Tebliğ Mesuliyetimiz
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Acaba etrâfımızda kendilerine yardım edecek sıcak bir yürek bekleyen kaç gönül, İslâm’ın güler yüzüne hasret kaç vicdân, en ufak bir gayretle hidâyet bulacak kaç insan var? Bu sebeple, îmân edip amel-i sâlih üzere bulunan mü’minlerin, mânevî mes’ûliyetlerini unutmayıp her an ilâhî hakîkatlerden habersiz olanların yardımına koşmaları îcâb eder.
Mü’mini menfaatperestlikten kurtararak diğergamlığa sevk eden şefkat ve merhamet duyguları, îmânın ne güzel bir tezâhürüdür. İslâm’ı, îman nîmetinden mahrum gönüllere tebliğ edebilmek de ne saâdettir.
İnsanların, selde sürüklenen âvâre kütükler gibi menfî akıntılara kapıldığı günümüzde insanları hayra çağırmak, yanlışlarını düzelterek bilmedikleri doğruları öğretmek, mâneviyatlarını takviye edip gönül âlemlerini rûhâniyet ile doldurarak Hakk’a yönlendirmek, ne güzel ve ne ulvî bir hizmettir. İnsanların hem bu dünyalarını hem de ebedî âlemlerini güzelleştiren bu hizmet, kendimiz için bir şükür vesîlesi, muhtaçlar için de bir vicdan borcumuzdur. Bu hususta gösterilen en küçük bir ihmal bile, büyük bir vebâl olarak ilâhî mizanda karşımıza çıkacaktır.
AMERİKA’DA BİR MÜHENDİSİN İSLÂMLA ŞEREFLENİŞİ
Yakın bir zamanda yaşanmış olan ve tebliğ mes’ûliyetinde gösterilecek ihmâlin vebâlini hatırlatan şu hâdise, her mü’min yüreği derin bir nefis muhâsebesine sevk etmelidir: Amerika’da bir mühendis Hristiyan iken İslâm’la şereflenmiş ve bu sebeple bir mescidde merâsim tertiplenmişti. Uzak ve yakından pek çok müslümanın katıldığı bu merâsimde, hidâyete eren o mühendis bir konuşma yapacak ve İslâm’ı tercih sebeplerini anlatacaktı.
Sözlerine şöyle başladı: “−Siz müslümanlara bir suâlim olacak! Evvelâ onun cevâbını almak istiyorum. Benim annem de babam da birer Hristiyan olarak vefât ettiler. Size onların öldükten sonraki durumlarının ne olduğunu soruyorum?!” Cemaat endişelendi.
Bu yeni müslümanı üzme korkusuyla şöyle cevap verdiler:
“−Peygamber oluşundan sonra kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ebedî saâdeti, ancak ve ancak Muhammed’in risâletini tasdîk etmek, yani müslüman olmakla mümkündür. Bununla beraber, İslâmî tebliğ onlara ulaşmamış ve onlar İslâm’dan haberdar olamamışlarsa mâzurdurlar. Bu husus, Cenâb-ı Hakk’ın takdirine kalmıştır.”
Bunun üzerine mühendis, sözlerine şöyle devâm etti:
“−Ey müslümanlar! Benim annem de, babam da benden daha bilgili, ahlâklı ve insaflı kimselerdi. Lâkin içinde yaşadıkları cemiyetin şartlandırmasıyla Hristiyan olarak İslâm’dan habersiz yaşadılar. İslâm dîninin güzelliğini onlara kimse ulaştırmadı. Bu hâl üzere de vefât ettiler. Mâsum bir nebî olan Hazret-i Îsâ’yı, ulûhiyette Cenâb-ı Hakk’a ortak sanıyorlardı. İslâm’ın belki ancak ismini duymuşlardı.
Allah hepinizden râzı olsun ki, buraya gelip bu mescidi açtınız. Beni irşâd ederek İslâm’ı anlattınız ve hidâyetime vesîle oldunuz. Size teşekkür ederim. Lâkin benim annem de, babam da birer emekli insandı. Neden biriniz onlara yaklaşıp, bana anlatılanları onlara da anlatmadı? Eğer bunu yapsaydınız, onlar belki benden daha da istekli bir sûrette İslâm’ı kabul edeceklerdi. Evet, biliyorum, îman bir nasip işi ve kader îcâbıdır. Lâkin bu âlem de, bir sebepler âlemidir.
Siz, neden sebeplere tevessül ederek bu vazifeyi îfâ etmediniz? Ben inanıyorum ki, onların İslâm nîmetinden mahrum olarak âhirete göçmelerine, sizin ihmâl ve gafletiniz sebep olmuştur. Onlar, mahşer gününde sizden dâvâcı olacaklar… Ben de… Ben de…” dedi ve kürsüde bir müddet hıçkırıklarla ağladıktan sonra, müslüman olma sebebini anlatmaya başladı…
KENDİMİZİ MUHASEBE EDELİM
Şimdi kendimizi bir muhâsebe edelim: Acaba etrâfımızda kendilerine yardım edecek sıcak bir yürek bekleyen kaç gönül, İslâm’ın güler yüzüne hasret kaç vicdân, en ufak bir gayretle hidâyet bulacak kaç insan var? Bu sebeple, îmân edip amel-i sâlih üzere bulunan mü’minlerin, mânevî mes’ûliyetlerini unutmayıp her an ilâhî hakîkatlerden habersiz olanların yardımına koşmaları îcâb eder.
Nitekim Allâh’a ibadet etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevi Allâh’a ibadet makamındadır. Ayrıca pek çok ahlâkî vasfın zâyî edildiği ve mânevî hassâsiyetlerin yitirilerek maddenin esâretine girildiği mahzun devirlerde yapılan sâlih amelleri Cenâb-ı Hak, husûsî ecirlerle mükâfatlandırır. Bunları “Karz-ı Hasen: Kendisine verilmiş güzel bir borç” olarak kabul eder. Karşılığını da, tıpkı zor ve tehlikeli yerlerde memuriyet yapan kişilere verilen “mahrûmiyet zammı” gibi kat kat fazlasıyla lûtfeder.
Bu sebeple günümüzde de insanların İslâm’ın nûru ile şereflenmesine gayret etmek, mânevî eğitim ve hizmetlere koşmak, bu bereketli ecre nâil olmak bakımından çok ehemmiyetlidir. Şu da ayrı bir hakîkattir ki Allah Teâlâ, dînine hizmet eden ve kullarının sıkıntılarıyla meşgul olan kimselerin husûsî sıkıntılarına kefîl olur. Bütün meşgûliyeti kendi derdinden ibâret olanları ise dertleriyle baş başa bırakır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gönül Yolculuğu, Erkam Yayınları
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/teblig-mesuliyetimiz.html