Kur’an-ı Kerîm’e Karşı Vazifelerimiz
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Kur’ân’ın rahmet ve bereketinden tam olarak istifade edebilmemiz için Kuran’ı azimüşşana bir takım vazifelerimiz bulunmaktadır. İşte Msülümanın Kuran’a karşı vazifeleri…
Kur’ân’ın rahmet ve bereketinden tam olarak istifade edebilmemiz için ona karşı bir takım vazifeleri yerine getirmemiz gerekmektedir. Bunların başta gelen bir kaçından kısaca bahsedelim:
1. Kur’ân-ı Kerîm’e Tâzim ve Hürmet
Kur’ân-ı Kerîm, en son ve en yüce ilâhî kitaptır. Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatının bir tecellîsidir. Pek çok âyet-i kerîmede Kur’ân-ı Kerîm’in, ulvî sıfatlarından bahsedilir. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“And olsun ki, biz sana tekrarlanan yediyi ve yüce (azîm) Kur’ân’ı verdik.” (el-Hicr 15/87)
“Kâf. Şerefli (mecîd) Kur’ân’a andolsun!” (Kâf 50/1)
“O (Kur’ân), katımızda bulunan ana kitapta (levh-i mahfuzda) mevcut, yüce (aliyy) ve hikmetle dolu bir kitaptır.” (ez-Zuhruf 43/4)
Kur’ân, Allah’ın şiârlarından biridir. Cenâb-ı Hak, yeryüzüne koyduğu bu alâmetlere hürmetsizlikten kaçınmamızı emreder.[1] Onlara tâzimde bulunup hürmet edenlerin ise, hayra nâil olacağını bildirir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“Her kim, Allah’ın hürmet edilmesini istediği şeylere saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır.” (el-Hac 22/30)
“Kim de, Allah’ın şeâirine tazim gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac 22/32)
Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâdenin ilk şartı, ona edep ve hürmet duygularıyla yaklaşmaktır. Çünkü bu ihtiram hâli, Kur’ân’a atfedilen ehemmiyetin bir tezâhürüdür.
Kur’ân’a hürmet bâbında şunları zikredebiliriz:
-Kur’ân-ı Kerîm’e tâzim için onu bel hizasından aşağıda tutmamalıdır.
– Okurken onu göğsüne yakın tutmalı veya önündeki herhangi bir şeyin üzerine koymalı, yere koymamalıdır.
– Aynı şekilde, Mushaf’ı açık bırakmamalı, onun üzerine herhangi bir kitap veya eşya koymamalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, her zaman bütün kitaplardan yüksekte olmalıdır.
– Onunla tuvalet, banyo gibi necaset olan yerlere girmemeli, oralarda Kur’ân okumamalıdır.
– Aynı şekilde uykuluyken ve dili karışırken de Kur’ân okumamalıdır.
– Mushafa bir defa olsun bakmaksızın hiçbir gün geçirmemelidir.
– Pazarlarda, gürültü olan, boş işlerle uğraşılan ve ayak takımından kimselerin toplandığı uygunsuz yerlerde Kur’ân okumamalıdır.
– Onu münasip olmayan yerlere yazmamalıdır.
– Uygun bir yere yazarken eksik, küçük ve hoş olmayan hatlarla yazmamalıdır.
– Mescidcik, Mushafcık, küçük Kur’ân, küçük sûre gibi lafızları kullanmamalıdır.
– Kur’ân’dan ve âyetlerinden bahsederken dâimâ hürmetle konuşmalıdır.
– Üzeri tozlandı ise hemen temizlemelidir.
– Üzerinde Allah ve Rasûlü’nün sözü yazılı bir kâğıtla yiyecek veya başka bir şey tutmamalı, bu kâğıtları yırtıp atmamalı, yok edilmesi gerekiyorsa ayak basılmayan temiz bir toprağa gömülmeli veya yakılmalıdır.
– Kur’ân-ı Kerîm’e doğru ayak uzatmamalıdır.
Bugün biz de Kur’ân-ı Kerim’e karşı son derece tâzim ve muhabbet duyguları içinde olmalıyız. Onu okurken, yazarken, bir yerde muhâfaza ederken veya bir yere götürürken her halde tâzim ve muhabbetle hareket etmeliyiz.
Önceleri mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Enes (r.a), Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, kendisiyle Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rasgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirir. Aynı zamanda bu suları şifâ niyetiyle kullandıkları da olmuştur.[2]
Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a), her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Hz. Ömerʼin oğlu Abdullah (r.a), her sabah Mushaf-ı Şerîfʼi eline alır, büyük bir tâzimle öper ve duygu derinliği içinde “Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı.[3] İkrime (r.a) Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne-gözüne sürerek ağlar ve “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzim ve muhabbetini ifâde ederdi.[4]
İbn-i Ömer (r.a) Kur’ân okumaya başladığında, virdini veya okuduğu sûreyi bitirmeden kimseyle konuşmazdı.[5] Yani Cenâb-ı Hak ile mükâleme hâlindeyken insanların söze girmesine müsâade etmez, kendisi de Kur’ân’ı bırakıp başkasıyla konuşmazdı.
Mushaf-ı Şerîf’e ve Cenâb-ı Hakk’ın isminin ve kelâm-ı şerîfinin yazılı olduğu kâğıtlara hürmet göstermek, onları kirli ve uygun olmayan yerlerden uzaklaştırmak gerekir. Bunun bizim için büyük bir bereket vesîlesi olduğunu unutmayalım. Buna dair iki misal zikredelim: Allah dostlarından Bişr-i Hâfî Hazretleri, hayatının ilk devresinde günahkâr biriydi. Bir gün sarhoş vaziyette yolda yürürken üzerinde besmele yazılı bir kâğıt buldu. Hemen onu yerden kaldırdı. Bakışlarını semâya çevirip:
“‒Efendim, ism-i şerîfin buraya atılmış!” dedi.
Kâğıdı güzelce temizledikten sonra bir attâr dükkânına gitti. Yanındaki son dirhemiyle pahalı ve güzel kokulardan biraz alıp kâğıdı kokuladı. Sonra onu yüksekçe bir duvarın taşları arasına yerleştirdi. O gece rüyâda şöyle müjdelendi:
“Sen bize hürmeten ismimizi yerden kaldırdın, çiğnetmedin, Biz de dünya ve âhirette mutlakâ senin şânını yücelteceğiz!”
Bunun üzerine Bişr-i Hâfî Hazretleri, tevbe etti, sadâkat ve samîmiyetle Allah’a yöneldi.[6]
Büyük zâhid ve vâiz Mansûr bin Ammâr, hikmet ehli bir zât idi. Son derece üstün bir belâğatla konuşur ve kalpleri heyecâna getirip Allah’a yönlendirirdi. Ona bu meziyetin verilişi şöyle olmuştur: Mansûr (r.a) bir gün yolda besmele yazılı bir kâğıt görür. Onu yerden kaldırır, ancak koyacak bir yer bulamaz. O da kâğıdı ağzına atıp yutar. Rüyâsında bir kişinin kendisine:
“O kâğıda gösterdiğin ihtirâm sebebiyle Allah Teâlâ sana hikmet kapısını açtı” dediğini görür. O günden sonra hikmetle konuşmaya başlar.[7]
Kur’ân’a tâzim ve muhabbetin tarihimizdeki en güzel misallerinden biri de şu meşhur hâdisedir: Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi Hazretleri, Şeyh Edebali Hazretleri’nin hânesinde misâfir edildiği bir gece, duvarda Kur’ân-ı Kerîm bulunduğu için, ona hürmetsizlik olacağı endişesiyle yatamamıştır. Devletinin büyüyerek dünyanın büyük bir kısmına hâkim olacağı şeklinde tabir edilen meşhur rüyâsını da o gece oturduğu yerde uyuklarken gördüğü nakledilir. O mübârek zâtın temellerini attığı devlet, Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiği bu hürmet ve muhabbetin bereketi ile çok genişlemiş, uzun bir ömür sürmüş ve ilâhî teyîde mazhar olmuştur.
Osman Gâzi’nin oğlu Orhan Gâzî’nin, oğlu Murad Hân’a olan şu nasihatleri de Kur’ân’a tâzimin diğer bir ifâdesidir:
“Oğul! Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet! Gâzîleri gözet! Fakirleri doyur! Dîne hizmet edenlere, bizzat hizmet etmeyi şeref bil!”
Ecdâdımızın, Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdikleri bu büyük tâzim ve hürmet, onların Cenâb-ı Hakk’a duydukları muhabbetin en açık göstergesidir. Allah Teâlâ da kelâmına muhabbet besleyen ve onunla hemhâl olan kullarını kendine yaklaştırmaktadır.[8]
Yine Osmanlının son pâdişahlarından Mehmed Reşâd bir gün sarayın baş imamı İsmail Hakkı Efendi’yi huzuruna çağırmış ve şöyle demiştir:
“–İmam efendi, sarayda bulunan kalfalara din dersleri verdirmek istedim. Meseleyi sertabip Hayri Paşa’ya açtım. Bir hanım getirdi. Dersler başladı. Fakat işittiğime göre talebelerine Kur’ân-ı Kerim dersi okuturken kendisi iskemleye oturup sigara içiyormuş. Bu hâlini beğenmedim. Derhal altı aylık maaşını verdim. İâşesi için lazım gelen parayı da emrettim. Kendisini vazifeden affettik. Şimdi bir muallimeye ihtiyacım var. Siz vâsıta olur, böyle bir hoca bulabilirseniz pek memnun olacağım.”[9]
Bu Padişah, okunan Kur’ân-ı azîmüşşân’a hürmeten kandil merasimlerinde alçak bir sedirde otururmuş.[10]
Mûsâ Efendi Hazretleri şöyle anlatır:
“Bir gün Mescid-i Nebevî’nin Bâbü’l-Mecîd kısmında oturuyordum. Biraz ileride bir siyâhî, Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Yüzünde öyle bir nûr, melâhat-i îman vardı ki, güzelliği tasvir edilemez. Büyük bir huzur ve vecd içinde ara sıra sahifeleri çeviriyordu. Bir saat kadar geçmişti. Hangi sûreyi okuduğunu merak ettim, yaklaştım. Bir de ne göreyim? Sahifeleri tersine koymuş. Yani sahifelerin alt tarafını üste getirmiş. Yalnız sahifedeki satırlara bakıyordu. Çok hayret ettim. Sonra düşündüm ve Cenâb-Hakk’ın bu ümmî kuluna, bilenden daha fazla bir iltifatı olduğuna kanâat getirdim. Belki de, bu îmânı tam siyâhî, o sahifeleri çevirdikçe Cenab-ı Hakk’ın azametini, saltanatını, gaffarlığını, rahmanlığını tefekkür ediyordur da diğer yüzünden okuyanlardan daha fazla istifâde ediyordur, Allahu aʻlem!
Yine orada ümmî Şamlı Abdullah Efendi isminde (mânevî ismi Mehmed) bir şahıs vardır. Yılın sekiz ayını Medîne-i Münevvere’de, dört ayını da Şam’da geçirir. Şam’da bulunduğu zamanda daima Şeyhül-Ekber Muhyiddin-i Arabî türbesi kurbundaki câmide bulunur. Okuması yazması yoktur. Gençliğinde bir gece yatıyor, sabah kalktığında (Cenâb-ı Hakk’ın izni ile) kendisini Kur’ân-ı Kerim hâfızı buluyor. Mânevî erlerden olsa gerek. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği bu büyük nîmeti gaib etmemek için şükrâne olarak iki günde bir hatim indirirdi. Kavî îmânı ile Allah dostlarındandı.
Bir hacı, Mescid-i Nebevî’deki Kur’ân-ı Kerimleri elindeki temiz bir bezle siliyor, öpüyor, aldığı raflara tertiplice koyuyordu. Kaldığı müddetçe bu vazifeye devam etti. O, bu yaptığı hizmeti öyle bir hulûs-ı kalp, aşk ve neş’e içinde ifâ ediyor idi ki kendimi onu seyretmekten alamıyordum. Bunu muhterem Üstazımız Sâmi Efendi Hazretlerine anlattım. Çok memnun kaldıklarını, o gül yüzlü sîmâlarındaki sürûrlarından anlamış oldum. Çünkü o kişi yaptığı hizmet, tâzim sayesinde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmış oluyordu. Bu bahsetmiş olduğum şahıslar, Kur’ân-ı Kerim’e olan saygı, edeb ve tâzimleri dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rızâsını kazananlardan idiler.”[11]
2. Kur’ân Okumaya Ehemmiyet Vermek
Bir mü’min küçük yaşta “Kârî-i Kur’ân” olarak başlar yolculuğuna. Bir müddet sonra kendisinin, âilesinin ve hocalarının fedâkârâne gayretleri ile “Hâfız-ı Kur’ân” olur. Onun mânasını idrak ederek “Âlim-i Kur’ân” olur. Bildiğiyle amel ederek “Âmil-i Kur’ân” olur. Ona hizmet etmeye başlayarak “Hâdim-i Kur’ân” olur. Bir müddet sonra şuurlanır, yüklendiği vazifenin şerefini idrak ederek “Hâmil-i Kur’ân” olur. En sonunda îmân, ilim ve amelle kemâle ererek “Ehl-i Kur’ân” arasına katılır, Allah’ın has kulu olur.
Bu mukaddes yolculuğun başı Kur’ân’ı okumaktır. Allah Teâlâ her Müslümanın Kur’ân’dan kolayına gelen miktarda okumasını hastalıkta, sıhhatte, rızık için koştururken, cihatta, hâsılı her vakitte ve şartta emretmiştir. Müzzemmil sûresinin başında gecenin yarısını, biraz fazlasını veya azını Kur’ân ve teheccüdle geçirmeyi emretmişti. Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbı bir sene boyunca uzun uzun namazlar kıldılar. Ayakları şişti ve çatladı. Merhametli Rabbimiz bir sene sonra bu emrini hafifleterek şöyle buyurdu:
“…Artık, Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki, içinizde hastalar bulunacak, bir kısmınız Allah’ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde yol yürüyecek, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaktır. O halde Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun…” (el-Müzzemmil 73/20)
En büyük örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin Kurʼân-ı Kerîm’le ülfet ve ünsiyeti zirve noktadaydı. Her vesîleyle Kurʼân-ı Kerîm okurlardı: Namazlarda, gece ibadetlerinde ve bilhassa teheccüd namazlarının kıyamlarında uzun uzun Kurʼân okur ve buna her gün düzenli bir şekilde devam ederlerdi. İnsanlara İslâm’ı anlatırken, Cuma namazında hutbe okurken Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ederlerdi. Yolculukta bile Kur’ân okuyarak seyrederlerdi. Şu meşhur hâdise bunun en kuvvetli şâhididir: Hicret esnasında Sürâka, Peygamber Efendimiz’i yakalamak maksadıyla atını dörtnala kaldırmıştı. Hicret kâfilesine, Rasûlullah (s.a.v)’in okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i işitecek kadar yaklaştı. Efendimiz’in okuduğu Kur’ân’ı işittiği sırada, birden Sürâka’nın atının ön ayakları kuma battı ve dizlerine kadar gömülüverdi…[12] Yine Allah Rasûlü (s.a.v), devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, tercî‘ yaparak yumuşak, kolay ve akıcı bir kıraatle Fetih Sûresi’ni okuyorlardı.[13]
Bir rivayete göre Allah Rasûlü ve ashâbı umumiyetle her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okurlardı.[14] Medîne’ye gelen Sakîf kabilesi heyetinde bulunan Evs b. Huzeyfe (r.a) şöyle anlatır: “Rasûlullah (s.a.v) bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmediler. Biz:
«–Yâ Rasûlallah! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Efendimiz (s.a.v):
«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmeden gelmek istemedim» buyurdular. Sabah olunca ashâb-ı kirâma; «Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar:
«–Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devamındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf sûresinden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i yedi günde okuruz» dediler.”[15]
Sahâbe-i kirâmdan Ebû Talha (r.a) bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına vardığında, onun ayakta durmuş, Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretmekte olduğunu gördü. Allah Rasûlü (s.a.v), açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. İşte bu şekilde Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının en mühim meşgûliyeti, Allah’ın Kitâbı’nı tefekkür etmek, anlamak ve öğrenmek; en büyük arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti.[16]
Onların içinde 3 günde bir hatmeden kimseler vardı. Daha erken bitirmek isteyenler de vardı ama Rasûlullah (s.a.v) 3 günden az sürede hatmedenlerin Kur’ân’ı hakkıyla anlayamayacağını, âyetleri üzerinde tefekkür edemeyeceğini bildirdiği için bunu tercih etmiyorlardı. 5 günde okuyan vardı. Umumiyetle 7 günde bir hatmediyorlardı. Buna gücü yetmeyen 10, 15 veya 20 günde okuyordu. Bir kısmı ayda bir hatim indiriyordu. En az okuyan 40 günde Kur’ân’ı bitiriyordu.[17]
Sahâbe ve tâbiûn hatim meclislerinde bulunmaya çok hırslı idiler. Kur’ân’ın hatmedildiği esnâda toplanırlar ve o vakitte rahmetin inip duaların kabul edildiğini söylerlerdi. İbn Abbâs (r.a) bir kişiyi vazifelendirir, o da mescidde Kur’ân okuyan kimseleri takip ederdi. Biri Kur’ân’ı bitireceği zaman hemen İbn Abbâs’a haber verir, o da gelip hatim esnâsında orada bulunarak[18] rahmete nâil olmak isterdi.
Allah Rasûlü (s.a.v) ashabıyla birlikte ümmetini de Kur’ân’dan belli bir miktarı günlük vird edinmeye davet etmişlerdir. Bunu şu sözlerinden anlıyoruz:
“Bir kimse, geceleri okuduğu hizbini (Kur’ân, zikir ve duasını) okumadan veya tamamlayamadan uyur da, sonra onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, gece okumuş gibi sevap kazanır.”[19]
Rasûlullah Efendimiz Kur’ân sofrasından istifade etmeye şöyle teşvik ederlerdi:
“Her ziyafet çeken, ziyafetine (insanların) gelmesini ister ve bundan hoşnud olur. Kur’ân da Allah’ın ziyafetidir; ondan uzak durmayınız!”[20]
Abdullah b. Mes’ûd (r.a) şöyle demiştir: “Şüphesiz bu Kur’ân Allah’ın ziyâfetidir. Ondan gücünüz yettiğince alın!”[21]
Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân okumanın insanı değiştireceğini, onu tatlandırıp güzelleştireceğini şöyle haber verirler:
“Kur’ân okuyan mü’min portakal gibidir: Kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’ân okumayan mü’min hurma gibidir: Kokusu yoktur, tadı ise güzeldir. Kur’ân okuyan münâfık fesleğen gibidir: Kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’ân okumayan münâfık Ebû Cehil karpuzu gibidir: Kokusu yoktur ve tadı da acıdır.”[22]
Allah Rasûlü (s.a.v), Muhâcir olsun, Ensâr olsun, bütün ashâbını çok sevmekle birlikte, Kur’ân talebeleri olan Ashâb-ı Suffe’ye ayrı bir muhabbet duyarlardı. Bunu fark eden ashâb-ı kirâm, Allah ve Rasûlü’nün muhabbet dairesine girebilmek için Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân ile başlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi.[23] Allah aşkıyla dolu gönüllerindeki ilâhî vuslat iştiyâkını, Rabbimizʼin kelâmıyla bir nebze olsun tesellîye çalışırlardı.
Abdullah bin Ömer’in âzadlısı Nâfî’ye:
“–Abdullah evinde ne yapardı?” diye sorulduğunda:
“–İnsanlar onun yaptığını yapamaz! O, her vakit namazı için abdest alır ve bu iki vakit arasında Mushaf’ı açar, devamlı Kur’ân okurdu” demiştir.[24]
Onlar vakitlerini çok iyi değerlendirir, lüzumsuz işlere zaman harcamazlardı. Akşam erken yatıp gecenin ortasında kalkar, uzun uzun Kur’ân okur ve namaz kılarlardı. Nitekim İmâm Ebû Hanîfe, İbrâhim en-Nehaî’den Hz. Ömer’in şöyle dediğini nakleder:
“Verimsizlik ve kuraklığın en büyüğü, yatsı namazından sonra konuşarak vakit zâyî etmektir. Ancak namaz kılmak ve Kur’ân kıraati bunun hâricindedir.”[25]
Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in şu sözleri ashâb-ı kiramın hazarda ve seferde ne denli Kur’ân ile meşgul olduklarını anlatmaktadır:
“Ben, yumuşak kalpli Eş‘arî kabîlesinin gece (evlerine) girerken okudukları Kur’ân seslerini çok iyi tanırım. (Sefer esnâsında) gündüz nereye konakladıklarını görmesem bile, gece onlardan yükselen Kur’ân sesinden yerlerini hemen tanırım…”[26]
Ashâb-ı kirâm bilhassa Kur’ân ayı olan Ramazan’da Kelâmullah ile bağlarını daha fazla kuvvetlendirirlerdi. Sâib bin Yezid (r.a) şöyle anlatır:
“Hz. Ömer, hilâfeti zamanında, Übey bin Kâ’b ile Temîm ed-Dârî’ye, (Ramazan geceleri) cemaate imam olarak 11 rekât namaz kıldırmalarını emretti. İmam namazda âyet sayısı yüz civârında olan (Yûsuf, İsrâ, Kehf gibi) sûrelerden okuyordu. Öyle ki, namaz çok uzun olduğu için bastonlara dayanıyorduk. Namazdan ancak şafak yükselmeye başlayınca dönüyorduk.”[27]
Ashâb-ı kirâmın en güzel şekilde yetiştirdiği güzîde talebeleri “Tâbiîn” de aynı şekilde Kur’ân tilâvetine ehemmiyet verirlerdi. Nitekim İmâm Evzâî şöyle demiştir: “Şöyle denirdi: Muhammed (a.s)’ın ashâbı ve onları ihsân üzere tâkip eden tâbiîn şu beş şey üzere idiler:
Müslümanların topluluğu ile beraber olmak, Sünnete ittibâ etmek, Camiyi imar etmek (cemaate devam etmek), Kur’ân okumak, Allah yolunda cihâd etmek.”[28]
Kur’ân-ı Kerîm, hayatlarının her zerresine sirâyet etmişti. Onlar her şeye Kur’ân ile bakar, her hâdiseyi Kur’ân ile görür ve her dâim Kur’ân ile yaşarlardı. Meselâ Urve bin Zübeyr (r.a) tâze hurmaların olgunlaştığı günlerde bahçesinin duvarından bir kapı açardı, insanlar oradan girip tâze hurma yer ve evlerine götürürlerdi. Kendisi de bahçesine girdiğinde, oradan çıkıncaya kadar devamlı şu âyet-i kerîmeyi tekrar ederdi:
وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِۚ
“Bağına girdiğin vakit «Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır» deseydin ya!» (el-Kehf 18/39)
Urve (r.a) hergün Mushaf’a bakarak Kur’ân’ın dörtte birini okurdu. Daha sonra, bu dörtte birlik kısımla geceyi ihyâ eder, namaz kılardı. Bu virdini hiç terketmedi, sadece kangren olan ayağının kesildiği gece okuyamadı. Lâkin bir sonraki gece bu âdetine tekrar devâm etti.[29]
Tâbiînin büyük âlimlerinden Ebü’z-Zinâd’ın (ö. 130/748) şu sözleri de oldukça dikkat çekicidir:
“Seher vakti evden çıkıp Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Mescid’ine giderdim. Yanından geçtiğim her evde mutlaka Kur’ân okuyan biri olurdu.” Yine o şöyle demiştir: “Biz genç iken bir iş için dışarı çıkmak istediğimizde arkadaşlarla «Kurrânın kalktığı vakit buluşalım» diye vakit tayin ederdik.”[30] Yani sahâbe ve tâbiîn devrinde gece kalkıp Kur’ân okumak yaygındı. Bu sebeple gecenin yarısından sonraki vakitler günlük konuşmalarda “Kurrânın kalktığı vakit” diye anılırdı.
Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’i sadece okumak değil, yazılarına bakmak bile, onunla ünsiyetin bir vâsıtası olduğundan, makbûl ve hattâ sevap sayılmıştır. Nitekim sahâbî Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a), “Rabbimin kelâmına günde en az bir defa bakmamış olmaktan hayâ ederim!” dermiş.[31]
2.1. Kur’ân’a Temiz Olarak Dokunmak
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ona tam bir sûrette temizlenmiş (yani tertemiz) olanlardan başkası dokunamaz.” (el-Vâkıa 56/79)
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de şöyle buyururlar:
“Ne hayızlı kadın ne de cünup kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.”[32]
“Kur’ân’a temiz olan dışında hiç kimse dokunmasın!”[33]
“Kur’ân’a ancak temiz olan dokunsun!”[34]
Yine Rasûlullah (s.a.v), Amr bin Hazm’ı Yemen’e gönderirken ona farzları, sünnetleri ve hukûkî hükümleri açıklayan bir beyannâme yazdırmışlardı. O yazıda Hz. Amr’ın insanlara Kur’ân’ı öğretmesi, onun emir ve hikmetlerini tebliğ etmesinin yanında, temiz olmayan insanları Kur’ân’a dokunmaktan nehyetmesi de emredilmekteydi.[35]
Rasûlullah Efendimiz, Osman bin Ebi’l-Âs’ı, Kur’ân’ı öğrenme hususunda gösterdiği büyük gayret sebebiyle yaşının küçüklüğüne rağmen kabilesine vâli tâyin ettikten sonra ona, “Kur’ân’a, temiz olmadığın müddetçe dokunma!” tembihinde bulunmuşlardır.[36]
Hz. Ömer’in müslüman olma hâdisesinde de kardeşi ona:
“–Kardeşim sen necissin[37], sen cünüplükten kurtulmak için gusül abdesti almaz ve temizlenmezsin.[38] Buna (Kur’ân yazılı sahifeye) ise temiz olanlardan başkası dokunamaz.[39] Kalk, guslet![40]” demiş, o da kalkıp guslettikten sonra kız kardeşi kendisine, okudukları sahifeyi vermiştir.[41]
Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmuştur:
“Rasûlullah (s.a.v)’i Kur’ân okumaktan cünüplük hâli dışında hiçbir şey alıkoymazdı.”[42]
“Rasûlullah (s.a.v) her hâl üzere Kur’ân okurdu, ancak cünüb iken okumazdı.”[43]
“Hayızlı ve cünüb olan kişi Kur’ân’dan bir harf bile okuyamaz!”[44]
Saîd bin Cübeyr (r.a) şöyle der:
“Hayızlı ve cünüb olan kişi âyetin başını okuyabilse de sonuna kadar tamamlayamaz.”[45]
İbrahim en-Nahaî (r.a) şöyle der:
“Hayızlı ve cünüb olan kişi bir âyet bile olsa Kur’ân okuyamaz! Okuyabilecek olsaydı namaz da kılabilirdi.”[46]
Dört hak mezhep de, Mushaf’a abdestsiz el sürmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.[47] Ancak Mâlikî âlimlerinden birisine nisbet edilen bir görüşe göre, âdet döneminin uzun sürmesi hâlinde, unutma söz konusu olabileceğinden, hâfızlık yapan âdetli kadının, Kur’ân-ı Kerîm’i okumasına cevaz verildiği söylenmektedir.[48] Mâlikîlere göre “kıraat”te, okuyanın kendi sesini duyması şart değildir. Yani zihinden geçirmek, mırıldanmak, kendisinin dahi duyamayacağı bir şekilde dudak hareketleri ile okumak, Mâlikîlerin ekseriyetine göre caizdir ve bu, “kıraat” diye isimlendirilir. Böyle bir kıraat ile yani sessiz okuma ile kılınan namaz da câizdir. Mâlikîlere nisbet edilen görüş bu mânâda ise o zaman ihtilaf kalmaz. Zira diğer mezheblere göre de hayızlı kadın Kur’ân’ı kalbinden geçirip zihnen tekrâr edebilir.
Mâlikî mezhebinin imamı olan İmâm Mâlik (r.a) ise kitabında şöyle demektedir:
“Tâhir/abdestli olmayan kimse, Mushaf’ı kılıfıyla veya yastık üzerinde dahi olsa taşıyamaz, mekruhtur… Bu, Kur’ân’a ikram ve tâzîm sebebiyledir.”[49]
Rasûlullah Efendimiz’den itibâren 1400 küsur senedir bu hüküm böyle tatbik edilegelmiştir. Hatta İmâm Mâlik (r.a), Kur’ân’a gösterdiği tâzim ve hürmeti, hadîs-i şerîflere de göstermiştir. Nitekim o, hadis rivâyet etmek istediğinde, imlâ[50] meclisine çıkmadan önce tıpkı namaza hazırlanır gibi abdest alır, en güzel elbiselerini giyer, fesini giyip sarığını sarar ve sakalını tarardı. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda da, “Ben böyle yapmakla Rasûlullah (s.a.v)’in hadisine hürmet göstermiş oluyorum!” buyururdu.[51]
Dırâr bin Murra, “Sahâbe ve tâbiîn, abdestsiz olarak hadis rivâyet etmekten hoşlanmazlardı” demiştir.[52] Katâde de “Hadislerin ancak temiz/abdestli iken okunması müstehap görülmüştür” demiştir.[53]
Kur’ân’a temiz bir beden ve temiz bir kalple yaklaşılırsa ondan daha fazla istifade edilir. Ona doyum olmaz.[54] Günah karanlıklarının kapladığı bir kalpte ise Kur’ân durmaz. Nitekim müfessir Dahhâk (v. 105/723): “Bir kişi Kur’ân’dan bir bölüm ezberler de onu unutursa bu mutlaka bir günah sebebiyle olmuştur” demiş ve “Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber Allah, kusurlarınızın pek çoğunu da affeder”[55] âyetini okumuştur. Sonra da, “Kur’ân’ı unutmaktan daha büyük hangi musibet vardır ki!” demiştir.[56]
Demek ki kalbî hastalıklar, insanın Kur’ân-ı Kerîm’le doğru bir şekilde buluşmasına engel olur. Mevlânâ Hazretleri şöyle der:
“Kur’ân’ın mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.”
Yüce Rabbimizin şu îkâzına kulak verelim ve kibir hastalığıyla Kur’ân’ın anlaşılamayacağını, haksız yere büyüklenenlerin cehâletle zelil kılınacağını[57] idrak edelim:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden mahrum edeceğim…” (el-A‘râf 7/146)
Kur’ân-ı Kerîm’i okumak ve onu elimize almak için mânevî temizlikle birlikte maddî temizliğe de riayet etmeliyiz. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), her namaz öncesinde misvak kullanmayı, ağız temizliği yapmayı tavsiye ederlerdi. Kendisi gece teheccüde kalktıklarında ve hâne-i saâdetlerine her girdiklerinde ilk önce mübârek fem-i saâdetlerini temizlerlerdi.[58] Bunun sebebi, namazda okunacak Kur’ân-ı Kerîm’e hürmet ve yanımızdan hiç ayrılmayan melekleri rahatsız etmeme nezâketi olsa gerektir. Tâzimle ilgili olarak Rasûlullah (s.a.v):
“Misvak, ağzı temizler, Rabbin rızâsını kazandırır”[59] buyurmuşlardır. Hikmet ehli de “Ağzınızı misvakla temizleyiniz! Zira ağzınız, Kur’ân’ın yoludur” demişlerdir.[60]
Melekleri rahatsız etmeme meselesine gelince, onlar insanın Kur’ân okumasını yakından dinlemeyi çok sever ve ona yaklaşırlar. Bu sebeple namaz ve Kur’ân tilâvetinden önce güzel bir ağız ve beden temizliği yaparak melâike-i kirâmı rahatsız edecek kötü kokulardan uzak durmak lâzımdır. Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) şöyle anlatır: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v), bizim yanımıza çıktılar ve:
«‒Ümmetimden mütehallilûn ne güzel insanlardır» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:
«‒Mütehallilûn kimdir ey Allah’ın Rasûlü?» diye sordular. Efendimiz (s.a.v) şöyle îzâh ettiler:
«‒Onlar, abdest alırken ve yemekten sonra hilalleme yapanlardır. Abdestteki hilalleme; ağzı, burnu, parmakların ve tırnakların arasını iyice yıkamaktır. Yemekten sonra hilallemek ise, ağzı ve dişleri güzelce temizlemektir. İnsanın yanında bulunan iki meleğe, o kişi namaza durduğunda dişlerinin arasında yemek kalıntısı görmelerinden veya ağzından yemek kokusu gelmesinden daha ağır gelen başka bir şey yoktur».”[61]
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Otuz senedir devam ettiğim bir âdetim vardır: Ne zaman Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek istesem, O’nun zikrini tâzîm için ağzımı ve dilimi iyice yıkarım.”[62]
2.2. Kur’ân’ı Huşû ile Okumak
Kur’ân-ı Kerîm’den hakkıyla istifâde edebilmek, onu kalben ve huşû ile okuyabildiğimiz nisbette gerçekleşir. Kelâmullah’ı okuyan insan Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğunu ve O’nunla konuştuğunu bilmeli, buna uygun bir hâl ve tavır içine girmelidir. Kalbinde yer eden huşû, uzuvlarına, çehresine ve sesine yansımalıdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e:
“–Kur’ân tilâveti için hangi ses ve kıraat daha güzeldir?” diye sorulmuştu. Efendimiz (s.a.v) şu cevâbı verdiler:
“–Kur’ân okuyuşunu duyduğunda, Allah’tan korktuğunu hissettiğin kimsenin sesi ve kıraati.”[63]
Sahâbe-i kirâm Kur’ân’ın kıymetini, nasıl okunması gerektiğini, hükümlerine nasıl uyulacağını ve ona nasıl hürmet edileceğini bizzat Efendimiz’den görerek öğrenmişlerdi. Bu sebeple de Kur’ân’dan apayrı bir istifâde hâlindeydiler. Kur’ân-ı Kerîm’i derin bir huşû ile okurlardı. Onların Kur’ân-ı Kerîm’e duydukları eşsiz muhabbet ve huşû tablolarından biri şöyledir:
Allah Rasûlü (s.a.v) bir seferden Medîne’ye dönerken bir yerde konaklamışlardı. Ashâbına dönerek:
“–Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordular. Muhâcirlerden Ammâr bin Yâsir ve Ensâr’dan Abbâd bin Bişr (r.a) hemen:
“–Biz bekleriz yâ Rasûlâllah!” dediler. Abbâd (r.a), Hz. Ammâr’a:
“–Sen gecenin hangi kısmında; başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?” diye sordu. Ammâr (r.a):
“–Son kısmında beklemek isterim!” dedi ve yanı üzerine uzanıp uyuyuverdi. Abbâd da namaz kılmaya başladı. Kehf Sûresi’ni okuyordu. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı. Ok, Abbâd’a isâbet etti. Abbâd (r.a) oku çıkardı ve namazına devam etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defasında da Abbâd (r.a) ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devam ediyordu. Derken rükû ve secdeye varıp selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırdı:
“–Kalk! Ben yaralandım!” dedi. Ammâr (r.a) sıçrayıp kalktı. Müşrik, onları görünce kendisini fark ettiklerini anlayarak kaçtı. Hz. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce:
“–Sübhânallah! İlk ok atıldığında beni neden uyandırmadın?!” dedi. Abbâd (r.a) şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allah’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu mevkii kaybetme endişem olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.”[64]
2.3. Kur’ân’ı Tecvîd ve Tertîl Üzere Okumak
Kur’ân okumanın bir takım usul ve kâideleri vardır. Onu, harflerinin mahreç ve sıfatlarına riâyet edip vakıf, vasıl, sekte vb. tilâvet kâidelerine uyarak güzel ve hatasız okumayı öğreten ilme “Tecvîd” ismi verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm nazmı ve mânasıyla birlikte indirildiğine göre onun nazmının aslî şekliyle muhafaza edilebilmesi için tecvid ilminin öğrenilmesi farz-ı kifâye kabul edilmiştir. Kur’ân’ı tilâvet ederken harflerin zât ve sıfât-ı lâzımelerinin bozulmasıyla meydana gelen lahn-ı celîden (büyük hatadan) sakınacak şekilde tecvid kâidelerine riâyet edilmesi ise farz-ı ayın veya vâcip olarak görülmüştür. Bu sebeple Kur’ân tilâvetinin tâlimi ilk günden beri semâ ve arz yoluyla ağızdan ağıza öğretilerek günümüze kadar gelmiştir. “Semâ”, bir hocanın Kur’ân’ı okuması, talebesinin de onu dinlemesidir. “Arz” ise talebenin hocasına okumasıdır. Yani önce talebenin hocasını dinlemesi, peşinden öğrendiklerini hocasına okuyarak arzetmesi esastır.[65]
Kur’ân-ı Kerîm’i tane tane, yavaş yavaş, tefekkür ederek okumaya da “Tertîl” ismi verilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“…(Ey Rasûlüm!) Kur’ân’ı tertîl üzere (tane tane) oku!” (el-Müzzemmil 73/4)
Vahyin ilk geldiği günlerde Yüce Rabbimiz, Rasûlü’ne Kur’ân’ı okurken acele etmemesini emretmişti.[66] Bundan sonra onun kıraati artık açık açık, harf harf, cümle cümle bir okuyuş oldu. O, Kur’ân’ı tertîl, tecvîd ve teennî ile en güzel şekilde tilâvet ederdi. Harfleri, kelimeleri ve cümleleri birbirinden ayırarak açık bir şekilde okur, durulacak yerlere riâyet ederdi. Neredeyse okuduğu harfler ve kelimeler sayılabilecek durumdaydı.[67] Ümmü Seleme (r.a) vâlidemize onun kıraati sorulduğunda;
“–Rasûlullah (s.a.v) kıraatini ayırırdı (tane tane, dura dura okurdu)” cevabını vermiştir.[68]
Katâde (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Enes’e Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in okuyuşunu sorduğumda;
«–(Çekilmesi gereken harfleri) hakkıyla çekerlerdi» cevabını verdi.”[69] Yine Enes (r.a);
“–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kıraati medli idi” dedikten sonra besmeleyi örnek olarak zikretmiş ve onun “bismillâh”ı, “er-Rahmân”ı ve “er-Rahîm”i uzattığını söylemiştir.[70]
Huzeyfe (r.a) şöyle buyurur: “Bir gece kendileriyle birlikte namaz kılmak için Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına vardım. Namaza durup ne alçak ne de yüksek olmayan güzel bir kıraatle okumaya başladılar. Tertîl üzere (tâne tâne) okuyor ve kıraatlerini bize işittiriyorlardı…”[71]
Rasûlullah (s.a.v), Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ve Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe gibi Kur’ân’ı güzel sesle okuyan ashâbını takdir ve taltif etmişlerdir.[72]
Kur’ân’ı en güzel şekilde tilâvet ederek Allah’ın rızâsını, Rasûlü’nün muhabbetini elde edebilmek için onu her sene, bu husûsta ihtisas görmüş bir zâta dinletmek tavsiye edilmektedir. Böylece tashîh-i hurûf yapılmış, Kur’ân bilgilerinin zayıflaması önlenmiş ve hatâlar asgarîye indirilmiş olur. Mukâbele sünneti de zaten bunun için ortaya konulmuştur.
2.4. Kur’ân’ı Güzel Sesle Okumak
Kur’ân’a tâzimin tezâhürlerinden biri de onu vakâr ve heybetle, güzel ve tok bir sesle okumaktır. Güzel ses Allah’ın nimetlerinden biri olup tecvid kurallarına riâyet ederek sesi Kur’ân’la süslemek, sesi güzel olan bir kimseden Kur’ân okumasını istemek ve onu dinlemek müstehap kabul edilmiştir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah, güzel sesli bir peygamberin, Kur’ân’ı tegannî ile yüksek sesle okumasından râzı olduğu kadar hiçbir şeyden râzı olmamıştır.”[73]
Burada “teğannî”, sesi Kur’ân’la güzelleştirip süslemek, Kur’ân okurken seste sevinç ve hüznü belli etmek, onu tecvidine, kâide ve kurallarına uygun bir şekilde tilavet etmektir. Kur’ân’ı bu mânada tegannî ile okumak, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Sünnet’ine ve yoluna uymak demektir. Nitekim Berâ bin Âzib (r.a) şöyle demiştir:
“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i yatsı namazında “Ve’t-tîni ve’z-zeytûni” sûresini okurken dinledim. Ondan daha güzel sesli bir kimse işitmedim.”[74]
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Her şeyin bir süsü vardır. Kur’ân’ın süsü de güzel sestir.”[75]
“Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz! Zira güzel ses, Kur’ân’ın güzelliğine güzellik katar.”[76]
Burada “sesi güzelleştirmek”ten kasıt; neşe, zevk ve hazzı hatırlatan bir coşku değil, sesin biraz hüzne meylettirilmesidir.[77] Yani Kur’ân okuyan insanın onunla duygulanması, hislenmesi ve acziyetini idrâk ederek haşyete garkolması lâzımdır. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz bu Kur’ân, insanı hüzünlendirecek hususlar indirmiştir. O hâlde onu okuduğunuz zaman ağlayınız! Ağlayamazsanız ağlamaya çalışınız! Onu okurken sesinizi güzelleştirmeye gayret ediniz. Kim Kur’ân’ı güzel sesle okumaya gayret etmezse bizden değildir.”[78]
Kur’ân’ı güzel okumanın bir tezâhürü de onu tok bir sesle ve azametini hissettirerek (tefhîm ile) okumaktır. Demek ki Kur’ân’ı hüzünle, tâzimle, duygu derinliği içinde ve bunların verdiği bir sesle güzelce okumaya çalışmalıdır. Kur’ân’ı insan sözlerinden ayırmalı, ona farklı bir ihtimam göstermelidir. Onu okurken beşer sözünden ayırma gayretinde olmayan kimseler için Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kur’ân’ı tegannî ile okumayan kimse bizden değildir.”[79]
Hadisin râvilerinden İbn-i Ebî Müleyke’ye:
“–Okuyanın sesi güzel değilse ne dersin?” diye sorulunca:
“–Güç yetirebildiği kadar güzelleştirmeye gayret eder” demiştir.[80]
Güzel bir söz, güzel bir sesle daha güzel ve daha câzip hâle gelir. Bu da okuyan ve dinleyenlerin kalbine daha çok fayda verir. Aynen bunun gibi güzel sesle ve usûlüne uygun olarak tilâvet edilen Kur’ân da kalplere daha fazla tesir eder. Bu şekilde bir Kur’ân okunduğunda insanlar onu daha şevkle dinler, kalpleri daha çabuk yumuşar ve ulvî duygulara dalarlar. Allah’a muhabbetleri ve yakınlıkları artar, günahlardan uzaklaşarak Allah’a daha fazla itaat etme istekleri uyanır. Bir hadisten anlaşıldığı üzere melâike-i kirâm da böyle bir Kur’ân’ı dinlemek için daha fazla istekli olur ve insana daha fazla yaklaşırlar.[81]
Hiç şüphesiz, Kur’ân kalbine indirilen Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), onu en güzel okuyan kişi idi. Pek çok sahâbî onun sesinin ve okuyuşunun son derece güzel olduğunu haber vermiştir. Bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın onu her yönüyle mükemmel bir şekilde yarattığının delillerinden biridir. Enes ibn-i Mâlik (r.a) şu hadisi nakleder:
“Allah her peygamberi güzel sesli ve güzel yüzlü olarak göndermiştir. Fakat sizin peygamberiniz onların, yüzü ve sesi en güzel olanıdır.”[82]
Ashâb-ı kiramın nakline göre Allah Rasûlü (s.a.v), devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, tercî yaparak yumuşak, kolay ve akıcı bir kıraatle Fetih Sûresi’ni okumuşlardır.[83] Tercî ile kastedilen, sesi boğazda oynatarak nağme ile okumaktır. Efendimiz’in bazen tercî yapmadan okudukları da olurdu.[84]
Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle buyurur: “Peygamber Efendimiz’in (gece namazlarındaki) kıraati şu şekilde idi: (Duruma göre sesini) bazen yükseltir, bazen da kısardı.”[85]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) geceleyin namazda pek kısık olmayan, pek de yüksek olmayan orta seviyede bir sesle okurlardı.[86] Hâne-i saâdetlerinde yalnız bulundukları zaman seslerini odada bulunan birinin işitebileceği kadar yükseltirlerdi.[87] Odada uyuyan bir kimse bulunacak olursa, onu rahatsız etmeyecek şekilde de seslerini kısarlardı. Ancak hiç bir zaman denge ve itidâlden ayrılmazlardı.
Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ı güzel sesle okuyan ashâbını da büyük bir zevkle dinlemişlerdir. Nitekim bir gün Ebû Mûsâ’ya şöyle buyurmuşlardır:
“Dün gece senin okuyuşunu dinlerken beni bir görmeliydin! Şüphesiz Dâvûd (a.s)’a verilen güzel seslerden bir nağme de sana verilmiştir.”[88]
Hz. Ömer (r.a) da Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi gördüğünde:
“–Ey Ebû Mûsâ! Haydi, bize Rabbimizʼi hatırlat!” buyururdu. O da Hz. Ömer’in yanında Kur’ân-ı Kerîm okurdu.[89]
Hz. Ebû Bekir (r.a), rikkat-i kalbiyye sâhibi, yufka yürekli bir zât olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O, Kur’ân-ı Kerîm okurken, müşriklerin çocukları ve kadınları başına toplanıp hayran hayran onun tilâvetini dinlemeye başlarlardı.[90]
Bu tür rivayetlerden insanı aşka ve şevke getirecek şekilde güzel sesle Kur’ân okumanın mübah olduğu anlaşılmaktadır. Zira böyle bir okuyuş kalbi yumuşatıp inceltir, Allah korkusunu artırır ve insanları Kur’ân dinlemeye şevklendirir. Dolayısıyla Allah’a olan tâzim, saygı ve muhabbetimiz sebebiyle O’nun kelâmını okurken farklı bir gayret ve ihtimam göstermeli, onu daha dikkatli ve güzel okumaya çalışmalıyız.
Ancak Kur’ân’ı güzel okumaya gayret ederken onu mûsıkî kâidelerine uydurup tecvîd kurallarının dışına çıkmak doğru değildir. Bir heceyi gereğinden fazla veya az uzatmak bile o kelimeye bir harf ilave etmek veya çıkarmak anlamına gelir ki bu, Kur’ân’ın nazmını ve mânasını bozmak demektir.
Aynı şekilde Kur’ân dinlemeyi de sadece güzel ses ve nağme dinlemeye dönüştürmemelidir. Zira Kur’ân’ı okumak da, dinlemek de büyük bir ibadettir. Bunu hiçbir zaman unutmamak gerekir. Nevfel bin İyâs el-Hüzelî şöyle anlatır: “Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a) zamanında biz Mescid’de Terâvih Namazı kılardık. Şuraya bir grup, buraya bir grup ayrılırdı. İnsanlar sesi daha güzel olan imama meyletmeye başladılar. Ömer (r.a):
«–Öyle zannediyorum ki onlar Kur’ân’ı mûsıkî edindiler. (Güzel nağmeye heves ediyorlar.) Ama vallahi eğer gücüm yeterse bu hâli değiştireceğim!» dedi. Daha üç gün geçmişti ki (kıraat ilmini ve fıkhı en iyi bilen) Übeyy ibn-i Ka’b’a emretti, o da bütün cemaate Terâvih Namazı kıldırmaya başladı.[91] Ömer (r.a) safların arkasından ayağa kalkıp:
«–Eğer bu bid‘at ise ne güzel bir bid‘at oldu!» buyurdu.”[92]
Rasûlullah (s.a.v) “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki Kur’ân’ı teğannî vâsıtası (mezâmîr) edinecekler” buyurmuşlardır.[93]
Yine âhirzamanda ortaya çıkacak fitnelerden bahsederken Kur’ân’ı teğannî vâsıtası edinen bir grup gencin ortaya çıkacağını, fıkhî bilgisi kendilerinden daha az olmasına rağmen insanların onlardan birini imamlığa geçireceğini, onun da insanlara teğannîde bulunacağını haber vermişlerdir.[94] Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in sakındırdığı bu durum, sadece güzel sese önem vererek Kur’ân’ı tefekkür etmeden ve hükümleriyle amel etmeye ihtimam göstermeden mûsikî zevki için okuyup dinlemektir. İnsanlar Kur’ân tilâvetinin ibadet tarafını geri plana atıp güzel sese meylettiklerinde Hz. Ömer (r.a) bu durumdan hoşlanmamış ve onları kurrâ ve fukahânın önde gelenlerinden Übey bin Ka‘b’ın imametinde toplamıştır. Böylece Kur’ân tilâvetinde ibadet, ilim ve amelin, güzel sesten daha önce gelmesi gerektiğini hatırlatmıştır.
2.5. Kur’ân’ı Huşû ve Huzûr İle Dinlemek
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-Aʻrâf 7/204)
Kur’ân okunduğu zaman, âyetlerinin mânâsını anlamak, öğütlerinden istifade etmek ve o kelâmın sahibine tâzim ve muhabbetlerimizi arzetmek için sükût edip gönlümüzü ona vermemiz ve huzurla dinlememiz gerekmektedir. Sükût etmeliyiz ki âyetler üzerinde düşünüp tefekkür edebilelim.[95] Bu hüküm öncelikle namazda ve hutbede okunan Kur’ân için geçerliyse de diğer zamanlarda okunduğunda onu dinlemek de kişiye kat kat sevap ve nur kazandıracak güzel bir hasenedir.[96] Bu ilâhî emir aynı zamanda, insanın aklını ve fikrini Kur’ân ahkâmının önüne geçirmemesi gerektiğine işaret eder.
Kur’ân’ı okurken ve dinlerken huşû hâline bürünüp duygulanmak ve gözyaşı dökmek bizim Peygamberimiz’in hâli olduğu gibi önceki peygamberlerin de sünneti idi. Onların hepsi Allah’ın kelâmı okunduğunda bundan müteessir olup duygulanır, hemen secdeye kapanarak gözyaşı dökerlerdi. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu, Âdem’in soyundan gelen peygamberlerden; Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımız, İbrâhim ve İsrâil’in (Ya‘kūb) soyundan gelenler ve doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara Rahmân’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak ve secde ederek yere kapanırlar.” (Meryem 19/58)
Rasûlullah (s.a.v) Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin yaptığı eziyet ve işkenceler sebebiyle büyük bir üzüntü içinde idi. Bir çıkış yolu olarak Cafer b. Ebî Talib ve İbn Mesûd’u bir grup sahabeyle birlikte Habeş Necâşîsi’ne gönderdi. Onlara:
“–O sâlih bir kraldır; zulmetmez ve yanında kimseye zulmedilmez. Ona gidin. Umulur ki Allah bu şekilde müslümanlara bir ferahlık ve kurtuluş müyesser kılar” buyurdular. Cafer ve yanındakiler huzuruna varınca Necâşî onlara ikramda bulundu ve:
“–Size indirilen Kur’ân’dan bir şeyler biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar, “Evet” dediler. Necâşî:
“–O halde onlardan biraz okuyun” dedi. Etrafında papaz ve rahipler de vardı. Cafer (r.a) Meryem sûresini okumaya başladı. Her bir âyeti okuduğunda burada zikredilen gerçekleri tanıyıp bildikleri için gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Hatta Necâşî, yerden bir ot parçası alarak:
“–Vallahi, Allah Teâlâ’nın İncil’de Hz. Meryem ve Hz. İsa hakkında bahsettiği ile bu âyetler arasında şu kadarcık bile bir fark yok” dedi. Cafer okumayı bitirinceye kadar da ağlamaya devam ettiler. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerimeler nâzil oldu:
“O âlim ve rahiplerin, Peygamber’e indirilen Kur’ân’ı dinledikleri zaman, kendi kitaplarında görüp tanıdıkları gerçeği bunda bulmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün! Onlar şöyle derler: «Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz. Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!» Bu sözlerinden dolayı Allah onları altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerle mükâfatlandırdı. İyilik yapanların mükâfatı işte budur!” (el-Mâide 5/83-85)[97]
Kur’ân’ı huşû ile dinleyip duygulanmak hakikî âlimlerin de en başta gelen vasfıdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“De ki: «Kur’ân’a ister inanın, ister inanmayın.» Daha önce kendilerine ilim verilmiş olan öyleleri var ki, onlara Kur’ân okunduğu zaman derhal yüzüstü secdeye kapanırlar ve şöyle derler: «Rabbimiz, şüphesiz sen her türlü noksanlıktan pak ve yücesin. Eğer Rabbimiz bir şey va‘detmişse, o mutlaka gerçekleşir.» Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar; kendilerine ne zaman Kur’ân okunsa, bu onların huşûlarını artırır.” (el-İsrâ 17/107-109)
İlim ehli olup da Kur’ân ile duygulanmayan kimseye ilm-i nâfî verilmemiş demektir. O gerçek bir âlim sayılmaz. Zira Allah Teâlâ yukarıdaki âyet-i kerimede âlimlerin sıfatını zikrederken Kur’ân okunduğunda huşûlarının arttığını, gözyaşları içinde secdeye kapandıklarını haber vermiştir. Bu vasfı kazanamayan kimse Allah katında âlim sayılmıyor demektir. Zira ilim, haşyet ve takvâdır. Allah’ın huzurunda huşû içinde bulunmayı ve O’na karşı takvâ sâhibi olmayı gerektirir.[98] İnsan Kur’ân’ı dinlerken ağlayamıyorsa bile o hâle girmenin gayreti içinde olmalıdır.
Ebû Saîd Harrâz’a göre Kur’ân’ı dinleme husûsunda huzur-i kalp üç şekilde olur:
Kur’ân’ı Allah Rasûlü’nden dinler gibi dinlemek. Kur’ân’ı Cebrâîl (a.s)’dan dinler gibi dinlemek. Kur’ân’ı doğrudan Hak’tan dinler gibi dinlemek.
Kur’ân okunduğunda susup dinlemek, Allah’a saygının en başta gelen tezâhürü olduğundan insanların dinlemek için müsait olmadığı zaman ve mekânlarda Kur’ân’ı açıktan okumamak gerekir ki insanlar Allah’ın emrine muhâlif duruma düşmesinler.
2.6. Kur’ân-ı Kerîm’i Dünya Menfaatiyle Değişmemek
Ebedî hayatın sermayesi olan ve insanların paha biçemediği Kur’ân hazinesini, basit ve geçici dünya menfaatlerine değişmek, câhilliğin ve ahmaklığın zirvesidir. Âhirete îmânı zayıf olan insanlar, her türlü vesileyi kullanarak sadece dünya rahatını elde etmeyi düşünürler ve ilâhî nidânın îkâzlarına kulaklarını tıkarlar. Hâlbuki Allah katındaki mükâfat ve rızık dünyadaki herşeyden daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
Sehl bin Saʻd (r.a) şöyle anlatır:
“Biz Kur’ân okurken, birimiz diğerine okuyup öğrenirken Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) yanımıza geldiler. Bize şöyle buyurdular:
«‒Allah’a hamd olsun! Allah’ın Kitâbı birdir. Sizin içinizde en hayırlı insanlar mevcut, içinizde kırmız tenlisi de var siyah tenlisi de. Okuyun! Kur’ân’ı, (zâhiren) ok gibi dosdoğru okuyup da (mânâsı) boğazlarından aşağı geçmeyen insanlar gelmeden evvel okuyun! O insanlar, okudukları Kur’ân’ın ücretini hemen almak isterler de âhirete hiçbir şey bırakmazlar».”[99]
Câbir bin Abdullah (r.a) şöyle anlatır:
“Biz, içimizde Arap da Acem de bulunduğu hâlde Kur’ân okurken Rasûlullah (s.a.v) yanımıza geldiler ve şöyle buyurdular:
«Okuyunuz, (bu okuyuşlarınızın) hepsi de güzeldir. (İleride öyle) insanlar gelecek ki, Kur’ân’ı ok gibi dosdoğru okuyacaklar, (ama karşılığını) dünyada almak isteyecekler, âhiret ecrini düşünmeyecekler».”[100]
Allah Rasûlü’nün bahsettiği bu insanlar, harflerin mahreçleri ve sıfatları husûsunda tekellüfe gidecek, kıraatta mübâlağa yapacaklar, riyâ, gösteriş, övünme ve şöhret için yarışacaklar. Onlarda, Allah’ın rızâsını elde etme arzusu ve ihlâs bulunmayacak, Kur’ân’ın mânâlarını tefekkür etmeyecek, insanları şaşırtan hikmetlerine dalmayacaklar. Buna göre bizden istenen, riyâdan ve ucubdan uzak bir şekilde, içten gelen fevkalâde bir muhabbet ve arzu ile Kur’ân-ı Kerîm okumamızdır.
İmrân bin Husayn (r.a) Kur’ân okuyan bir kimseye rastlamıştı. Adam okumayı bitirince, insanlardan bir şeyler istedi. Bunu gören İmrân (r.a), büyük bir musîbetle karşılaşmışcasına:
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنّاَۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Biz, Allah’a âidiz ve nihâyet O’na döneceğiz”[101] dedikten sonra şunları söyledi: “Rasûlullah (s.a.v) bir gün şöyle buyurmuşlardı:
«Kim Kur’ân okursa, onunla Allah’tan istesin. Çünkü öyle insanlar gelecek ki, Kur’ân okuyacaklar ve onunla, insanlardan bir şeyler isteyecekler».”[102]
Kur’ân öylesine yüksek bir kıymettir ki onu öğrenip öğretmenin karşılığını verebilmek mümkün değildir. Bunun karşılığını en güzel şekilde ancak Allah Teâlâ ödeyebilir.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda bazı kimseler çıkacak ve dini kullanarak dünyayı elde etmeye çalışacaklar. İnsanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürünecekler. Dilleri şekerden tatlı, fakat kalpleri kurt kalbidir. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurur: «Benim affıma mı güvenip aldanıyorlar yoksa bana karşı cür’etkâr mı davranıyorlar! Şânıma yemin ederim ki onlara öyle bir fitne göndereceğim ki onların en akıllılarını bile şaşkına çevirecek!”[103]
Muâz bin Cebel (r.a), büyük ihtimalle Peygamber Efendimiz’den işittiği şu sözüyle, Kur’ân’ı şöhret ve menfaat elde etmek için öğrenen kimselere karşı Müslümanları uyarmaktadır:
“Muhakkak ki ileride (birtakım) fitneler olacaktır. O zaman mal çoğalır, Kur’ân açılır; mü’min, münafık, erkek, kadın, köle, hür, küçük, büyük herkes Kur’ân’ı alıp okur. İçlerinden birinin:
«–Bu insanlara ne oluyor da Kur’ân okuduğum hâlde bana tâbi olmuyorlar? Ben (din adına) Kur’ân’a muğâyir şeyler ortaya atmadıkça onlar bana uymayacaklar» diyeceği günler yakındır. Böyle sonradan uydurulan şeylere tabi olmaktan sakının! Zira bu bid‘atler apaçık bir dalâlet ve sapıklıktır. Ben sizi hakîm (ilim ve hikmet ehli) kişilerin ayaklarının sürçmesine karşı uyarıyorum. Çünkü şeytan bâtıl sözleri, bazen âlim kimselerin diliyle söyler. Bazen de münâfık doğru söz söyler.” Oradakilerden biri:
“–Allah sana rahmet etsin, âlim kimsenin yanlış söz söylediğini, münafığın da hakkı konuştuğunu nasıl bileceğiz?” diye sordu. Muâz (r.a) şöyle cevap verdi:
“–Evet, sen âlimin o şöhret kazanmış, herkesin gözüne batan, sana karışık gelen ve «Bundan ne kastediyor acaba?» denilen sözlerinden kaçın! Fakat âlimin bazen böyle yanılması, seni onun sözlerini dinlemekten tamamen vazgeçirmesin. Çünkü onun (bu bâtıl sözünden hakka) dönmesi (her zaman için) mümkündür. Sen hakkı işittiğin zaman (onu kimin ağzından çıktığına bakmadan mutlaka) al! Çünkü hakkın üzerinde nûr vardır.”[104]
Muâz (r.a)’ın bu sözü şu şekilde de nakledilmiştir:
“Kur’ân insanlara açılacak, öyle ki kadın, çocuk, adam herkes onu okuyacak. Bir adam çıkıp: «Kur’ân okudum ancak kimse beni tâkip etmedi. Vallahi insanların arasında Kur’ân’dan âyetler okuyarak konuşmalar yapacağım, belki bana uyanlar olur!» diyecek. Dediğini yapacak ancak yine ona kimse uymayacak. Adam:
«Kur’ân okudum, kimse bana uymadı, Kur’ân ile aralarında konuşmalar yaptım yine kimse bana tâbî olmadı. O zaman evimde bir mescid edinip kendimi ibadete vereyim, belki bana uyan olur» diyecek. Evinde mescid edinecek ancak yine kendisine tâbî olan bulunmayacak. Sonunda:
«Kur’ân okudum, kimse bana uymadı, Kur’ân ile aralarında konuşmalar yaptım kimse bana tâbî olmadı, evimde bir yeri mescid yaptım yine tâbî olan yok! Vallahi onlara öyle sözler söyleyeceğim ki onu Allah’ın kitâbında bulamayacaklar, Rasûlullah’tan da duymuş olmayacaklar. Belki o zaman peşimden gelirler» diyecek.”
Bunları söyleyen Muâz (r.a) şu îkâzda bulunur: “Ondan ve onun sözlerinden sakının! Onun getirdiği şeyler dalâlettir, sapıklıktır.”[105]
Dîni ile dünyasını kazanmaya çalışan insan ne kötü bir insandır.[106] Ancak bu durumun gittikçe yaygınlaşmasından korkulur. Zira bazı rivayetlerde “Âhiret ameliyle dünya menfaatini isteme”nin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmiştir.[107]
2.7. Kur’ân’ı Unutmamak
Kur’ân-ı Kerîm’i devamlı okumak ve ezberlenen yerleri tekrar etmek lâzımdır. Aksi takdirde bunlar unutulmaya başlar. Bu hususta Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in îkâzları mevcuttur. Bunlardan birinde şöyle buyururlar:
“Kur’ân’ı okumaya ve müzakere etmeye düzenli bir şekilde devam edin! Zira o, insanların kalbinden, yuları çözülmüş devenin kaçmasından daha çabuk ayrılıp gider.”[108]
Bu ise büyük bir kayıp ve mahrûmiyettir. Kur’ân insana günahlarına cezâ olarak unutturulur. Çünkü Kur’ân’ı unutmak en büyük musibetlerden biridir ve insanın başına ancak büyük bir günah sebebiyle gelir.
Âlimler tembellik ve ihmal sebebiyle Kur’ân’ın bir kısmını veya tamamını unutmanın büyük günahlardan sayıldığını kuvvetli bir şekilde ifade etmişlerdir. Zira hadislerdeki şiddetli tehdit buna delalet etmektedir. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimse Kur’ân’ı okurken sonra onu unutursa kıyamet günü Allah’ın huzuruna kötürüm olarak çıkar, (yaptığına bir mazeret bulamaz, son derece mahcup olur).”[109]
Kalpler, ancak Allahʼı zikretmekle gerçek huzur ve itmiʼnâna kavuşabileceği gibi,[110] bir ismi de “zikir” olan[111] Kurʼânʼdan uzaklaşan kalpler de, huzursuzluk, kasvet ve gaflete dûçâr olur. Nitekim Sahâbe-i kirâmdan Ebû Musâ el-Eş’ârî’nin kendisini ziyarete gelenlere yaptığı şu tavsiye, bu hakîkatin bir ifâdesidir:
“Kur’ân okumaya devam ediniz! Sakın, uzun müddet Kur’ân okumayı terk etmeyin! Aksi hâlde sizden öncekiler gibi, sizin de kalpleriniz katılaşır.”[112]
2.8. Kur’ân Tilâvetinin Âdâbı
Âlimlerimiz Kur’ân tilâvetinin bir kısım âdâbından bahsetmişlerdir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
– Kur’ân okurken abdestli olmak,
– Temiz bir yerde bulunmak,
– Kıbleye dönmek,
– Okumadan önce istiâze ve besmele çekmek,
– İhlâslı olmak, sadece Allah rızası için okumak,
– Tecvid kâidelerine riâyet ederek huşû içinde tertîl ile okumak,
– Mushaf tertibine göre okumak,
– Meşhur kıraatlerden sadece biriyle okumak,
– Âyetler üzerinde tefekkür ve tedebbür etmek
– Ahkâmıyla amel etmek,
– Rahmet âyetleri gelince Allah’ın rahmetini istemek, azap âyetleri gelince azaptan O’na sığınmak,
– Secde âyetlerini okuyunca secde etmek,
– Tilâveti bitirince “sadakallāhü’l-azîm” demek.
Kur’ân tilâveti ensâsında şunları yapmak da tavsiye edilmiştir:
– Kur’ân’ı mushafa bakarak okumak,
– Başkalarını meşgul etmeyecekse sesli okumak,
– Her gün bir miktar Kur’ân okumayı âdet haline getirmek,
– Ezberlenen kısımların unutulmaması için sıkça tekrarlamak,
– Kur’ân tilâveti esnâsında gülme, konuşma gibi lüzumsuz şeylerle meşgul olmamak.[113]
3. Kur’ân’ı Anlamaya Çalışmak
Kur’ân’ı tecvidiyle tertîl üzere güzelce okuduktan sonra sıra onu anlamaya gelmektedir. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle der:
“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ashâbı bir araya gelip oturduklarında, öncelikle Kur’ân-ı Kerîm ile meşgul olur, onu okur ve anlamaya çalışırlardı. Ya içlerinden biri bir sûre okur veya birinden bir sûre okumasını talep ederlerdi.”[114]
Hz. Ebû Bekir (r.a) Kur’ân’ın doğru bir şekilde anlamaya çok ehemmiyet verirdi. Hatta “Kur’ân’ın bir âyetinin iʻrâbını yapmak (izah edip onu anlamaya çalışmak), bana, bir âyeti sadece ezberlemekten daha güzel gelir” derdi.[115] Yine Ebû Bekir ve Ömer (r.a); “Kur’ân’ın bir kısmını iʻrab etmek, onun bazı hurûfunu (lafzî okunuşunu) ezberlemekten daha çok hoşumuza gider” demişlerdir.[116]
Aslında bu genel olarak ashab-ı kiramın anlayışıdır. Onlar Kur’ân’ı anlamaya çok önem verirlerdi. Kûfe ekolüne mensup muhaddis ve fakih tâbiî Mesrûk b. Ecdaʻın haber verdiğine göre Abdullah b. Mesʻûd (r.a), talebelerine bir sûre okur, sonra onun hakkında konuşur ve gün boyu o sûreyi tefsir ederdi.[117] Ebû Vâil bunun diğer bir misalini şöyle haber verir: “Hz. Ali (r.a), İbn Abbas’ı bir hac mevsiminde vazifelendirmişti. İbn-i Abbas hacılara Bakara veya Nûr sûrelerinin tefsirini yaparak öyle bir hitabette bulundu ki, Rumlar, Türkler ve Deylemliler bunu dinleselerdi mutlaka müslüman olurlardı.”[118]
Tâbiînin müfessirlerinden Mücâhid bin Cebr şöyle demiştir:
“Mushaf’ı başından sonuna kadar üç defa İbn Abbas’a arzettim. Her âyette durur, onunla ilgili bilgileri kendisine sorardım.”[119]
İbn Ebî Müleyke şöyle demiştir:
“Mücâhid’i gördüm, İbn Abbas’a Kur’ân’ın tefsirini sordu. Yanında yazı malzemeleri (elvâh) vardı. İbn Abbas ona «Yaz» diyordu. Bu minval üzere Tefsir’in tamamını ona sordu.”[120]
Hadîs âlimi İbn-i Avn (ö. 151/768) şöyle der:
“Üç şey vardır ki ben onları hem kendim hem de kardeşlerim için istiyorum:
– Sünneti öğrenmek, onu araştırıp mesele edinmek,
– Kur’ân’ı anlamak ve onu araştırmak,
– İnsanları yalnız hayra dâvet etmek.”[121]
Bu rivayetler gösteriyor ki ashâb-ı kiramdan itibaren selef-i sâlihîn bütün gayretlerini Kur’ân’ı anlamaya sarfetmişlerdir. Kur’ân’ı anlayabilmek için de gerekli ilimleri öğrenmiş ve bu uğurda muhtelif fedakârlıklar yapmışlardır. Nitekim Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a), ilme ve Rasûlullah (s.a.v)’in yanında bulunmaya düşkünlüğü sebebiyle Suffe’de kalmayı baba evine tercih etmişti.[122] Bu sayede Kur’ân’ı, İslâm’ın esaslarını ve hadisleri daha fazla öğrenme imkânı bulmuştu.[123] Bu fedâkârlığın muhteşem misâllerinden biri de şu hâdisedir:
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Ensâr’dan, fazîletiyle tanınan Selît isimli bir sahâbîye bir toprak parçası iktâ eylemişlerdi. Selît (r.a) bu arazisine gidip birkaç gün orada kaldıktan sonra döndü. Kendisine:
“‒Sen gittikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’den şu şu âyet ve sûreler nâzil oldu, Rasûlullah (s.a.v) şu şu hükümleri beyan etti…” denildi. Selît (r.a) hemen Allah Rasûlü’nün huzûr-i âlîlerine çıkıp:
“‒Yâ Rasûlallah! Ba
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/kuran-i-kerime-karsi-vazifelerimiz.html