Nefsin Dereceleri

Nefsin Dereceleri

Nefsin dereceleri (mertebeleri) nelerdir? Yedi maddede nefsin dereceleri.

Madde madde nefsin yedi derecesi (mertebesi):

NEFSİN MERTEBELERİ

1. Nefs-i Emmâre

Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrik eden, en süflî durumdaki isyankâr nefistir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksa­dı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir.

Bu mertebedeki nefs, Kur’ân-ı Kerîm’de “katılaşmış kalp” olarak ifade edilen bir nevi “canlı cenâze” durumundadır. Nefs-i emmâre, kâfirlerin ve münâfıkların “gaflet”e dûçâr olmuş kalbidir.

Gaflet ise şu çirkin ahvâldir:

Gaflet; kalp gözünün önüne perde çekilmesidir. Gözün önüne iki parmak konulunca hiçbir manzaranın görülmemesi gibi, gâfil kimse de hakkın ve hayrın dâvetine sağır, hikmet ve hakîkatin nûruna âmâdır. Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, dünyaya geliş ve gidiş niye, bu akış nereye? Farkında değil! Cenâb-ı Hak gâfilin hâlini şöyle tasvîr eder:

“Şüphesiz ki yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (el-Enfâl, 22) Sağırlar, vahyin sesini duymayanlar; dilsizler de ağzında hiçbir Hak kelâmı olmayanlardır.

Gaflet; fıtrattaki meziyetlerin körelmesidir.

Gaflet; günün ortasında Güneş’i kaybetmeye benzer. Gaflete dûçâr olan insan, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemiden farksızdır.

Gaflet; yaratılış sebebini unutmak, dünya hayatına aldanmak ve âhiretten bîgâne kalmaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Huzûrumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına râzı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gâfil olanlar yok mu?!” (Yûnus, 7) Lâkin mahşer yerinde “gaflet” bir mazeret olarak kabul görmeyecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Onlar orada (Cehennem’de);

«‒Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki (dünyada iken) yaptığımız amellerin yerine sâlih ameller işleyelim!» diye feryâd ederler.

(Cenâb-ı Hak da onlara iki soru sorar:)

«‒Size düşünecek kimsenin düşünüp (öğüt alabileceği) kadar bir ömür vermedik mi? Size îkaz edici (bir peygamber) gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?)»

Şimdi tadın (azâbı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.” (Fâtır, 37)

İnsanı gaflete dûçâr eden sebeplerden biri, dünya hayatında elde ettiği imkânlarla, kendini Rabbinden müstağnî görmesidir. Her derdine çare bulan insanın nefsi kabarık olur. Çaresizliği tanımayan ham bir nefs, azgınlaşır ve artık “Yâ Rabbi!” demeyi unutur. Firavun gibi kendini “لَا يُسْئَلْ : sorumsuz” addetmeye, hevâ ve heveslerini putlaştırmaya başlar.

Niçin dünyaya geldiğinin, kimin mülkünde yaşadığının, bu dünyaya geliş ve gidişteki sır ve hikmetin farkında olmayan biri, gafletin pençesinde bir nâdan demektir. Nefsânî arzuları kabaran insan, başına gelecek tehlikeleri fark edemez. Hazret-i Mevlânâ ve emsâli Hak dostları, gâfilin hâlini şu teşbihlerle ifade ederler:

Balığın olta üzerine gitmesi;

“Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulup kendini helâk etmiştir.” (Mesnevî)

Hırs ve tamah, kulu mânen helâk eden büyük iptilâlardır.

Kuzunun kurda sevdâlanması;

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır…” (Mesnevî)

Şeytanın insana, ilk yaratıldığı zamandan beri haset ve kini vardır. Bu nefret yüzünden, bütün hayatını insana düşmanlık etmeye harcamış bir müflistir. Buna rağmen, insanın şeytana mağlup ve meclûb olması ne büyük bir gaflettir!

Geminin su alması;

“Su, geminin içine girerse gemiyi batırır; geminin altındaki su ise gemiye istinâd olur, onu istediği menzile kavuşturur.” (Mesnevî)

Burada su, dünya imkânlarıdır. Mü’min o imkânları âhiret için malzeme olarak kullanırsa, onu maksadına ulaştırır. Fakat vâsıtayı gâye hâline getirip kalbini âdeta dünyalıkların kasası yaparsa ebedî hayatını mahveder.

Timsahın hilesi;

“Timsah, ağzını açar; dişlerinin arasında uzun uzun kurtlar vardır! Küçük kuşlar; timsahın dişleri arasındaki kurtları görürler, onları yiyerek karınlarını doyurmak için oraya girerler. Ağzı kuşlarla dolan timsah da, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir!

Sen; ekmekle, yiyecek hoş şeylerle dolu olan dünyayı da, bir timsahın ağzı bil! Ey yiyecek peşinde koşan, yiyecek için çırpınıp duran kişi; lokma peşinde koşarken zaman timsahından emin olma!” (Mesnevî)

İnsanın sefâletini saâdet zannederek kaybolmaya mahkûm gölgelere râm olması;

“Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.” (Mesnevî)

Esas hayat, âhiret hayatıdır. Dünya, âhiretin ancak gölgesi mesâbesindedir. Deryayı bırakıp damlaya, hakîkati bırakıp gölgeye aldanmak; hakîkaten büyük bir gaflet ve hamâkattir. Gâfiller, farkına varmadan nasıl Cehennem’e sürüklendiklerini, Müddessir Sûresi’nde beyân edildiği üzere, şöyle anlatacaklardır:

“–Biz namaz kılanlardan değildik,

–Yoksulu yedirmezdik (fukarâya infâk etmezdik),

–Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık,

–Cezâ gününü de yalanlardık.

–O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.” (el-Müddessir, 43-47)

2. Nefs-i Levvâme

Yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın emir ve yasak­larına karşı gösterdiği ihmal ve kusurlardan dolayı pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefistir.

Levvâme, unutkan kalbe tekābül eder. Günahkâr müslümanların kalbidir. Ancak nasuh bir tevbeyle huzur bulur. Nitekim Hazret-i Âdem’in yasak ağaca yaklaşması hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim (kararlılık) da bulmadık.” (Tâhâ, 115)

“Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” (Tâhâ, 122)

Levvâme seviyesindeki, zikzak çizen, davranışlarıyla tutarsızlık sergileyen, istikrarsız pişmanlığı; dâimî, samimî, kararlı ve kalıcı bir tevbe ve istiğfâra dönüştürmek elzemdir. Cenâb-ı Hak, istiğfârın en feyizli vaktini de şöyle ifade buyurur:

“…Seherlerde istiğfâr ederler.” (Âl-i İmrân, 17) Levvâme seviyesinde, mü’min kulu nisyâna düşüren husus;

“Nasıl olsa sonra tevbe ederim, Allah Ğafur’dur, Rahîm’dir, affeder.” şeklindeki aldanıştır. Hazret-i Yusuf’un kardeşleri de;

“Yusuf’tan kurtulalım, sonra sâlih kişiler oluruz!” demişlerdi. Âyet-i kerîmede bu telkini insana şeytanın fısıldadığı, dolayısıyla ondan sakınmak gerektiği şöyle beyan edilmektedir:

“…Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokmân, 33)

Mü’min, bu aldanış ve nisyandan kurtulabilmek için, esmâ-i ilâhiyyenin tamamını tefekkür etmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın; “bağışlayıcı, merhamet edici, affedici…” sıfatlarının yanında, “suçluları kahredici, azap edici…” sıfatları da bulunduğunu unutmamalıdır.

Levvâme; kulun, hayatın bazı safhalarında Allâh’ın tâlimatlarını unutmasıdır. Hesaba çekileceğini düşünmeden yanlış yollara gitmesidir. Bu sebeple, yaptığı -kendine göre- güzel işler bile hep boşa gider. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Çalışmış; fakat boşuna yorulmuştur.” (el-Ğâşiye, 3) Bir başka âyet-i kerîmede;

“…İpliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (ahmak kadın) gibi olmayın!..” (en-Nahl, 92) buyrulur.

Levvâmedeki kişi; hayatın aile, ticaret, muâşeret ve benzeri safhalarında İslâm’ın bazı kâidelerine riâyeti ihmal eder. Eğer bu hâli düzeltebilirse, “mülheme”ye geçer. Bu unutkan kalbin şifâsı, şunlara devam etmesindedir:

Ÿ Helâl gıda Ÿ Kul ve hayvan haklarına riâyet Ÿ İnfak Ÿ Kur’ân ile ülfeti artırmak Ÿ İbadetleri rûhânî bir kıvamda îfâ edebilmek için seherlerin ihyâsı Ÿ Tefekkür-i mevt / ölümü düşünmek Bütün bunların neticesinde; Ÿ Ahlâk-ı Muhammedî ile ahlâklanabilmek.

3. Nefs-i Mülheme

Allâh’ın lûtfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebil­me ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirâyetine kavuşmuş nefis seviyesidir. Nefs-i mülheme, ibadetlere karşı şevk dolu bir kalbe tekābül eder. İtaatkâr mü’minin kalbidir. Böyle kalpler, Allâh’ı anmakla huzur bulur:

“Bunlar, îman edenler ve gönülleri Allâh’ın zikriyle sükûnete erenlerdir…” (er-Ra‘d, 28)

Nefs-i mülhemede kötülüklerden sakınma ve ibadetlere sarılma duygusu kuvvetlenmiştir. Fakat nefsâniyetten tamamen kurtulma hâsıl olmamıştır. Bu sebeple, mutmainne seviyesine doğru mesafe katedilmez ise, yerinde sayma ve geriye gitme tehlikesi vardır.

4. Nefs-i Mutmainne

Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup men ettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakikî ve kuvvetli bir îman ile de huzur, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefistir.

Nefs-i mutmainne, Rabbânî kalbe tekābül eder. Peygamberler ve seçkin velîlerin kalpleridir. Bu kalp de Allâh’ın sıfatlarıyla huzur bulur. Nitekim İbrahim -aleyhisselâm- bu mânâda;

“…Kalbimin mutmain olması için (ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istedim)…” (el-Bakara, 260) buyurmuştur.

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

Cenâb-ı Hak, Fecr Sûresi’nin son âyetinde “nefs-i mutmainne”ye hitâb ederek; “Cennetime gir!” müjdesini vermiştir. Buradan hareketle, mutmainne mertebesinden önceki seviyelerin, ebedî kurtuluşa kâfî gelmediği mânâsı çıkarılmıştır.

Nefs-i mutmainneye ermiş olanlar, şer’î hükümlerin zâhiriyle beraber bâtınına da vâkıf olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u keremiyle, hakîkat, se­kînet ve yakîne kavuşarak keder ve endişelerden kurtulmuş, bazı keşif ve ilhamlara da nâil olmuşlardır. Muhammed Mâsum Hazretleri şöyle der:

“Nefs-i mutmainne makamına gelinceye kadar insan İslâm’ın ancak sûretini yaşayabilir. Meselâ namaz kıldığında ve oruç tuttuğunda, ancak bunların zâhirlerini ve sûretlerini yapmış olur. Nefs-i mutmainne seviyesine geldiğinde ise, (taklitten tahkike geçerek) dînin hakîkatine yükselir; îman, namaz, oruç, hac, zekât ve diğer emirlerin hakîkatini yaşamaya başlar.” Bu seviyede kul, Allah katında “kerem/değer” kazanır. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de “el-Kerîm”dir. Rabbimiz kulunun da “kerîm” olmasını arzu etmekte ve bunun yolunu şöyle haber vermektedir:

“…Allah katında en keremliniz, en çok müttakî olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) Bu mertebede yüksek ahlâktan nasipler tecellî etmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ve Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i terbiye eden Cenâb-ı Hak’tır. Rabbimiz, kullarının da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesine girmelerini arzu etmektedir. Nefs-i mutmainne mertebesinde kötü ve çirkin va­sıflar, yerini güzel ahlâka terk etmiştir. Davranış olgun­luğunda zirveyi teşkil eden ve bütün insanlığa örnek şahsiyet olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek ahlâkı, tarifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Böyle kimselerin gönülleri dâimâ Hakk’ın zikriyle meşguldür. Bu mertebede gönül ufukları açılır, kâinâtı “Yaratan Rabbin adıyla okumak” husûsiyeti tezâhür eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“O (akıl sahipleri) ki ayakta dururken, otururken ve (hattâ dinlenmek için) yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin (akıllara durgunluk veren o muhteşem) yaratılışın(daki hikmeti) tefekkür eder ve Allâh’a şöyle niyâz ederler:

«Ey Rabbimiz! Sen bunları hikmetsiz yaratmış olamazsın. (Çünkü Sen, abesle iştigal etmekten berîsin. Her türlü eksik ve yanlıştan münezzehsin.) Sen’i tesbîh ederiz. (Hikmet ve adâletinin gereği olarak Cennet de haktır, Cehennem de haktır.) O hâlde, bizi Cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191) İnsan, Hâlık’ına yakınlaştıkça, her varlık hâl lisânıyla onunla konuşur. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin Hak katından mânen işittiği nakledilen;

“Ben insanın sırrıyım, insan da Ben’im sırrımdır.”[1] hikmeti tecellî eder. Bu mertebeden nasîb alan gönül ile; yağmur konuşur, gül konuşur, dağ konuşur, arı konuşur. Velhâsıl insan, kâinat kitabının sayfalarını çevirip kevnî âyetleri okumaya başlar.

5. Nefs-i Râdıye

Dâimâ Hakk’a yönelmek sûretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinin her türlü takdîrinden râzı ve hoşnud hâle gel­miş olan nefistir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi irâdesinden vaz­geçip Hakk’ın irâdesinde fânî olmuştur. Bu rızâ hâli, Hak’tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göster­mek ve bu hususta O’nun irâdesini cân u gönülden ka­bullenmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155) Bu makamın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zira insan mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:

“İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan, dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mâruz kalır.” (Tirmizî, Zühd, 57)

6. Nefs-i Merdıyye

Allâh’ın da kendisinden râzı olduğu kimselerin makamıdır. Bu mertebeye nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hak­ka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allâh’ın iz­niyle bazı ledünnî sırlara vâkıf olabilir.

Cenâb-ı Hak rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebe­biyle böyle kullarının -âdeta- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli… olur.[2] Onların hâline, kāline ve güzel ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder. Bu makama erişen kul;

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) âyetinde beyan edilen maiyyet-i ilâhiyyeyi idrâk hâlinde olur. Yaptığı her işi Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunduğunun şuuru içerisinde îfâ eder. Hattâ;

“…Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) âyetinde ifade edildiği üzere Cenâb-ı Hakk’ı, kendi canından daha yakın bilir. Peygamberlerin ve Hak dostlarının yüce ahlâkından bu kalbî kıvâma dâir birkaç misal şöyledir:

— Hazret-i Yâkub -aleyhisselâm- üst üste gelen musîbetler se­bebiyle hâlini, “…Bana düşen ancak sabr-ı cemîldir…”[3] diye­rek beyân eder. — Dayanılmaz hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb -aleyhisselâm-, hanımının:

“–Rabbine duâ et de bu muzdarip hâlin son bul­sun.” şeklindeki talebine:

“–Hak Te­âlâ ba­na sek­sen se­ne sıh­hat­li bir ömür ver­di. He­nüz o ka­dar has­ta­lık çek­me­miş­ken sıh­hat is­te­mek­ten ha­yâ ede­rim.” mu­kâbe­le­sin­de bu­lun­muş­tur. (Süyûtî, Dürru’l-Mensûr, Enbiyâ, 83)— Hazret-i İb­rahim -aleyhisselâm- da ate­şe atı­lır­ken yar­dı­ma ge­len me­lek­le­re:

“–Ate­şi yan­dı­ran kim­dir? O be­nim hâ­li­mi bi­li­yor. Siz­den bir ta­le­bim yok!” bu­yur­muş­tur. (Süyûtî, Dürru’l-Mensûr, Enbiyâ, 68-70) Habîb-i Neccar, kavmi tarafından şehid edilirken hâlinden şikâyet etmedi. Kavmine bedduâ etmedi. Aksine;

Keşke kavmim, Rabbimin bana ne tür ikramlarda bulunduğunu bilselerdi. Böylece onlar da hidâyet nîmetinden mahrum kalmasalardı. Onlar da Allah yolunda canlarını seve seve vermeye can atsalardı.” dedi.[4]— Firavun’un sihirbazları, elleri ve ayakları çaprazlama kesilip şehid edilirlerken:

“…Rabbimiz üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak vefat ettir.”[5] diye duâ ederek Allah’tan râzı ve mutmain bir hâlde îmanlarının derdine düşmüşler, son nefeslerini îmanla verebilmekten başka bir şey düşünmemişlerdir. Meselâ Firavun’a bedduâ etmek bile akıllarına gelmemiştir.

— Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbı, Kur’ân’ı gökten inen bir sofra olarak telâkkî eder ve ondan kâmil mânâda istifade etmek için gayret gösterirlerdi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Ensâr’dan bir komşum ile beraber Medîne’nin yüksek taraflarında kalan Ümeyye ibni Zeyd oğulları yurdunda oturuyorduk. İlim öğrenmek için Rasûlullâh’ın yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman, o gün vahiy veya başka ne duyarsam haberini komşuma getirirdim; o da indiği zaman böyle yapardı…” (Buhârî, Kitâbü’l-İlm, 27)

— Arınmış bir ruh, dâimâ Allâh’ın rızâsını celbedecek bir hizmet arar. Bahâüddin Nakşibend Hazretleri yedi sene hastalarla ilgilenmiş, sahipsiz hayvanlara sahip çıkmış ve insanların geçeceği yolları temizlemiştir.

Nâil olduğu ilâhî azamet tecellîleri karşısında ise hiçliğe bürünerek şöyle demiştir:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşi ben yaman!

7. Nefs-i Kâmile

Nefs-i kâmile, tezkiye neticesinde arınmış, saf, berrak, ulvî ve ol­gun nefistir. Bütün mârifet sırlarının tahsil edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafın­dan vehbî olarak lûtfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edil­mez. Kader sırrına mebnî, ilâhî bir ihsandır.

Dipnotlar:

[1] Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48. [2] Bkz. Buhârî, Rikāk, 38. [3] Yûsuf 18, 83. [4] Bkz. Yâsîn, 26-27. [5] el-A‘râf, 126.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

NEFSİN MERTEBELERİ NELERDİR?