekânda ne büyük bir mûcize olduğunu açıkça göstermektedir.

Bu âyette bahsedilen gün, belli bir zaman aralığıdır, bugün insanların bildiği 24 saatlik bir zaman dilimi değildir. Onun müddetini ancak Allah Teâla bilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar.” (es-Secde 32/5)

“Melekler ve Rûh (Cebrâîl), oraya, miktârı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” (el-Meâric 70/4)

Secde Sûresi’nde kâinâtın tedvîriyle ilgili bir zaman, Meâric Sûresi’nde ise melekler ve Cebrâîl (a.s) için mevzubahis olan bir mesâfeyi ihtivâ eden farklı bir zaman bildirilmektedir. Yani her iki zamanın da mevzûları farklıdır ve aralarında bir tenâkuz yoktur. Bu itibarla denilebilir ki, Cenâb-ı Hak katındaki zaman mefhûmu, beşerin idrâk ettiği zaman anlayışından çok farklıdır. Bâzı müfessirlere göre bu ifâdeler, birer kinâyedir ve sürenin uzunluğunu belirtmek içindir. Fakat bu süre, mahlûkat için geçerli bir süredir. Hak Teâlâ için ise, hiçbir zaman mefhûmu geçerli değildir. O, bütün zaman ve mekân kayıtlarından münezzeh bir Sübhân’dır!..

İlim adamları, bu âyetlerden, son zamanlarda keşfedilen “zamanın izâfîliği” husûsuna da bir işaret çıkarmaktadırlar.

Zamanın izâfî oluşuna bir delil de şudur: Dünya kendi ekseni etrafındaki bir turunu 24 saatte tamamlar ve bir gün oluşur. Ay ise kendi ekseni etrâfındaki turunu 29-30 günde tamamlar. Bu sebeple Ay’da 14-15 gün gündüz, 14-15 gün de gece yaşanır ve Dünya’dan bakıldığında Ay’ın hep aynı yüzü görülür. Aynı şekilde diğer gök cisimlerinin de eksenleri etrafındaki dönüş müddetleri ve bunun netîcesinde gün ve sene mefhumları farklı farklıdır.[82] Meselâ Merkür, Güneş etrafındaki dönüşünü 88 günde, Venüs 225 günde, Mars 687 günde, Jüpiter 11 senede, Uranüs 84 senede tamamlar. Kendi eksenleri etrafındaki dönüşleri de farklı farklıdır.

2.3.13. Atomun Parçalanması

Bundan 14 asır evvel Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:

“…Ne yerde ne gökte zerre (atom) ağırlığınca bir şey Rabb’inden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın!” (Yûnus 10/61)

“Küfredenler ise «bize o saat gelmez» dediler, de ki hayır, Rabbim Hakk’ı için o size behemehâl gelecek, gaybi bilen Rabbim ki ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz, ne ondan daha küçüğü, ne de daha büyüğü, hepsi mutlak bir «kitab-ı mübîn»dedir.” (Sebe’ 34/3)

Âyet-i kerîmelerde atomdan ve ondan daha küçük varlıklardan bahsedilmektedir. Hâlbuki 19. asra kadar atomun parçalanamayacağı görüşü hâkimdi. Atomun, maddenin parçalanamayan en küçük parçası olduğu zannediliyor ve “cüz’-ü lâ yetecezza: parçalanamayan parça” diye isimlendiriliyordu. Fakat 20. asrın ilk yarısının sonlarında âlimler atomu parçalayarak onun proton, nötron ve elektron diye isimlendirdikleri üç unsurunu keşfettiler. Daha sonra proton ve nötronun da kuarklardan oluştuğu keşfedildi. Âyetlerdeki “zerreden daha küçüğü” ifadesinin bu hususa delâlet ettiğini söyleyebiliriz. “Göklerde ve yerde” ifadesinden de yerdeki atomların özelliklerinin Güneş ve yıldızlardakilerde de aynen bulunduğunu anlayabiliriz.[83]

Büyük İslam mütefekkiri Mevlânâ Hazretleri de (1207-1273) asırlar evvel bu hakîkati şöyle haber vermiştir:

“Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temiz­lenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür. Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet duma­nından arınmış olduğu için, nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kud­retini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüğe sevkeden nefsânî istekler, şeytanın vesveselerine yoldaş oldukça; “Nereye dönseniz, Allah’ın lût­funa, rahmetine dönersiniz” âyetinin[84] sırrına nasıl erersin? Bunun ne ol­duğunu nasıl anlarsın? Kimin gönlünden bir kapı açılırsa o, her zerrede bir güneş görür.”[85]

Mevlânâ Hazretleri’nin bir kısım eserlerini Fransızca’ya tercüme eden Eva De Vitray Meyerovitch şöyle diyor: “Söylemekten gurur duyuyorum, Mevlânâ’nın son çevirdiğim eseri benim 10 yılımı aldı. Hârikulâde güzel ve büyük bir eserdir bu… Düşünün, Mevlânâ, «Atomu keserseniz güneş sistemini bulursunuz» diyor. İçinde ve çevresinde dönen gezegenler bulunduğunu söylüyor. Ama dikkat etmek gerektiğini de ifâde ediyor. Zira bu atomlar ağızlarını açtıklarında, bütün dünyayı yok edebilecek bir ateşin çıkacağını ilâve ediyor. Görüldüğü gibi, 13. asırda atom bombasının tehlikelerinden söz ediyor. Dokuz gezegenin bulunduğunu söylüyor. Hâlbuki bilim bunu ancak 1930’da ortaya koyabildi. Daha önceleri yedi gezegenin bulunduğu sanılıyordu… Batı’da Güneş’in Dünya çevresinde döndüğü söylenirken, Mevlânâ Dünya’nın öbür gezegenler gibi, küçük bir gezegen olduğunu söylüyor. Ve daha bilinmeyen pek çok şey söylüyor…”[86]

Mevlânâ Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Seniyye’ye hizmet eden, maddî ve mânevî ilimlerde önemli bir noktaya gelmiş büyük bir İslâm âlimidir. Kur’ân’ın sırlarına pek çok âlimden daha fazla vâkıftır.

Aynı konuyla ilgili olarak matematik profesörü Gary Miller şöyle der: “Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinden önce atom hakkında bilinen bir teori vardı. Bu teoriyi de yunan filozof Demokritos ortaya atmıştı. Bu filozofun ardından gelenler de, maddenin gözle görülemeyen, bölünemeyen ve atom (zerre) ismi verilen parçacıklardan meydana geldiğini ortaya attılar. Şimdi ise, maddenin en küçük parçası olan zerrenin, tâbi olduğu maddenin aynı husûsiyetlerini taşıdığı ve aynı şekilde ayrışıp bölünebileceği keşfedildi. Bu bilgi, geçtiğimiz asırdaki gelişmelerin neticesinde elde edilen yeni bir hakikat sayılır. Hâlbuki ne kadar câlib-i dikkattir ki bu bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’de 14 asır evvel bize takdim edilmişti. Âyet-i kerime atomdan daha küçük varlıklardan bahsetmektedir. En ufak bir şüphe yok ki; böy

KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/kuranin-mucizevi-yonleri-nelerdir.html

İçeriği Oyla
E-bültene Abone Ol Merak etmeyin. Spam yapmayacağız.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hızlı yorum için giriş yapın.

Başka Yazı Yok

Giriş Yap

VEYA
close

Subscribe