Fussilet Suresinin Tefsiri
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Dr. Adem Ergül Bey, Fussilet sûresinin tefsirini yapıyor.
Fussılet sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 54 âyettir. İsmini 3. ayette geçen ve “bir şeyi açıklamak, iki şeyi birbirinden ayırmak, iyice detaylandırmak” mânalarına gelen فُصِّلَتْ (fussilet) kelimesinden alır. Burada kelime Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin iyice açıklandığını beyân etmek üzere kullanılır. Sûrenin ayrıca اَلسَّجْدَةُ “Secde”, “Hâ. Mîm” ve اَلْمَصَاب۪يحُ “Mesâbih” gibi isimleri de vardır. Resmî tertîbe göre 41, iniş sırasına göre ise 61. suredir.
7 bölümde, 54 âyetten oluşan Fussilet sûresinin tefsiri:
FUSSİLET SÛRESİNİN TEFSİRİ (DİNLE)
Fussilet Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-8. Ayetler)
Fussilet Sûresi 2. Kısım Tefsiri (9-18. Ayetler):
Fussilet Sûresi 3. Kısım Tefsiri (19-25. Ayetler)
Fussilet Sûresi 4. Kısım Tefsiri (26-32. Ayetler)
Fussilet Sûresi 5. Kısım Tefsiri (33-39. Ayetler)
Fussilet Sûresi 6. Kısım Tefsiri (40-46. Ayetler)
Fussilet Sûresi 7. Kısım Tefsiri (47-54. Ayetler)
Fussilet Sûresi Hakkında
Fussılet sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 54 âyettir. İsmini 3. ayette geçen ve “bir şeyi açıklamak, iki şeyi birbirinden ayırmak, iyice detaylandırmak” mânalarına gelen فُصِّلَتْ (fussilet) kelimesinden alır. Burada kelime Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin iyice açıklandığını beyân etmek üzere kullanılır. Sûrenin ayrıca اَلسَّجْدَةُ “Secde”, “Hâ. Mîm” ve اَلْمَصَاب۪يحُ “Mesâbih” gibi isimleri de vardır. Resmî tertîbe göre 41, iniş sırasına göre ise 61. suredir.
Fussilet Sûresinin Konusu
Sûrede Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğu bildirilerek söze başlanır. Gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan varlıkları altı günde yaratan, Âd ve Semûd gibi azgın kavimleri dehşetli azaplarla helak eden Allah Teâlâ öldükten sonra insanları diriltmeye ve insanın kulak, göz ve deri gibi azalarını konuşturup şâhit kılmaya muktedirdir. Ayrıca geceyle gündüz, güneşle ay, kurumuş toprağın Allah’ın indirdiği yağmurla dirilmesi, yine hem Allah’ın kudretine, hem de ölüleri dirilteceğine dair açık delillerdir. Bunun sonucu olarak inkârcılar mahşerde devâsız horluk, rezillik ve pişmanlık manzaraları oluştururken, iman ve istikâmet üzere hayat süren bahtiyarlar, hem ölürken hem de dirilirken meleklerin selamlamaları ve müjdelemeleri arasında gönül hoşluğu içinde cennete girerler. Bu hayırlı sonuca ulaşmanın şartı, itikat, ibâdet ve ahlâkî güzellikleriyle İslâm’ı bilen, yaşayan ve tebliğ eden, “ben Müslümanım” diyerek İslâm’ı hayatının her alanına aksettiren kâmil bir mü’min olabilmektir.
Esasen İslâm da ancak böyle ahlâkî kemâl sahibi mü’minler vesilesiyle yayılma, neşv ü nemâ bulma imkânına sahip olacaktır. Netice itibariyle Kur’ân-ı Kerîm, bâtılın hiçbir taraftan kendine yanaşamadığı gerçek bir Allah kelâmıdır. Dünya ihtiyarladıkça Kur’an gençleşmektedir. Gerek dış âlem gerek insanın iç âlemiyle alakalı meydana gelen ilmî gelişmeler, Kur’an’ın ilâhî bir gerçek olduğunu gün be gün, an be ân ortaya koymaktadır.
Fussilet Sûresinin Nuzül Sebebi
Mushaftaki sıralamada kırk birinci, iniş sırasına göre altmış birinci sûredir. Mü’min (Gâfir) sûresinden sonra, Şûrâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir. “Hâ-mîm” harfleriyle başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ikincisidir.
Fussilet Sûresinin Fazileti
İbn Âşûr’un Beyhak’den naklettiğine göre (XXIV, 227) Hz. Peygamber’in Tebâreke (Mülk) ve Hâ-mîm es-secde (Fussılet) sûrelerini okumadan uykuya yatmadığı rivayet edilmiştir.
FUSSİLET SÛRESİNİN TEFSİRİ
Hâ. Mîm. Kur’an, çok merhametli, çok şefkatli Allah tarafından parça parça indirilmektedir. O, doğrunun ve güzelin kıymetini bilen bir toplum için âyetleri Arapça okunup rahatlıkla anlaşılan bir metin olarak iyice açıklanmış ve belli bir sistem dâhilinde dizilmiş bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak! Ama ne çâre ki, insanların çoğu ondan yüz çevirmekte ve ona kulak vermemektedir.
Bu âyetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in belli başlı husûsiyetleri beyân edilir:
✺ Hâ. Mîm. harfleri Kur’ân-ı Kerîm’in icaz ve tehaddî özelliğine işaret eder.
✺ Kur’ân-ı Kerîm, Allah katından parça parça indirilmiştir. O bir beşer sözü değildir.
✺ Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisi olan Kur’an, beşeriyet için en büyük bir rahmet ve lutuftur.
✺ O, “kitap”, yani sadece okunan değil, aynı zamanda yazıya geçirilerek korunan ölümsüz bir belgedir.
✺ Kur’an’ın âyetleri detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Lafzı itibariyle fâsılaları, sûrelerin baş ve sonları birbirinden ayrılmıştır. Mânası itibariyle de hükümleri, kıssaları, vaatleri, tehditleri, misalleri ve öğütleri ayrı ayrı belirtilerek açıklığa kavuşturulmuştur.
✺ O, Kur’an’dır; devamlı okunan bir kelamdır. Bu isimle zımnî olarak da “Onu devamlı okuyunuz!” emri verilmiş sayılır.
✺ Kur’ân-ı Kerîm’in dili Arapçadır. Bunun sebebi, Son Peygamber (s.a.s.)’in Arap, hitap ettiği ilk toplumun da Araplar olmasıdır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Biz her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik” (İbrâhim 14/4) buyrulur.
✺ Kur’ân-ı Kerîm akıl sahiplerine, mesajlarına kulak verip mânalarını öğrenmek isteyenlere hitap eder. Bu sebeple ona kalbini ve kulaklarını kapatanlar, o rahmet kaynağından istifade edemezler. Pırlanta ile taş arasındaki farkı ayırt edemeyen biri için pırlanta bir fayda sağlamadığı gibi, câhiller için de bu kitap bir fayda sağlamaz.
✺ Kur’an iman edip sâlih ameller işleyenleri müjdeler.
✺ İnkâr edenleri ise uyarır ve korkutur.
Çünkü onlar Kur’an âyetlerini düşünerek, taşınarak değil körü körüne bir inatla reddediyorlardı:
Şöyle diyorlar: “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık, seninle aramızda da perde vardır. Artık ne yapacaksan yap; biz de bildiğimizi yapacağız.”
Burada onların, hakikati arayan samimi niyetli bir insan edâsıyla Kur’an’a kulak verip dinlemeye, mânaları üzerinde düşünüp zihin yormaya gerek duymadıkları anlaşılmaktadır. İşte Kur’an böyle bir zihniyeti tenkit etmekte ve bunun çok tehlikeli bir yaklaşım olduğunu haber vermektedir. Buna göre; “Artık ne yapacaksan yap; biz de bildiğimizi yapacağız” (Fussılet 41/5) sözü iki mânaya gelebilir:
› Sen kendi dîninin gerektirdiğini yap, biz de kendi dînimize göre yaşayacağız.
› Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak için elimizden ne gelirse yapacağız.
Onların bu inkarcı ve isyancı duruşlarına karşı:
Rasûlüm! De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ama bana sizin ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Şu halde dosdoğru O’na yönelin ve günahlarınız için O’ndan bağışlanma dileyin!” Gerçek ortadayken, O’na ortak koşanların vay hâline! Onlar zekâtı vermezler. Âhireti de zâten büsbütün inkâr içindedirler. İman edip sâlih ameller işleyenler için ise, ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfat vardır.
Peygamber de bir insandır. Fakat ona vahiy gelmekte ve Allah’ın dinini insanlara tebliğ etmektedir. Bu dinin esası Allah’ın tek ilâh olduğunu kabul etmek, O’nun emrettiği kanunlar çerçevesinde istikâmet üzere bir kulluk yapmak ve hatalı davranışlarımız sebebiyle de O’ndan dâima bağışlanma dilemektir. Zıddını söylemek gerekirse Allah’tan başka hiç kimseyi ilâh yerine koymamak, onlara boyun eğmemek ve Allah’tan başkasının belirlediği kanunlara, nizamlara, örf ve âdetlere uymamaktır. Tevhid ehli kâmil bir mü’min ve müslüman olmaktır. Dolayısıyla bu dini kabul etmeyip şirke düşen, imandaki sadakati gösteren zekât emrini yerine getirmeyen ve dinin en çok üzerinde durduğu bir hakikat olan âhirete inanmayan kimselerin âkıbetleri berbat ve hüsrân olacaktır. Bu dini kabul edip iman ve sâlih amellerle ömrünü geçirenlerin ise mükâfatları kesintisiz devam edecektir. Bu mükafatlar için başa kakma da olmayacaktır. Ayrıca kalplerindeki kulluk niyeti sağlam olduğu sürece, hastalık, kötürümlük, yaşlılık gibi bir kısım mazeretler sebebiyle yapamadıkları ibâdet ve taatlerin sevabını da Allah onlara kesintisiz verecektir.
İnkâr bataklığına saplanmış olanlar, karşılarında dikili duran şu muazzam deliller üzerinde düşünseler, belki gittikleri yolun yanlışlığını fark edip gerçeği kabule yönelebilirler. Bunun için:
De ki: “Siz yeryüzünü iki günde yaratan Allah’ı inkâr edip de başkalarını ona denk mi tutuyorsunuz? Oysa O, bütün âlemlerin Rabbidir!” O, yerin üstünde sağlam sarsılmaz dağlar yerleştirdi, orayı bereketli kıldı ve isteyip arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları önceki iki günle birlikte toplam dört günde takdir etti.
Âyetlerde bahsedilen “gün”den maksat, bildiğimiz gün değil, başı ve sonu belli olmayan uzun “jeolojik devir”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetlerinde de haber verildiği üzere Allah Teâlâ, gökleri, yeri ve bunların içindekileri “altı gün”de yaratmıştır. (bk. Furkan 25/59; Kâf 50/38) Bahsedilen altı gün burada tafsil edilir ve hangi günlerde neler yaratıldığı bir miktar daha detaylı anlatılır. Buna göre: Altı günden dördü yeryüzünün, yeryüzü üzerindeki dağların ve canlıların hayatlarını devam ettirmelerini sağlayacak hava, su, madenler, bitkiler, hayvanlar gibi geçim kaynaklarının yaratılıp hazırlanmasına ayrılmıştır. Cenâb-ı Hak yeryüzüne öyle bir bereket vermiştir ki, yüz binlerce yıldan beri en küçük canlıdan yüz binlerce canlı türüne mensup hadde hesaba gelmeyen mahlukât faydalandığı halde bu rızıklar bitip tükenmemektedir. Arayıp soranlar, ihtiyacı olanlar, varlığını devam ettirmek için gıda maddelerine muhtaç olan varlıklar, orada ihtiyacı ölçüsünde gıdasını bulabilmektedir. İşte yeryüzünü ve içindekileri yaratan kuvvetin sahibi Allah, ins ü cin bütün varlıkların mâlikidir; kendisinden başka bütün varlıklar da O’nun memlüküdür. O halde O nasıl inkâr edilebilir? Nasıl başka şeyler O’na ortak koşulabilir? Hiçbir şeye muktedir olamayan aciz mahluklar, nasıl kendisi üzerinde malik ve kadir olan bir varlığa denk tutulabilir?
İlâhî kudret yeryüzünün yaratılışı ve tanzimiyle birlikte:
Bundan başka, gaz hâlinde olan göğe yöneldi. Hem ona, hem de yeryüzüne: “İsteseniz de istemeseniz de gelin!” buyurdu. İkisi de: “İsteyerek geldik” dediler.
11. âyette geçen اَلدُّخَانُ (duhān), sözlükte “duman” anlamına gelir. Tefsirlerde bu kelime “su buharı” olarak izah edilir. Günümüz ilmî gelişmeleri ışığında “hidrojen gazı” olarak yorumlanmaktadır. İşte kâinatın başlangıcını teşkil eden madde budur. Cenâb-ı Hak önce bu maddeyi yaratmış, bundan da tüm kâinatı var etmiştir. Bilim adamlarının izahına göre, gök cisimleri gazların yoğunlaşması ile yaratılmıştır. Önceleri uzayı dolduran gayet sıcak bir gaz bulutu vardı. Bu gaz kütlesinin parça parça yoğunlaşıp sıkışmasıyla yıldızlar meydana geldi. Kâinatta hâlâ bir kısım yıldızlar doğarken bir takımları dağılmakta ve başka yıldızlar tarafından yutulmaktadır. Aslında yaratılışın başlangıcını teşkil eden bu gazın hadsiz hesapsız güçteki bir enerji bulutu olduğu anlaşılıyor. Zaten maddenin de enerjinin yoğunlaşmasından oluştuğu artık bilinmektedir. İşte Kur’an’ın beyânına göre gök cisimleri, duman görünümündeki bu gaz (enerji) bulutundan yaratılmıştır. Yalnız gökleri ve yeri yaratırken Allah Teâlâ için bir zorluk ve bir yorulma söz konusu değildir. O sadece onlara “emrime gelin”, yani “olun, varlık sahnesine çıkın” diye emretmiş, onlar da belirlenen ilâhî program dâhilinde oluvermişlerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık. Ama bize en küçük bir yorgunluk bile dokunmadı.” (Kāf 50/38)
Cenâb-ı Hak, gökleri yedi kat olarak tanzim etmiştir. Bunlar hakkında bazı açıklamalar yapılmaya çalışılsa bile günümüz ilmî gelişmeleri bunların mâhiyeti hakkında kesin bir izah yapamamaktadır.[1] Allah her bir kat göğe vazifesi neyse onu emretti. Hangisi ne iş için yaratıldı ise onu yapacaktı. Zaten de öyledir; her bir gök ve oradaki varlıklar, ilâhî tâlimat istikâmetinde vazifelerini hiç aksatmadan yapmaktadırlar. Değilse kâinattaki bu nizamın devam etmesi mümkün olmaz. Bunlar içinde yıldızlarla donatılan gök, dünya göğüdür. Günümüz astronomi ilmi, işte bu gökle ve buradaki yıldızlarla alakalı araştırmalar yapmakta, bazı ilmi tespit ve izahlarda bulunmaya çalışmaktadır. Cenâb-ı Hak, bu göğü muhafaza altına almıştır. Yani onu şimdilik bozulmaktan korumuştur. Şeytanların çıkıp melekleri dinlemesinden de mahfuz tutmuştur. (bk. Hicr 15/17-18; Saffât 37/7-10) Yani bu korumanın maddi ve mânevî olmak üzere iki yönü olduğu anlaşılmaktadır. Bütün bunları yapan, yaratan ve takdir eden ise şüphesiz ki kudreti her şeye yeten, kuvvetine karşı konmayan, her şeyi hakkiyle bilen Allah Teâlâ’dir.
Bu apaçık ilâhî kudret işaretlerinden sonra Allah’a inanmamak ve O’ndan yüz çevirmek doğru ve yerinde bir davranış olabilir mi? Buna rağmen:
[1] Kuran’da pek çok ayette kullanılan ve “gök” diye tercüme ettiğimiz “semâ” kelimesi iki mânada kulanılır:
– Bütün kâinâtı ifade etmek için,
– Dünya göğünü ifade etmek için.
Birinci mâna dikkate alındığında, günümüzdeki bir kısım bilimsel çalışmalara göre “yedi gök”le ilgili şu izahlar yapılabilir:
Bunlardan maksat uzay sonsuzluğuna doğru devam eden yedi manyetik mekandır. Onların kuşattığı alanlar ve bu alanların büyüklüğü ile ilgili günümüz astrofiziğinin verdiği tahmini bazı bilgiler şöyledir:
Gök: Güneş sistemi ile birlikte temsil ettiği uzay mekânı. Burası yaklaşık olarak 6.5 trilyon km’dir. Gök: Galaksimizin temsil ettiği uzay mekanı. Burası 30-100 bin ışık yılıdır. Gök: Galaksi grubumuzun temsil ettiği uzay mekanı. Yaklaşık 2 milyon ışık yılıdır. Gök: Galaksi gruplarının ortaklaşa temsil ettiği kâinatın merkez radio manyetik mekânı. 100 milyon ışık yılı çapındadır. Gök: Kuasarların temsil ettiği evren mekanı. 1 milyar ışık yılıdır. Gök: Kaçan yıldızların temsil ettiği genleşen evren mekânı. 20-100 milyar ışık yılıdır. Gök: Bunun dışındaki evrenin sınırsız sonsuzluklarını temsil eden evren mekânı. Buna bir sınır tanımak mümkün olamamaktadır.
Bu göklerden birinden diğerine intikal, hem hız yetersizliği yüzünden hem de manyetik gerilimleri aşması yönünden imkânsızdır. Bu göklere intikal için ışık hızını aşmak, maddî hüviyeti terk etmek gerekir. İşte Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz, Mirac gecesi Allah’ın izniyle bu maddî hüviyeti terk ederek yedi kat semayı geçerek Rabbinin huzuruna çıkmıştır.
Kelimenin ikinci mânası düşünüldüğünde, Dünya göğünün, bir başka deyişle atmosferin, 7 katmandan oluştuğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim bugün dünya atmosferinin üst üste dizilmiş farklı katmanlardan meydana geldiği bilinmektedir. Kimyasal içerik veya hava sıcaklığı ölçü alınarak yapılan tanımlamalarda, dünyanın atmosferi 7 katman olarak belirlenmiştir. Bugün halen 48 saatlik hava durumu tahminlerinde kullanılan ve “Limited Fine Mesh Model” (LFMII) olarak adlandırılan atmosfer modeline göre de atmosfer 7 katmandır. Modern jeolojik tanımlamalara göre atmosferin 7 katmanı şu şekilde sıralanmaktadır: 1- Troposfer, 2- Stratosfer, 3- Mezosfer, 4- Termosfer, 5- Ekzosfer, 6- İyonosfer, 7- Manyetosfer
Böylece onları yedi kat gök olarak iki günde yarattı ve her bir göğe vazîfesini bildirdi. Dünya göğünü de kandillerle süsledik ve onu bozulmaktan koruduk. İşte bu, kudreti dâimâ üstün gelen ve her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın takdiridir.
12. âyette geçen اَلدُّخَانُ (duhān), sözlükte “duman” anlamına gelir. Tefsirlerde bu kelime “su buharı” olarak izah edilir. Günümüz ilmî gelişmeleri ışığında “hidrojen gazı” olarak yorumlanmaktadır. İşte kâinatın başlangıcını teşkil eden madde budur. Cenâb-ı Hak önce bu maddeyi yaratmış, bundan da tüm kâinatı var etmiştir. Bilim adamlarının izahına göre, gök cisimleri gazların yoğunlaşması ile yaratılmıştır. Önceleri uzayı dolduran gayet sıcak bir gaz bulutu vardı. Bu gaz kütlesinin parça parça yoğunlaşıp sıkışmasıyla yıldızlar meydana geldi. Kâinatta hâlâ bir kısım yıldızlar doğarken bir takımları dağılmakta ve başka yıldızlar tarafından yutulmaktadır. Aslında yaratılışın başlangıcını teşkil eden bu gazın hadsiz hesapsız güçteki bir enerji bulutu olduğu anlaşılıyor. Zaten maddenin de enerjinin yoğunlaşmasından oluştuğu artık bilinmektedir. İşte Kur’an’ın beyânına göre gök cisimleri, duman görünümündeki bu gaz (enerji) bulutundan yaratılmıştır. Yalnız gökleri ve yeri yaratırken Allah Teâlâ için bir zorluk ve bir yorulma söz konusu değildir. O sadece onlara “emrime gelin”, yani “olun, varlık sahnesine çıkın” diye emretmiş, onlar da belirlenen ilâhî program dâhilinde oluvermişlerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık. Ama bize en küçük bir yorgunluk bile dokunmadı.” (Kāf 50/38)
Cenâb-ı Hak, gökleri yedi kat olarak tanzim etmiştir. Bunlar hakkında bazı açıklamalar yapılmaya çalışılsa bile günümüz ilmî gelişmeleri bunların mâhiyeti hakkında kesin bir izah yapamamaktadır.[1] Allah her bir kat göğe vazifesi neyse onu emretti. Hangisi ne iş için yaratıldı ise onu yapacaktı. Zaten de öyledir; her bir gök ve oradaki varlıklar, ilâhî tâlimat istikâmetinde vazifelerini hiç aksatmadan yapmaktadırlar. Değilse kâinattaki bu nizamın devam etmesi mümkün olmaz. Bunlar içinde yıldızlarla donatılan gök, dünya göğüdür. Günümüz astronomi ilmi, işte bu gökle ve buradaki yıldızlarla alakalı araştırmalar yapmakta, bazı ilmi tespit ve izahlarda bulunmaya çalışmaktadır. Cenâb-ı Hak, bu göğü muhafaza altına almıştır. Yani onu şimdilik bozulmaktan korumuştur. Şeytanların çıkıp melekleri dinlemesinden de mahfuz tutmuştur. (bk. Hicr 15/17-18; Saffât 37/7-10) Yani bu korumanın maddi ve mânevî olmak üzere iki yönü olduğu anlaşılmaktadır. Bütün bunları yapan, yaratan ve takdir eden ise şüphesiz ki kudreti her şeye yeten, kuvvetine karşı konmayan, her şeyi hakkiyle bilen Allah Teâlâ’dir.
Bu apaçık ilâhî kudret işaretlerinden sonra Allah’a inanmamak ve O’ndan yüz çevirmek doğru ve yerinde bir davranış olabilir mi? Buna rağmen:
[1] Kuran’da pek çok ayette kullanılan ve “gök” diye tercüme ettiğimiz “semâ” kelimesi iki mânada kulanılır:
– Bütün kâinâtı ifade etmek için,
– Dünya göğünü ifade etmek için.
Birinci mâna dikkate alındığında, günümüzdeki bir kısım bilimsel çalışmalara göre “yedi gök”le ilgili şu izahlar yapılabilir:
Bunlardan maksat uzay sonsuzluğuna doğru devam eden yedi manyetik mekandır. Onların kuşattığı alanlar ve bu alanların büyüklüğü ile ilgili günümüz astrofiziğinin verdiği tahmini bazı bilgiler şöyledir:
Gök: Güneş sistemi ile birlikte temsil ettiği uzay mekânı. Burası yaklaşık olarak 6.5 trilyon km’dir. Gök: Galaksimizin temsil ettiği uzay mekanı. Burası 30-100 bin ışık yılıdır. Gök: Galaksi grubumuzun temsil ettiği uzay mekanı. Yaklaşık 2 milyon ışık yılıdır. Gök: Galaksi gruplarının ortaklaşa temsil ettiği kâinatın merkez radio manyetik mekânı. 100 milyon ışık yılı çapındadır. Gök: Kuasarların temsil ettiği evren mekanı. 1 milyar ışık yılıdır. Gök: Kaçan yıldızların temsil ettiği genleşen evren mekânı. 20-100 milyar ışık yılıdır. Gök: Bunun dışındaki evrenin sınırsız sonsuzluklarını temsil eden evren mekânı. Buna bir sınır tanımak mümkün olamamaktadır.
Bu göklerden birinden diğerine intikal, hem hız yetersizliği yüzünden hem de manyetik gerilimleri aşması yönünden imkânsızdır. Bu göklere intikal için ışık hızını aşmak, maddî hüviyeti terk etmek gerekir. İşte Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz, Mirac gecesi Allah’ın izniyle bu maddî hüviyeti terk ederek yedi kat semayı geçerek Rabbinin huzuruna çıkmıştır.
Kelimenin ikinci mânası düşünüldüğünde, Dünya göğünün, bir başka deyişle atmosferin, 7 katmandan oluştuğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim bugün dünya atmosferinin üst üste dizilmiş farklı katmanlardan meydana geldiği bilinmektedir. Kimyasal içerik veya hava sıcaklığı ölçü alınarak yapılan tanımlamalarda, dünyanın atmosferi 7 katman olarak belirlenmiştir. Bugün halen 48 saatlik hava durumu tahminlerinde kullanılan ve “Limited Fine Mesh Model” (LFMII) olarak adlandırılan atmosfer modeline göre de atmosfer 7 katmandır. Modern jeolojik tanımlamalara göre atmosferin 7 katmanı şu şekilde sıralanmaktadır: 1- Troposfer, 2- Stratosfer, 3- Mezosfer, 4- Termosfer, 5- Ekzosfer, 6- İyonosfer, 7- Manyetosfer
Hâlâ gerçeği kabulden yüz çeviriyorlarsa, onlara de ki: “Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerini yıldırım gibi çarpan korkunç azabın sizi de çarpabileceği gerçeğine karşı uyarıyorum!” Peygamberler, onlara bütün meşrû vasıtaları kullanarak ve gerçeğin bütün delillerini sunarak, “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin!” mesajını iletmişlerdi. Onlar ise: “Rabbimiz dileseydi bize peygamber olarak melekleri indirirdi. Öyle yapmadığına göre, biz de sizinle gönderildiğini iddia ettiğiniz her şeyi ret ve inkâr ediyoruz” diye karşılık verdiler. Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: “Bizden daha güçlü kim varmış?” dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha güçlü olduğunu görmüyorlar mıydı? Doğrusu onlar, bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı. Biz de, dünya hayatında alçaltıcı bir azabı onlara tattırmak için, yedi gece sekiz gün süren o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azabı ise çok daha alçaltıcı olacak; orada asla yardım da görmeyeceklerdir. Semûd’a gelince; onlara da doğru yolu gösterdik, fakat onlar o apaydınlık yolu izlemek yerine cehâlet karanlıkları içinde kör olarak yaşamayı tercih ettiler. Bunun üzerine, yaptıkları günahlar yüzünden, alçaltıcı bir yıldırım azabı onları çarpıp yok etti! Buna mukâbil iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınanları da kurtardık.
Göklerin ve yerin yaratılışında serdedilen bu kadar ilâhî kudret delillerine rağmen, üstelik ardı ardına gelen peygamberlerin her yolu deneyerek ısrarla sadece Allah’a kulluk edilmesi gerektiğini bildirmelerine rağmen, inatla Allah’ın birliğini reddeden ve O’na kulluğu kabullenmeyen münkirlerin artık cezalandırılmaya müstahak oldukları anlaşılmaktadır. Burada misal olarak da Âd ve Semûd kavimleri seçilmiş; onları çarpıp helak eden kasırga ve yıldırım nazar-ı dikkate sunulmuştur:
Âd kavminin kötülüğü, yeryüzünde hakları olmadığı halde büyüklenmeleri, kendilerini çok güçlü ve kuvvetli görmeleri ve Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr etmeleri idi. Öyle ki Allah’ı da unutarak, kendilerinden daha güçlü hiç kimsenin olmadığını söyleyecek bir küstahlık içinde idiler. Böylece gazab-ı ilâhîyi celbettiler. Üzerlerine, yedi gece sekiz gün süren ve uğradığı yeri darmadağın eden dondurucu bir kasırga gönderildi. (bk. Ahkāf 46/24-25; Zâriyât 51/42; Hakka 69/6-7) Kibirleri kırıldı, alçaldılar, burunları sürtüldü ve helak oldular. Âhirette ise daha alçaltıcı, rezil rüsvâ edici bir azaba uğrayacaklardır.
Semûd kavminin kötülüğü, Allah’ın gösterdiği doğru yolu terk edip cehâlet karanlıkları içinde küfür ve inkâr körlüğünü tercih etmeleri idi. Böyle olunca hep zulüm ve haksızlık yaptılar. Kahr-ı ilâhîyi celbettiler. Kendilerini çarpan alçaltıcı bir yıldırım azabıyla helak edildiler.
Her iki kavmin helaki sırasında da Allah Teâlâ iman edenleri, gönülleri Allah korkusu ve saygısıyla dopdolu olup günahlardan sakınanları kurtarmıştır.
Burada örnek verilen Âd ve Semûd kavimlerinin, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e karşı çıkan müşrik Araplarla ortak yönleri dikkat çekmektedir. Müşrikler de Âd kavmi gibi kibirli idiler. İnsandan peygamber olmayacağını ve peygamberlerin ancak meleklerden gönderilebileceğini düşünüyor, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile birlikte bir meleğin gelmesini istiyorlardı. (bk. En‘âm 6/8-9; Hûd 11/12; İsrâ 17/94-95) Yine onlar aynen Semûd kavmi gibi, içinde bulundukları küfür, şirk ve sapıklığı Peygamber (s.a.s.)’in getirdiği doğru yola tercih ediyorlardı. İşte müşrikler, aynı özellikleri taşıyan toplumların başına gelen felâketler hatırlatılarak uyarılmakta ve İslâm yoluna çağrılmaktadırlar.
Bu âyet-i kerîmelerin, indikleri dönemdeki müşrikler üzerinde bıraktığı tesiri göstermesi itibariyle şu hâdise gerçekten dikkat çekicidir:
İslâm davetinin günden güne gelişmesi üzerine iyice telâşa kapılan müşrikler, bir toplantı yaparak bu gidişâtın önünü alabilmek için çâreler düşündüler. Mes’ele hakkında Efendimiz (s.a.s.) ile konuşması için Utbe bin Rebîa’yı gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış oldukları zenginlik, evlilik, makam ve şöhret gibi teklifleri fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Sözlerini bitirinceye kadar Allah Resûlü onu sessizce dinledi Sonra da:
“- Ey Ebu’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe, “Evet!” deyince Resûlullah (s.a.s.) “Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu ve Besmele çekerek Fussılet sûresini okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:
“−Ey Ebu’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.
Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, onu gören müşrikler:
“−VAllahi Ebu’l-Velîd gittiğinden çok farklı bir yüzle geliyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına geldiğinde heyecanla Utbe’ye: “Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:
“−VAllahi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:
«Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerini yıldırım gibi çarpan korkunç azabın sizi de çarpabileceği gerçeğine karşı uyarıyorum!» (Fussılet 41/13) dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tutarak, akrabalığımız hakkı için yemin ettim. Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vuku bulduğunu bildiğim için üzerimize azap ineceğinden korktum. Ey Kureyş cemaati! Gelin beni dinleyin! O’nu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer onu Araplar öldürürse, başkası vâsıtasıyla O’ndan kurtulmuş olursunuz. Şâyet Araplara hâkim olursa, O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mutlusu olursunuz!” dedi. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 313-314; İbn Kesîr, Bidâye, III, 111-112)
Bahsedildiği üzere inkârcı toplumlar dünyada bir kısım felâketlerle helak edildiler. Bunların âhirette uğrayacakları azaba gelince:
Gün gelecek, Allah’ın düşmanları, baştan sona tutuklanıp bir araya getirilerek, cehenneme doğru sürülecekler. Nihâyet ateşin karşısına geldiklerinde kendi kulakları, gözleri ve derileri, vaktiyle işledikleri bütün kötülükleri söyleyip onların aleyhinde şâhitlik edecekler. Derilerine öfke ve hayretle: “Niçin aleyhimizde şâhitlik ediyorsunuz?” diye çıkışacaklar. Derileri ise: “Ne yapalım; her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Sizi başlangıçta yaratan O idi; yine O’na dönüyorsunuz” diye cevap verecekler.
Bu âyetlerde kulakların, gözlerin ve derilerin şâhitlik yapacağı haber veriliyor. Dilin tatma ve burnun koklama özellikleri deriye ait hususiyetler olduğu için ayrıca zikredilmeye lüzum görülmemiştir. Yani onlar da şâhitlik yapacaklardır. Diğer azaların şâhitliği hususunda Yâsîn sûresinde şöyle buyrulur:
“O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları günahları bize elleri söyler, ayakları da buna şâhitlik eder.” (Yâsîn 36/65)
Buna göre eller ve ayaklar da o gün şâhitlik yapacaktır. Şâhitler bunlarla da sınırlı değildir. Kişinin üzerinde dolaştığı mekanlar, iyilik ya da kötülük yaptığı yerler de şâhitlik yapacaktır. Nitekim Zilzâl sûresinde bu hakikat şöyle beyân buyrulur:
“Yer bütün ağırlıklarını; ölülerini, hazinelerini fırlatıp dışarı çıkardığı ve insan şaşkın şaşkın: «Ne oluyor buna?» dediği zaman! İşte o gün yer, üstünde olan biten bütün haberlerini anlatır: Çünkü Rabbin ona böyle yapmasını emretmiştir.” (Zilzâl 99/2-5)
Enes b. Malik (r.a.) der ki:
Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda idik, tebessüm buyurdu. Sonra: “Niçin güldüğümü biliyor musunuz?” diye sordu. Biz: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedik. Şöyle buyurdu:
“- Kulun Rabbine hitabından dolayı tebessüm ettim. O: «Ey Rabbim! Sen beni zulümden alıkoymadın mı?» der. Yüce Rab: «Evet» der. Bu sefer kul: «Ben kendime karşı ancak kendimden olan şahidi kabul ederim» der. Bunun üzerine yüce Allah: «Bugün sana karşı şâhit olarak kendin yetersin. Şâhitler olarak da kirâmen katibîn melekleri yeter» buyurur.”
Efendimiz devamla buyurdu ki: “Allah o kişinin ağzına mühür vurur ve bu sefer azalarından konuşmaları istenir. Azalar yaptıkları işleri söyler. Sonra onu konuşmak üzere serbest bırakır. Kul der ki: «Benden uzak olun, benden uzak olun. Ben sizin için mücadele edip duruyordum.»” (Müslim, Zühd 17)
Yüce Rabbimiz için hiçbir şey zor değildir. Dünyada etten ibaret olan insan diline konuşma özelliği verdiği gibi, âhirette bu husûsiyeti şâhitlik yapacak canlı veya cansız her şeye verecektir. Onlar da yaptıklarını, bildiklerini, üzerinde yapılanlarını veya kendileri vasıtasıyla yapılanları Allah’ın buyruğu ile eksiksiz dile getireceklerdir. Bunun böyle olacağında bir şüphe olmamakla birlikte:
Oysa siz, vaktiyle günahlara dalarken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bir gün aleyhinizde şâhitlik yapacağından çekinmiyordunuz. Üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte Rabbiniz hakkındaki bu yanlış düşünceniz, sizi helâke sürükledi de hüsrâna uğrayanlardan oldunuz!
Kulak, göz, deri, el, ayak ve diğer azalarımızın aleyhimizde şâhitlik yapmamaları için bu dünya hayatında dikkatli olmamız icap eder. Bu dikkati gösterebilmek için de Allah’a olan imanımızın tam ve kâmil olması zaruridir. Allah Teâlâ’nın her şeyi gördüğünü, her şeyi bildiğini ve her şeyden hakkiyle haberdar olduğunu bilen insan, ancak O’nun râzı olduğu işlerle meşgul olur ve râzı olmadığı şeylerden de uzak durur. Bu ancak ihsan seviyesinde bir kullukla erişilebilecek bir başarıdır. Eğer insanda bu iman ve ihsan duygusu kökleşmez, yaptıklarından Allah’ın habersiz olduğunu zannederse, bu zan onu netice itibariyle mahvedecek ve ebedî hüsrana uğramasına sebep olacaktır.
Bu âyetlerin nüzûlünü konu alan bir hâdiseyi Abdullah b. Mes’ud şöyle anlatır:
“Bir ara Kâbe’nin örtüsüne tutunmuş duruyordum. Biri Benî Sakîf ten, ikisi Kureyş’ten veya biri Kureyş’ten ikisi Benî Sakîf’ten olan üç kişi geldi. Bunların göbeklerinin eti çok ama akıllarının bilgisi azdı. O güne kadar duymadığım laflar ettiler. Biri dedi ki: «Ne dersiniz, Allah konuşmamızı işitiyor mudur?» Diğeri, «Sesimizi yükseltirsek duyar, yükseltmezsek duymaz», üçüncüsü ise «Bence açıktan konuştuğumuzu duyuyorsa gizli konuşmalarımızı da duyar» dedi. Bu konuşmaları Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlattım; bunun üzerine «Oysa siz, vaktiyle günahlara dalarken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bir gün aleyhinizde şâhitlik yapacağından çekinmiyordunuz. Üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte Rabbiniz hakkındaki bu yanlış düşünceniz, sizi helâke sürükledi de hüsrâna uğrayanlardan oldunuz!» âyetleri nâzil oldu. (Buhârî, Tefsir 41/2; Müslim, Münafıkîn 5)
Bir kez imansız bir biçimde can verip ebediyen cehennemi boyladıktan sonra:
Artık sabretseler de sabretmeseler de, onların varacağı yer cehennemdir. Özür dileyip dünyaya dönerek Allah’ın rızâsını kazanmak isteseler de artık onlara bu fırsat verilmeyecektir.
Âyetin, “Özür dileyip dünyaya dönerek Allah’ın rızâsını kazanmak isteseler de artık onlara bu fırsat verilmeyecektir” (Fussılet 41/24) kısmıyla alakalı olarak şu izahlar yapılabilir:
› Onlar dünyaya geri dönmek isteyecekler, fakat geri dönmelerine müsaade edilmeyecektir.
› Cehennemden kaçıp kurtulmak isteyecekler, ama kurtulamayacaklardır.
› Tevbe etmek isteyecekler, fakat tevbeleri kabul edilmeyecektir.
› Kendilerinden hoşnut ve râzı olunmasını isteyecekler, fakat bunun onlara faydası olmayacaktır.
Hâsılı sabretseler de sabretmeseler de, dayansalar da dayanmasalar da, hangi çareye başvursalar da varacakları yer kesinlikle cehennem olacaktır!
Onların böyle bir acı sona uğramalarının önemli bir sebebi de şudur:
Biz onlara öyle kötü arkadaşlar musallat ettik ki, bunlar yaptıkları ve yapacakları bütün kötülükleri onlara süslü ve câzip gösterdiler. Böylece, kendilerinden önceki cin ve insan topluluklarının başına gelen azap sözü, onlar için de kaçınılmaz oldu. Gerçekten onlar, büyük bir hüsrâna uğramışlardır.
Sünnetullâh gereği iyi insanlara iyi insanlar arkadaş olur, kötü insanlara kötü insanlar arkadaş olur. Bir insan kötülüğe ve sapıklığa ne kadar batarsa, o derece kötü arkadaşlar edinir. Şeytanlar onun dostu olurlar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kim Rahman’ı hatırından çıkarıp öğüt ve uyarılarla dolu Kur’an’ı görmezlikten gelirse, biz ona bir şeytan sardırırız da, artık o şeytan onun ayrılmaz yoldaşı olur. Bu şeytanlar onları Allah’a giden yoldan çıkarırlar; onlar ise hâlâ kendilerini doğru yolun üzerinde sanırlar. Sonunda hesap vermek üzere huzurumuza geldiklerinde ise o yoldaşına: «Keşke seninle aramız doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı. Sen meğer ne kötü arkadaşmışsın!» diyecek. Bu temennî ve pişmanlığınız bugün size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü dünyada iken birlikte zulmettiniz. Şimdi de azabı birlikte çekeceksiniz!” (Zuhruf 43/36-39)
Âhiretten gâfil bir halde günahlar içinde yaşayan o insanların etrafını, yumurta kabuğunun yumurtayı sardığı gibi saran kötü arkadaşlar, onlara “önlerinde ve arkalarında olan şeyleri”, yaptıkları ve yapacakları günahları süslü, şirin ve câzip gösterirler. “Önlerindeki şeyler”den maksat, içinde yaşadıkları dünya işleri ve onun bayağı zevkleri olabilir. Bunları çekici gösterip onları bütünüyle dünyaya bağlayarak günah ve isyanlara boğulmalarını sağlarlar. “Arkalarındaki şeyler”den maksat da ölüm sonrasıyla alakalı şeyler olabilir. Onları aldatarak yeniden diriliş, hesap, cennet, cehennem gibi istikbâle ait inanç esaslarını inkâr ettirirler. Bu yönüyle âyet-i kerîme, insanın içinde yaşadığı içtimâî muhîtin, etrafını saran arkadaş çevresinin ve bunlarla olan dostluk ilişkilerinin, inanç ve amel bakımından yürüyeceği yolu belirleme ve o yolda ilerleme bakımından ne kadar tesirli olduğuna dikkat çekmektedir.
Gerçeklerin iç yüzü böyleyken:
İnkâr edenler: “Şu Kur’an’ı dinlemeyin ve okunurken ona karşı yaygara koparın, böylece başkalarının dinlemesini de engelleyin. Belki bu yolla mü’minlere üstün gelirsiniz” dediler.
Âyete şu şekilde mânalar verilmiştir:
“Okununca Kur’an’ı dinlemeyin. Kırâati esnasında asılsız sözler ve hezeyanlarla yüksek sesle bağırıp çağırın. Böylelikle okuyanı yanıltır, mânasının anlaşılmasını önler ve onu kıraatten engellemiş olursunuz.” Kureyş müşrikleri birbirlerine böyle tavsiye ederlerdi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, V, 198)
“Resûlullah Kur’ân okuduğu zaman ıslık çalarak, karışık şeyler söyleyerek onun kafasını karıştırın; onu yalanlayın, inkâr edin.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 140)
Rivayete göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) Mekke’de bulundukları sırada Kur’an okuyup sesini yükselttikleri zaman müşriklerin ileri gelenleri, insanları onun yanından uzaklaştırıyor ve onlara: “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin” diyorlardı. Kendileri de alkış tutuyor, ıslık çalıyor, şiir ve recez söyleyerek ortalığı gürültüye boğuyorlardı. (bk. Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXIV, 119) Maksatları, insanların Kur’ân’ı anlamalarını engellemek ve bu yolla Peygamberimiz (s.a.s.)’e galip gelmekti. Halbuki bu durum onların cehaletinden kaynaklanmaktaydı. Çünkü onlar, bu işi yaptıkları sırada, kendilerinin boş ve bâtıl şeylerle meşgul olduklarını ikrar etmiş oluyorlardı. Allah Te’âlâ’nın ise Peygamberi’ne yardım edeceğini biliyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 120)
Âyet-i kerîmede Allah Te’âlâ onların bu durumlarını haber vermiş ve Kur’ân’a karşı sergiledikleri bu tavırlarına karşılık onları şiddetli bir şekilde cezalandıracağını şöyle bildirmiştir:
Biz de o küfre batmış olanlara şiddetli bir azap tattıracak ve onları yapageldikleri günahların en kötüsüne göre cezalandıracağız. İşte Allah düşmanlarının cezası: Ateş! Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerine karşılık, orası onların ebediyen kalacakları yurtlarıdır. İnkâra saplanmış olanlar cehennemde şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Gerek cinlerden gerek insanlardan bizi saptıranları bize gösteriver; onları ayaklarımızın altına alıp çiğneyelim de böylece en aşağılık kimseler olsunlar!”
Dünyadaki şiddetli ceza, Bedir’de, Hendek’te, Huneyn’de olduğu gibi müşriklerin müslümanlar karşısında uğrayacakları mağlubiyetler, bu vesileyle öldürülmeleri, esir edilmeleri ve nihâyet kaçacak yer arama mecburiyetinde kalmalarıdır. Âhirette de dünyada yaptıklarının en kötüsüne göre ceza göreceklerdir. Yani dünyadaki yakınları ziyaret, onlara sahip çıkma, muhtaçlara yardım, insanlara iyi davranma gibi güzel davranışları ile değil, Allah’a ortak koşmak ve Kur’an’a düşmanlık gibi gerçekten kötü amelleri dikkate alınarak cezalandırılacaklardır. Allah düşmanlarının hak ettikleri ceza, içinde ebedi kalmak üzere cehennem olacak ve orada çeşitli şekillerde pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Burada haber verildiğine göre, kendilerinin doğru yoldan sapmalarının sebebi olarak gördükleri cin ve insan şeytanlarına o kadar kızacaklar ki, bir görebilseler, onları ayaklarının altına alıp çiğnemek, linç etmek isteyecekler. Ta ki onlar herkesten daha aşağı, aşağıların aşağısı olsunlar; cehennemin dibini boylasınlar! Bu feryatları, onlardaki kızgınlık ve pişmanlığın derecesini göstermeye kâfidir.
Kâfirlerin böyle içler acısı hâllerine mukâbil, gerçek mânada iman ve istikâmet üzere olanlara gelince:
“Rabbimiz Allah’tır!” diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu tâkip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: “Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin!”
Burada meleklerin üzerine indiği mü’minlerin iki mühim vasfı zikredilir:
Birincisi; iman: Bunlar, “Rabbımız Allah’tır” derler. Yani Allah’ı tanırlar, O’nun hiçbir ortağı ve dengi olmadığını kabul ederler. O’nu bütün noksan sıfatlardan ve ortaklardan pak ve uzak tutarlar. Ayrıca Allah’ı rab olarak tanımanın gerektirdiği bütün iman esaslarına da inanırlar.
İkincisi; istikâmet: Allah’ın rablığını, O’nun birliğini ikrarda devam edip, sahip oldukları arı duru tevhid inancını aslâ şirkle karıştırmadıkları gibi, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından da bütünüyle kaçınmaya azami dikkat gösterirler.
Buna göre Allah’ın tek rab olduğunu kabullenip sonra istikamet üzere olmak, itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı bütün hususları içine alır. Bununla birlikte istikamete daha özel mânalar da verilmiştir. Mesela:
❂ Hz. Ebubekir bunu, “Allah’a asla ortak koşmamak ve O’ndan başka bir ilâha asla yönelmemek”,
❂ Hz. Ömer, “imanda sebat etmek”,
❂ Hz. Osman, “ihlasla amel etmek”,
❂ Hz. Ali ise “farzları yerine getirmek” şeklinde izah ederler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 143; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 254)
Demek ki melekler, Allah’a inanıp O’nu tanıyan ve O’na karşı kulluk vazifelerini aşırılığa kaçmadan hakkiyle yapan kamil mü’minlerin üzerine inerler.
Melekler dünyada olduğu gibi ölüm anında, kabirde ve kıyamet günü yeniden dirilirken de mü’minlerin üzerine inerler. İnerler de onlara öldükten sonra âhirette karşılaşacakları şeylerden dolayı korkmamalarını telkin ederler. Bilindiği üzere korku, insanın, başına kötü bir şeyin gelmesini beklemesinden doğan bir acıdır. Yine onlara geride bıraktıkları çoluk çocukları ve akrabaları sebebiyle de üzülmemelerini söylerler. Allah Teâlâ’nın onlara iyilikle muamele edeceğini, kendilerine de cennette, dünyadakinden daha çok ve daha güzel nimetler vereceğini; onları cennette müslüman yakınları ve çocuklarıyla bir araya getireceğini bildirirler. Böylece onların hüzünlenmelerini önlerler. Çünkü “hüzün”, faydalı bir şeyi kaybetmek veya zararı dokunacak bir şeyin meydana gelmesinden doğan bir üzüntüdür. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 145; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 122; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 255)
Meleklerin dünyada mü’minlerin yanına gelip onlara ilâhî feyiz ve bereketi indirmelerini haber veren şu hadisler dikkat çekicidir:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah Te’âlâ’nın hususi bazı melekleri vardır ki, yeryüzünde zikir ehlini aramak için dolaşırlar. Ne vakit Allah’ı zikreden bir cemaat bulurlarsa birbirlerine seslenip: «Geliniz! Aradığınız buradadır» diyerek orada toplanırlar. O yeri kanatları ile göğe kadar çevirirler. Sonra Allah Te’âlâ, o zikir ehlinin durumunu meleklerden daha iyi bildiği halde onların ne söyledikleri, kendisinden ne istedikleri ve neden Allah’a sığındıkları konusunda soru sorup bilgi alır. Sonra da onları bağışladığını ve onlarla beraber bulunan kişilerin asla bedbaht olmayacağını bildirir.” (Buhârî, Deavât 67; Müslim, Zikir 25)
“Gece ve gündüzde bir kısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler, hesabınızı vermek üzere huzur-ı ilâhîye yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere, «Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Onlar da, «Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, yine biz onlara namaz kılarlarken vardık» derler.” (Buhârî, Mevâkîtu’s-salât 16; Müslim, Mesâcid 210)
Melekler, dünyada veya bahsi geçen ölüm anı, kabir ve haşirden birinde mü’minleri, dünyada iken peygamberler vasıtasıyla va‘dolundukları cennetle müjdelerler. Bu müjdelemeyle ilgili olarak da Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yapar:
“Melekler ölünün yanında hazır bulunurlar. Eğer o, sâlih bir kişi idiyse şöyle derler: «Temiz cesette bulunan ey temiz ruh, övülmüş olarak rahat ve istirahat ile çık. Öfkeli olmayan Rabbin müjdesi sanadır.» Bunlar ruh çıkıncaya kadar söylenmeye devam ederler. Sonra ruh göğe yükseltilir ve gök kapılarının açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Ona; «Temiz cesette bulunan temiz ruh, merhaba. Övülmüş olarak, rahat ve istirahat ile gir. Öfkeli olmayan Rabbinden müjde sana» denilir. O, en yüce göğe erişinceye kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Şayet o, kötü bir kimse idiyse şöyle derler: «Pis cesette bulunan ey pis ruh çık, kötülenmiş olarak çık. Kavurucu ateş ve irinle ve buna benzer başka azaplarla seni müjdeleriz.» Ruh çıkıncaya kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Sonra o göğe yükseltilip göğün onun için açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Bunun üzerine: «Pis cesetteki pis ruh rahat yüzü görmeyesin, sana merhaba yok, kötülenmiş olarak dön. Gök kapıları sana açılmayacaktır» denilir ve gökten geri gönderilir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 364-365)
Yine Efendimiz (s.a.s.): “Kim Allah’a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim Allah’a kavuşmak istemezse, Allah da ona kavuşmayı arzu etmez” buyurunca Hz. Âişe:
“- Yâ Rasûlallah! Ölümü sevmediği için mi kavuşmak istemez. Şâyet öyleyse hiçbirimiz ölümü sevmeyiz” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“- Hayır, öyle değil. Mü’mine Allah’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti müjdelendiği zaman o, Allah Teâlâ’ya kavuşmak ister; işte o zaman Allah Teâlâ da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire de Allah’ın azabı, gazabı haber verildiği zaman o, Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz; Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)
Netice itibariyle, âyet-i kerîmeden anladığımıza göre melekler mü’minlere ölüm sırasında şöyle diyecekler: “Biz size dostuz. Dünya hayatında sizin yoldaşlarınız idik. Sizi doğrultuyor, başarıya ulaştırıyor ve Allah’ın emriyle sizi muhafaza ediyorduk. Aynı şekilde âhirette de sizinle beraber olacağız. Kabirde sizin yalnızlığınızı ünsiyete çevireceğiz. Sûra üfürüldüğü sırada da sizinle beraber olacağız ve yeniden diriltilme, haşir gününde sizin korkunuzu emniyete çevireceğiz. Sırattan sizi geçireceğiz ve sizi nimetlerle dopdolu cennetlere ulaştıracağız. Orada canlarınızın çektiği her şey sizindir. Gözleri aydınlatacak, gönülleri sevindirecek, seçip beğendiğiniz her şey cennette sizin için hazırlanmıştır. Ne isterseniz anında önünüzde hazır bulunacaktır. Ayrıca çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibi Yüce Allah günahlarınızı affedecek, size sınırsız rahmet ve lutufta bulunacaktır.”
Şeytanların kâfirlere yaptığı kötülüğün aksine, melekler mü’minlere tüm işlerinde yardımcı olurlar. Onlara doğruyu ilham eder ve onları iyilik ve güzelliğe sebep olacak işlere teşvik ederler. Bu ayet, ihlâsla Allah’a kulluğa devam eden mü’minlerin bu hallerinin Allah’ın tevfiki ve melekler vasıtasıyla onlara yardımı sayesinde olduğunu hatıra getirir. Âhirette de melekler mü’minlere şefaat etmek ve onları güzellikle karşılamak suretiyle dostluklarını izhar edeceklerdir.
Âyet-i kerîmelerin işaretine göre meleklerin mü’minlere dostluğu üç kademede değerlendirilir:
✺ Rahmet dostluğu,
✺ Nusret dostluğu,
✺ Muhabbet dostluğu.
“Rahmet dostluğu” avam tabakası için, “nusret dostluğu” seçkinler için, “muhabbet dostluğu” ise seçkinlerin seçkinleri içindir. Allah Teâlâ, meleklerin rahmet dostluğuyla avam tabakasını dünyada şeriatın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kılar; âhirette de bu amellerine karşılık cenneti verir. Nusret dostluğuyla seçkinleri dünyada en büyük düşmanları olan nefs-i emmareleri üzerine salar ve devamlı kötülüğü emreden bu nefisleri kötü huylardan ve alçak sıfatlardan temizlemelerini sağlar; âhirette de onları “Rabbine dön” cezbesiyle mükafatlandırır. Muhabbet dostluğuyla ise seçkinlerin seçkinlerine dünyada müşâhede ve mükâşefe kapılarını açar; âhirette de onları kendisine en yakın kullardan eyler. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 256)
O hâlde:
“Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir.” “Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!”
Burada meleklerin üzerine indiği mü’minlerin iki mühim vasfı zikredilir:
Birincisi; iman: Bunlar, “Rabbımız Allah’tır” derler. Yani Allah’ı tanırlar, O’nun hiçbir ortağı ve dengi olmadığını kabul ederler. O’nu bütün noksan sıfatlardan ve ortaklardan pak ve uzak tutarlar. Ayrıca Allah’ı rab olarak tanımanın gerektirdiği bütün iman esaslarına da inanırlar.
İkincisi; istikâmet: Allah’ın rablığını, O’nun birliğini ikrarda devam edip, sahip oldukları arı duru tevhid inancını aslâ şirkle karıştırmadıkları gibi, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından da bütünüyle kaçınmaya azami dikkat gösterirler.
Buna göre Allah’ın tek rab olduğunu kabullenip sonra istikamet üzere olmak, itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı bütün hususları içine alır. Bununla birlikte istikamete daha özel mânalar da verilmiştir. Mesela:
❂ Hz. Ebubekir bunu, “Allah’a asla ortak koşmamak ve O’ndan başka bir ilâha asla yönelmemek”,
❂ Hz. Ömer, “imanda sebat etmek”,
❂ Hz. Osman, “ihlasla amel etmek”,
❂ Hz. Ali ise “farzları yerine getirmek” şeklinde izah ederler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 143; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 254)
Demek ki melekler, Allah’a inanıp O’nu tanıyan ve O’na karşı kulluk vazifelerini aşırılığa kaçmadan hakkiyle yapan kamil mü’minlerin üzerine inerler.
Melekler dünyada olduğu gibi ölüm anında, kabirde ve kıyamet günü yeniden dirilirken de mü’minlerin üzerine inerler. İnerler de onlara öldükten sonra âhirette karşılaşacakları şeylerden dolayı korkmamalarını telkin ederler. Bilindiği üzere korku, insanın, başına kötü bir şeyin gelmesini beklemesinden doğan bir acıdır. Yine onlara geride bıraktıkları çoluk çocukları ve akrabaları sebebiyle de üzülmemelerini söylerler. Allah Teâlâ’nın onlara iyilikle muamele edeceğini, kendilerine de cennette, dünyadakinden daha çok ve daha güzel nimetler vereceğini; onları cennette müslüman yakınları ve çocuklarıyla bir araya getireceğini bildirirler. Böylece onların hüzünlenmelerini önlerler. Çünkü “hüzün”, faydalı bir şeyi kaybetmek veya zararı dokunacak bir şeyin meydana gelmesinden doğan bir üzüntüdür. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 145; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 122; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 255)
Meleklerin dünyada mü’minlerin yanına gelip onlara ilâhî feyiz ve bereketi indirmelerini haber veren şu hadisler dikkat çekicidir:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah Te’âlâ’nın hususi bazı melekleri vardır ki, yeryüzünde zikir ehlini aramak için dolaşırlar. Ne vakit Allah’ı zikreden bir cemaat bulurlarsa birbirlerine seslenip: «Geliniz! Aradığınız buradadır» diyerek orada toplanırlar. O yeri kanatları ile göğe kadar çevirirler. Sonra Allah Te’âlâ, o zikir ehlinin durumunu meleklerden daha iyi bildiği halde onların ne söyledikleri, kendisinden ne istedikleri ve neden Allah’a sığındıkları konusunda soru sorup bilgi alır. Sonra da onları bağışladığını ve onlarla beraber bulunan kişilerin asla bedbaht olmayacağını bildirir.” (Buhârî, Deavât 67; Müslim, Zikir 25)
“Gece ve gündüzde bir kısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler, hesabınızı vermek üzere huzur-ı ilâhîye yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere, «Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Onlar da, «Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, yine biz onlara namaz kılarlarken vardık» derler.” (Buhârî, Mevâkîtu’s-salât 16; Müslim, Mesâcid 210)
Melekler, dünyada veya bahsi geçen ölüm anı, kabir ve haşirden birinde mü’minleri, dünyada iken peygamberler vasıtasıyla va‘dolundukları cennetle müjdelerler. Bu müjdelemeyle ilgili olarak da Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yapar:
“Melekler ölünün yanında hazır bulunurlar. Eğer o, sâlih bir kişi idiyse şöyle derler: «Temiz cesette bulunan ey temiz ruh, övülmüş olarak rahat ve istirahat ile çık. Öfkeli olmayan Rabbin müjdesi sanadır.» Bunlar ruh çıkıncaya kadar söylenmeye devam ederler. Sonra ruh göğe yükseltilir ve gök kapılarının açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Ona; «Temiz cesette bulunan temiz ruh, merhaba. Övülmüş olarak, rahat ve istirahat ile gir. Öfkeli olmayan Rabbinden müjde sana» denilir. O, en yüce göğe erişinceye kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Şayet o, kötü bir kimse idiyse şöyle derler: «Pis cesette bulunan ey pis ruh çık, kötülenmiş olarak çık. Kavurucu ateş ve irinle ve buna benzer başka azaplarla seni müjdeleriz.» Ruh çıkıncaya kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Sonra o göğe yükseltilip göğün onun için açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Bunun üzerine: «Pis cesetteki pis ruh rahat yüzü görmeyesin, sana merhaba yok, kötülenmiş olarak dön. Gök kapıları sana açılmayacaktır» denilir ve gökten geri gönderilir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 364-365)
Yine Efendimiz (s.a.s.): “Kim Allah’a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim Allah’a kavuşmak istemezse, Allah da ona kavuşmayı arzu etmez” buyurunca Hz. Âişe:
“- Yâ Rasûlallah! Ölümü sevmediği için mi kavuşmak istemez. Şâyet öyleyse hiçbirimiz ölümü sevmeyiz” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“- Hayır, öyle değil. Mü’mine Allah’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti müjdelendiği zaman o, Allah Teâlâ’ya kavuşmak ister; işte o zaman Allah Teâlâ da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire de Allah’ın azabı, gazabı haber verildiği zaman o, Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz; Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)
Netice itibariyle, âyet-i kerîmeden anladığımıza göre melekler mü’minlere ölüm sırasında şöyle diyecekler: “Biz size dostuz. Dünya hayatında sizin yoldaşlarınız idik. Sizi doğrultuyor, başarıya ulaştırıyor ve Allah’ın emriyle sizi muhafaza ediyorduk. Aynı şekilde âhirette de sizinle beraber olacağız. Kabirde sizin yalnızlığınızı ünsiyete çevireceğiz. Sûra üfürüldüğü sırada da sizinle beraber olacağız ve yeniden diriltilme, haşir gününde sizin korkunuzu emniyete çevireceğiz. Sırattan sizi geçireceğiz ve sizi nimetlerle dopdolu cennetlere ulaştıracağız. Orada canlarınızın çektiği her şey sizindir. Gözleri aydınlatacak, gönülleri sevindirecek, seçip beğendiğiniz her şey cennette sizin için hazırlanmıştır. Ne isterseniz anında önünüzde hazır bulunacaktır. Ayrıca çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibi Yüce Allah günahlarınızı affedecek, size sınırsız rahmet ve lutufta bulunacaktır.”
Şeytanların kâfirlere yaptığı kötülüğün aksine, melekler mü’minlere tüm işlerinde yardımcı olurlar. Onlara doğruyu ilham eder ve onları iyilik ve güzelliğe sebep olacak işlere teşvik ederler. Bu ayet, ihlâsla Allah’a kulluğa devam eden mü’minlerin bu hallerinin Allah’ın tevfiki ve melekler vasıtasıyla onlara yardımı sayesinde olduğunu hatıra getirir. Âhirette de melekler mü’minlere şefaat etmek ve onları güzellikle karşılamak suretiyle dostluklarını izhar edeceklerdir.
Âyet-i kerîmelerin işaretine göre meleklerin mü’minlere dostluğu üç kademede değerlendirilir:
✺ Rahmet dostluğu,
✺ Nusret dostluğu,
✺ Muhabbet dostluğu.
“Rahmet dostluğu” avam tabakası için, “nusret dostluğu” seçkinler için, “muhabbet dostluğu” ise seçkinlerin seçkinleri içindir. Allah Teâlâ, meleklerin rahmet dostluğuyla avam tabakasını dünyada şeriatın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kılar; âhirette de bu amellerine karşılık cenneti verir. Nusret dostluğuyla seçkinleri dünyada en büyük düşmanları olan nefs-i emmareleri üzerine salar ve devamlı kötülüğü emreden bu nefisleri kötü huylardan ve alçak sıfatlardan temizlemelerini sağlar; âhirette de onları “Rabbine dön” cezbesiyle mükafatlandırır. Muhabbet dostluğuyla ise seçkinlerin seçkinlerine dünyada müşâhede ve mükâşefe kapılarını açar; âhirette de onları kendisine en yakın kullardan eyler. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 256)
O hâlde:
İnsanları Allah’a çağıran, sâlih ameller işleyen ve “ben müslümanlardanım” diye ilan eden kimseden daha güzel sözlü kim vardır?
Âyet-i kerîmenin nâzil olduğu dönemlerde bir kişinin müslüman olduğunu ilan etmesi büyük bir tehlike arz ediyor, âdeta hayatını tehlikeye atma, işkenceye uğrama, hatta ölüme davetiye çıkarma anlamına geliyordu. müslümanlar, kendilerini her an parçalayabilecek vahşi canavarlarla dolu bir ormanda yaşıyor gibiydiler. Hele bu ortamda İslâm’ı tebliğe cesaret edebilmek, o canavar ruhlu müşriklere “Gelin vahşiliğinizi gösterin” demek gibi oluyordu. İşte, sadece rahat ortamlarda değil, böyle tehlikeli durumlarda bile, bir kimsenin İslâm’ı kabul etmesi, sebat göstermesi ve İslâm’ın güzelliklerini başkalarına da tebliğ etmeye çalışması Allah Teâlâ’nın râzı olduğu en güzel amellerden biridir. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra, başkalarını da İslâm’a çağırır, özellikle de temsil ettiği İslâm’a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse, bu, o müslümanın varabileceği en üst derecedir. Şâir Eşrefoğlu Rûmî der ki:
“Revişi pâk gerek dâ’vi-i İslâm edenin”
“Hakiki bir müslüman olduğunu iddia eden insanın her hareketinin şeriat kâidelerine uyması, her işinin hem bilgide hem amelde temiz, lekesiz ve kusursuz olması lâzımdır” derken de bize aynı hedefi gösterir.
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) ne güzel nasihat eder:
“Bir kimse halkı Allah’a davet eder, kendisi de başkasına kalbini verirse sıkıntılara düşer. Yaptığı bir ibâdet ve zikir varsa kalbine giremez, dilinde kalır. Ayıktığı ve işiyle sözünü bir ettiği takdirde, Allah o sıkıntıları üzerinden kaldırır. Ayıkmadığı, kalbini söylediği şeylere vermediği takdirde ise; kulların kalbinde ona karşı şefkat ve merhamet hissi silinir. Kendisine tama ve hırs elbisesi giydirilir. Kullar ona karşı hissiz ve merhametsiz; buna karşılık kendisi de onların elindeki dünyalığa hırslı ve tamahkâr olur. Durum böyle olunca, yaşamak onun için bir acziyet hâlinden ibaret kalır. Ölümü de ayrı bir derttir. Âhirette ise sadece esef ve pişmanlık…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 280)
Dolayısıyla bu âyet-i kerîme başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere yaşayışı ve tebliğiyle İslâm’a gönül veren tüm mü’minleri; insanların müslümanca yaşaması ve iyi bir kul olması için gayret sarfeden herkesi, özellikle minârelerden günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’ın ismini ve kelime-i şehâdetleri yüksek sesle ilan eden müezzinleri şumûlüne alır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) müezzinleri, “Kıyâmet günü boyunları en uzun olanlar müezzinlerdir” diye müjdelemiştir. (Müslim, Salât 14; İbn Mâce, Ezân 5)
Müezzinlerin faziletiyle alakalı şu rivayet ne kadar güzeldir:
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) kendisi gibi sahabî olan Abdurrahman b. Ebî Sa’saa’ya şöyle der: “Ben senin koyunları ve kır hayatın
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/fussilet-suresinin-tefsiri.html