Son Nefeste İman Üzere Ölmek İçin Ne Yapmalı?

Son Nefeste İman Üzere Ölmek İçin Ne Yapmalı?

Bir Müslüman son nefeste küfre düşmemek ve îman üzere ölmek için ne yapmalı? İmanlı ölmenin yolları neler? Müminin korkusu nedir? İnsanın son sözü ne olmalıdır? Hayatın en zor anı ve Cennetin anahtarı.

İnsan dünyevî bir diploma aldığında, o diploma, hayatı boyunca geçerliliğini korur. Fakat mânevî hayatta durum böyle değildir. Orada böyle bir garanti yoktur. Bilâkis, kazanılan hâl ve makâmın her an kaybedilme tehlikesi vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm; Bel’am bin Baûrâ ve Kârun gibi, son anlarında sırât-ı müstakîmden ayakları kayanları haber vermektedir.

Kârun, önceleri sâlih bir kuldu. Tevrât’ı en iyi tefsir edenler arasındaydı. Daha sonra zenginlikle imtihan edildi. Servetine ve maddî gücüne mağrur olarak Hazret-i Mûsâ’ya karşı tavır koydu. Bu gurur ve şımarıklığı ise, kendisini helâke sürükledi.[1]

Yine Hazret-i Mûsâ devrinde yaşamış olan Bel’am bin Baûrâ[2] da, mânevî iklîmin zirvelerine vâsıl olmuşken hevâsına meyletmiş ve bu yüzden o da helâke dûçar olmuştur.

Son nefesi îman selâmetiyle verebilmek hususunda yalnızca peygamberler ve onların işaret ettikleri teminat altındadır.

Bu sebeple mü’min;

ü Ömrü boyunca dâimâ havf ve recâ, yani korku ve ümit duyguları arasında kalben teyakkuz hâlinde bulunmalıdır.

ü “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) âyet-i kerîmesinin sırrına ermeye çalışmalıdır.

ü Hayatını her nefes Kitap ve Sünnet’i yaşama gayreti içinde geçirmeli ve Yusuf -aleyhisselâm-ʼın; “…(Ey Rabbim!) Beni Müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) niyâzını gönlünden ve dilinden düşürmemelidir.

ü Bu fânî imtihan âleminde alınacak en mühim diplomanın; son nefeste alınan îman şehâdetnâmesi olduğunu unutmamalıdır.

Son nefese kadar kalbî teyakkuzla kulluğun lüzûmunu îzah sadedinde, şu misal ne kadar ibretlidir:

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:

“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnâsında ona telkinde bulunduğum hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi büktü.”

HAYATIN EN ZOR ANLARI

Son nefes, hayatın en kritik ve en zor ânıdır. O esnâda insanın bütün dünyevî düşünceleri, hayalleri ve plânları altüst olur, eli ayağı birbirine karışır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir.” (Kāf, 19)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

“(Vefâtı esnâsında) Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in önünde bir su kabı vardı. Mübârek ellerini bu kabın içine daldırıp yüzünü meshediyor ve:

«Lâ ilâhe illâllah! Şüphesiz ölümün sekerâtı (aklı baştan gideren şiddetli hâlleri) vardır!» buyuruyorlardı…” (Buhârî, Rikāk 42, Meğâzî 83)

Bu sebeple son nefesi îman selâmetiyle verebilmek için, o zor âna hazırlık yapmak elzemdir. Zira hayatı boyunca kalbine îmânın kök salmadığı, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşamamış, çokça tekrarlamak sûretiyle dilini zikrullâha alıştıramamış bir kimsenin, o sıkıntılı anda kelime-i şehâdeti hatırına getirebilmesi kolay değildir.

Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Rivâyete göre bir terzi, sâlihlerden bir zâta:

“–Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; «Allah Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabûl eder.»[3] hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl etmişti. O zât da şöyle sordu:

“–Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?”

“–Terziyim, elbise dikerim.”

“–Terzilikte en kolay şey nedir?”

“–Makası tutup kumaşı kesmektir.”

“–Kaç seneden beri bu işi yaparsın?”

“–Otuz seneden beri.”

“–Canın gırtlağına geldiği zaman kumaş kesebilir misin?”

“–Hayır, kesemem.”

“–Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün-kuvvetin yerinde iken tevbe et! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasîb olmayabilir… Sen hiç; «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!»[4] sözünü işitmedin mi?..”

Dolayısıyla tevbe, istiğfar, hamd, zikir, şükür ve ibadetleri, velhâsıl Hakk’a kulluğu, gelip gelmeyeceği meçhul olan yarınlara ve ömrün son demlerine bırakmak, fecî bir hüsran sebebidir. Zira sayılı nefeslerin ne zaman biteceği meçhul olduğu gibi, son nefesin ne hâlde vâ­kî ola­cağı da ilâhî bir sırdır.

SON SÖZ

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir gün Hazret-i Talha’yı üzgün görmüştü. Sebebini sorduğunda, Talha -radıyallâhu anh-:

“–Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında:

«Ben bir söz biliyorum, her kim ölürken onu söylerse mutlakâ amel defteri için bir nûr olur ve cesedi ile rûhu da, ölüm esnâsında o kelime sebebiyle ilâhî rızâya, rahmete ve huzûra nâil olur.» buyurmuşlardı. Ben bu sözün ne olduğunu soramadan Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettiler. İşte bu sebeple üzgünüm!” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Ben o sözü biliyorum. O, Peygamber Efendimiz’in, amcası (Ebû Tâlib’in) söylemesini istediği «Lâ ilâhe illâllah» cümlesidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eğer amcası için bundan daha kurtarıcı bir söz bilseydi, muhakkak onu söylemesini isterdi.” dedi. (İbn-i Mâce, Edeb, 54. Ayrıca bkz. Ahmed, I, 6)

Zira Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kimin son sözü, «لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» olursa Cennet’e girer.” buyurmuşlardır.[5]

Âlimlerin beyânına göre, bu hadîs-i şerîften murâd, “Lâ ilâhe illâllah” sözü ve onun ayrılmaz parçası olan “Muhammedü’r-Resûlullah” ilâvesidir. İkisini birlikte söylemek îcâb eder. Bazı rivâyetlerde sadece “Lâ ilâhe illâllah” cümlesi söylenir, ancak ikisi birden kastedilir. Zira “Lâ ilâhe illâllah” sözü şerʻan, kelime-i şehâdetin her iki cümlesine birden alem olmuştur.[6]

Kelime-i tevhîd, onun muktezâsınca yaşanan bir hayat neticesinde kalbe nakşolur. Şayet kul, Allâh’ın emir ve nehiylerine karşı ihmalkâr, kusurlu veya tamamen bîgâne ise, onunla kelime-i tevhîd arasında büyük bir uçurum açılır. O, tevbe edip gafletten el çekmedikçe de bu uçurum derinleştikçe derinleşir. Sonunda kul ile alâkası, harflerin telâffuzundan öteye geçmeyen kuru bir iddiâdan ibâret olur. Bu ise, büyük bir hüsrandır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik.» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğru söyleyenleri ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlakâ ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)

CENNETİN ANAHTARI

Vehb bin Münebbih Hazretleri’ne:

“–«Lâ ilâhe illâllah», Cennet’in anahtarı değil mi?” diye sorulduğunda:

“–Evet, öyledir. Fakat her anahtarın mutlakâ dişleri vardır. Dişleri olan anahtarı getirirsen kapı sana açılır, yoksa açılmaz.” cevâbını vermiştir. (Buhârî, Cenâiz, 1)

Yine tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden İmâm Zührî’ye, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; “Kim «لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» derse Cennet’e girer.” hadîs-i şerîfi sorulmuştu. O ise cevâben:

“‒Bu hüküm, İslâm’ın ilk günlerinde, farzların, emir ve nehiylerin nüzûlünden önce idi.” mukâbelesinde bulunmuştur. (Tirmizî, Îmân, 17/2638)

Yani dîn kemâle erdikten sonra, Kitap ve Sünnet’in bütün hükümlerini hayata geçirmek şarttır. Bu itibarla hayatımızın her ânının kelime-i tevhîd istikâmetinde olması, ebedî saâdetimiz için zarurîdir.

Zira nefse uyarak yapılan kötü ameller ve ihmaller de çoğu zaman son nefeste kelime-i tevhîdi söylemeye mânî olur. Buna dâir nakledilen kıssalardan biri şöyledir:

Hayattayken teraziyi tam olarak tartmaya gayret eden bir kimseye ölüm hâli gelmişti. Kendisine “Lâ ilâhe illâllah” diye telkinde bulunduklarında, o zât binbir güçlükle şöyle söyledi:

“‒Benim için Allâh’a duâ ediniz de bana o kelime-i tevhîdi söylemeyi kolaylaştırsın. Terazinin dili benim dilimin üzerine bastırıyor ve kelime-i tevhîdi söylememe mânî oluyor. Zira ben, terazinin kefesinde kalan az miktardaki tozları silmez, rüzgârın esmesiyle içinde biriken tozu-toprağı temizlemezdim!”[7]

SON NEFES KORKUSU

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri Yemen çöllerinde gezerken bir av köpeği görmüş. Bakmış ki dişleri dökülmüş, arslanlara saldıran pençesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş, kocamış bir tilkiye dönmüş. Vaktiyle yaban öküzlerine, geyiklere atılır, onları tutarken, şimdi ev koyunlarından tos yemeye başlamış.

Hazret, o köpeği öyle zavallı, bitkin ve hâlsiz görünce kendi azığından ona bir parça vermiş. Ve bu köpeğe karşı hüzünle şu sözleri söylemiş:

“Ey köpek! Bilmem ki yarına ikimizden hangimiz daha iyi çıkacak. Zâhire bakılırsa bugün insan olduğum için ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kazâ ve kader başıma ne getirecek! Eğer îmânımın ayağı kaymazsa, başıma Cenâb-ı Hakk’ın affı tâcını giyeceğim. Eğer üzerimdeki mârifet kisvesi soyulacak olursa, senden çok aşağılarda olacağım. Zira köpek ne kadar kötü huylu olursa olsun, onu Cehennem’e götürmezler.”

Muhammed Mâsûm Fârukî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“Son nefes korkusu öyle bir nîmettir ki, bütün Hak dostları bu derde giriftâr olmuşlardır.”

İşte bu hissiyâtı sürekli kalbinde taşıyan bir mü’min, dünya hayatını âdeta bir mayın tarlasında yürürcesine müstesnâ bir hassâsiyetle yaşar. Dünyada varacağı son konağın, Cennet bahçelerinden biri olması için kabristanların sessiz irşâdına cân u gönülden râm olur. Ölüme hazırlığın, kendine kabir hazırlamak değil, kabre kendini hazırlamak olduğunun hikmetine erer.

ŞEYHE SORULAN ÜÇ SORU

Şeyh Ahmed Harb’in, Behram adında yaşlı bir komşusu vardı ki mecûsî idi. Yani ateşe tapmaktaydı. Ahmed Harb Hazretleri bir gün Behram’a îman telkîninde bulundu. Bunun üzerine yaşlı mecûsî:

“–Ey müslümanların sözü dinlenen şeyhi! Sana üç şey sorayım. Cevap verebilirsen senin dînine îmân edeceğim.” dedi.

Şeyh Ahmed “sor” deyince Behram:

“–Allah bu halkı niçin yarattı? Ve dahî rızkını da verdi, fakat niye bunları öldürür? Mâdem ki öldürür, neden diriltir?” diye sordu.

Şeyh Ahmed, bu suallere şu cevâbı verdi:

“–Halkı yarattı ki, O’nun varlığını ve birliğini bileler, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin idrâki içinde olalar.

Rızkını verdi ki, O’nun rezzaklığını ve merhametini bileler.

Öldürür ki, O’nun kahharlığını bileler.

Geri diriltir ki, O’nun bâkīliğini bileler.

Velhâsıl hayatın her safhasındaki hâdisat ve vukuâtta O’nun kâdir-i mutlak olduğunu idrâk edeler.”

Behram bunları duyunca bir müddet tefekkürden sonra îmân etti. Fakat Şeyh Ahmed Harb, o an dehşete kapılarak bayıldı. Kendine geldiğinde:

“–Yâ Şeyh, ne oldu?” diye sordular.

O da şu karşılığı verdi:

“–O an bana bir hitap geldi ki;

«Behram yetmiş yıllık ateşe tapan bir kâfir idi, şimdi müslüman oldu. Sen yetmiş yıllık müslümansın, son nefesinde ne olacağını bilir misin?!»”[8]

Dolayısıyla her nefesimizi, dünya hayatımızın son ânını hayırdan ibâret kılacak bir kıvamda geçirmeye gayret etmeliyiz. Buna ilâveten sâlih amellerimize ve istikâmetimizin düzgün oluşuna da güvenmemeli, ebedî kurtuluşumuz için dâimâ Hakk’ın rahmet ve mağfiretine sığınmalıyız.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Bir kimse uzun zaman Cennetliklerin amelini işler, sonra ameli Cehennemliklerin ameliyle sona erdirilir. Bir kimse de uzun zaman Cehennemliklerin amelini işler, sonra ameli Cennetliklerin ameliyle hitâma erdirilir.” (Müslim, Kader, 11)

GERÇEK MÜMİNİN 6 KORKUSU

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- buyurur:

“Gerçek bir mü’min, altı çeşit korku içindedir:

1. Îmânının Allah Teâlâ tarafından alınması korkusu.

2. Kıyâmet günü kendisini rezil rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.

3. Amelinin şeytan (aleyhi’l-lâ‘ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu.

4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.

5. Çoluk-çocuğuyla fazlaca meşguliyete dalıp Allah Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.

6. Dünya ile mağrur olup, âhiretten gâfil kalma korkusu.”

Bu bakımdan Rabbimiz, bizlere şu duâyı öğretmek sûretiyle kendisine nasıl ilticâ etmemiz gerektiğini de bildirmiştir:

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize tarafından rahmet bağışla. Muhakkak ki lûtfu en bol olan Sen’sin.” (Âl-i İmrân, 8)

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz çoğu zaman:

“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allâh’ım! Benim kalbimi dîninde sâbit kıl!” diye duâ ederlerdi.

Hattâ Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- kendisine:

“‒Yâ Rasûlâllah! Biz Sana ve Sen’in getirdiğin dîne inandık. Yoksa bizim îmânımızın değişeceğinden mi korkuyorsunuz?” diye sorduğunda Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Evet, kalpler Allâh’ın iki parmağı arasındadır. Onları dilediği gibi evirip çevirir.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 7/2140)

ALLAH’A HÜSNÜZAN BESLEMEK

Diğer bir husus da mü’minin dâimâ Cenâb-ı Hakk’a karşı hüsn-i zan içerisinde bulunması gerektiğidir. Nitekim Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anhumâ- şöyle buyurur:

“Vefâtından üç gün evvel Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:

«Her biriniz (başka şekilde değil) ancak Allâh’a karşı hüsnüzan ederek ölsün!»” (Müslim, Cennet, 82; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 12-13/3113)

Zira hadîs-i kudsîde buyrulduğu üzere Cenâb-ı Hak:

“Ben, kulumun zannı üzereyim. Beni zikrettiği (her) yerde, onunlayım (yani rahmet ve yardımım onunla beraberdir).” buyurmaktadır. (Buhârî, Tevhîd, 15, 35; Müslim, Tevbe, 1)

Allâh’a karşı hüsn-i zan beslemek; O’nun merhamet ve keremini dilemek, hiçbir zaman O’nun sonsuz rahmet ve inâyetinden ümit kesmemek, O’nun af ve mağfiretiyle muâmele edeceğini ummak, hattâ böyle bir saâdete ereceğine tereddütsüz bir şekilde inanmaktır.

Lâkin bunun gerçekleşmesi için, kişinin “îman” ve “amel-i sâlih” sahibi olması zarurîdir. Nitekim pek çok âyet-i kerîmede îman ve amel-i sâlihin yan yana zikredilmesi, bir kimsede bunların beraber bulunmasının lüzûmunu göstermektedir.

Velhâsıl Allah’tan hayır, rahmet ve lûtuf göreceği ümidini taşıyan ve bu uğurda mümkün olduğunca kulluk mükellefiyetlerini yerine getirmeye gayret eden kişi, Allâh’ı, beklediği gibi bulacaktır. Aksini bekleyen de öyle bulacaktır.

Bizler bu bahsi Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın şu samimî niyâzıyla nihâyetlendirelim:

“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun!”[9]

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Kasas, 76-82.

[2] “Onlara (yahudîlere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku!” (el-A‘râf, 175)

Müfessirler, bu âyette ismi zikredilmeyen kimsenin Hazret-i Mûsâ’nın kavminden Bel’am bin Baûrâ olduğunu bildirmişlerdir. Bu zât, önceleri Hazret-i Mûsâ’ya îmân etmişken, basit dünyevî menfaatler karşılığında küfre kaymıştır.

[3] Tirmizî, Deavât, 98/3537.

[4] Münâvî, V, 65.

[5] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16/3116; Ahmed, V, 247; Hâkim, I, 503. Krş. Buhârî, Cenâiz, 1.

[6] Azîmâbâdî, Avnü’l-Maʻbûd, Beyrut 1415, VIII, 267-268.

[7] İmâm Şârânî, Ölüm Kıyâmet Âhiret, Bedir Yay. sf. 48.

[8] Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 97.

[9] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları

 

KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/son-nefeste-iman-uzere-olmek-icin-ne-yapmali.html

İçeriği Oyla
E-bültene Abone Ol Merak etmeyin. Spam yapmayacağız.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hızlı yorum için giriş yapın.

Başka Yazı Yok

Giriş Yap

VEYA
close

Subscribe