Kuran’ı Kerim’in İçerdiği Konular (Ana Konuları) Nelerdir? Kuran’ın Muhtevası

Kuran'ı Kerim’in İçerdiği Konular (Ana Konuları) Nelerdir? Kuran'ın Muhtevası

Kuran’ı Kerim’in muhtevası nedir? Kuran’ı Kerim’in içeriği, ana konuları nelerdir? Madde madde Kuran’ın konuları hakkında detaylı bilgi…

Kur’ân-ı Kerîm insanlar için hidayet rehberidir. Onların dünya ve âhiret saâdeti için ihtiyaç duydukları bütün bilgileri en güzel şekliyle takdim eder. İnsanı, sırât-ı müstakîm üzere en sağlam ve en doğru yoldan götürüp en yüksek mertebelere yükseltecek esasları açıklar. Bütün bunları da kendine has bir üslup ve metodla arzeder.

Kur’ân-ı Kerîm her şeyden önce insanlara kendilerini yaratan Allah’ı, lâyık olduğu şekliyle tanıtır. Yani Kur’ân’ın en büyük maksadı mârifetullahtır, Allah’ı hakkıyla tanıtmaktır. Allah’ı tanımadan ve râzı olduğu şeyleri öğrenmeden hakkı bulmak, adaleti sağlamak ve ilâhî hükümleri tatbik etmek mümkün değildir. Bu sebeple Kur’ân, öncelikle Allah’ın birliğine ve azametine ısrarla vurgu yapar. İman edenlerle inkârcıların geçmiş hâllerinden ve gelecekteki durumlarından bahseder. Onların ibretlik hallerini anlatarak insanları uyarır. Allah’a nasıl ibadet edileceğini öğretir. Güzel ahlâkın ve insanlarla muamelenin esaslarını ortaya koyar.[1]

Kur’ân, inmeye başladığında önce Allah’ın birliğini, kudretini, merhametini, lutuf ve keremini, âhireti, iyi veya kötü dünyada yapılan amellerin karşılığının mutlaka verileceğini anlattı. Bunu yaparken özetten tafsilata doğru bir seyir takip etti. Bununla birlikte insanlara merhametli ve diğergam olmayı, âdil davranmayı, akraba ve kul haklarına riayet etmeyi öğretti. Gökleri, yeri, güneşi, ayı, yıldızları, kâinattaki nizâmı, bitkilerin, hayvanların ve insanın yaratılışını ve bu cihandaki ilâhî kudret akışlarını ve azamet tecellîlerini tefekküre dâvet etti. Putlara tapmanın yanlışlığını ve anlamsızlığını ortaya koymak ve müşriklerin hatalı inançlarını düzeltmek için aklî ve kevnî deliller gösterdi.

Mekke-i Mükerreme’de daha çok dinin ana gayeleri olan din, can, akıl, mal ve nesebin korunmasıyla ilgili esas hükümler nâzil oluyordu. Medîne-i Münevvere’de ise bunların tafsilatı ve tamamlayıcı unsurları indirildi.[2] Bu esnâda önceki kavimlerden ve onlara gönderilen peygamberlerin hayatından ibret ve ders alınacak kıssalar nakledildi. Bu hâdiseler vesile edinilerek cihânşümul esaslar ve değerler ortaya konuldu. Allah’ın muradına uygun bir toplumun îtikâdî ve ahlâkî temelleri atıldı.

Mekke-i Mükerreme’de nâzil olan âyetler daha kısa, seçili ve duruma göre bazen sert idi. İnsanları hem aklî yönden iknâ ediyor, hem de duygularına hitap ediyordu. Yüksek fesahat ve belâgatıyla, şiir ve edebiyatta zirveye çıkmış olan müşrikleri âciz bırakıyordu. Kısa kısa sûreler bu muhteşem üsluplarıyla samîmî ve ön yargısız insanlara derinden tesir edip onları iknâ ederken, inatçı kâfirlere meydan okuyor ve onları âciz bırakıyordu. Kur’ân âyetlerinin nüzulü ile mutad olarak yapılan edebiyat fuarları iptal edildi.

Medîne-i Münevvere’de ise bir taraftan îtikâdî ve ahlâkî konular devam ederken, diğer yandan da muâmelâtın tatbîki ile siyasî ve hukukî yapının teşkîli başladı. Doksan kadar âyette geçen “ey iman edenler” hitabıyla hem mü’minlere şeref bahşediliyor hem de İslâm toplumu tanzim ediliyordu. Her hususta Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edilmesi, ihtilâf edilen meselelerin Allah’a ve Rasûlü’ne götürülmesi ısrarla emrediliyordu.

Medine’de yahudiler olduğu ve hristiyan elçiler gelip gittiği için Kur’ân’da Ehl-i kitabın tarihine genişçe yer veriliyor ve onlar İslâm’a dâvet ediliyordu. Medine’de bir de münafıklar türemişti. Onlarla ilgili de pek çok âyet-i kerime nâzil oldu. Müslümanların yaptığı savaşlardan, sonuçlarından ve bu vesileyle savaş hükümleriyle diplomasi kâidelerinden bahsedildi.

Medenî sûrelerin üslûbu muhtevalarına uygun olarak daha sade idi. Müteşâbih ifadeler, mecaz ve istiareler daha az idi. Sûre ve âyetler, muhtevaları gereği daha uzundu.[3]

Şimdi Kur’ân’ın ana konularından bir kısmını biraz daha genişçe ele alalım:

1. İman ve Sâlih Amel

Allah Teâlâ’nın insandan istediği kulluğu îmân ve sâlih amel diye özetleyebiliriz. İnsan Allah’a iman ederek mü’min olmalı ve ona ibadet ederek sâlih bir kul hâline gelmelidir. Allah’ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur, ancak insan, kulluğunu îfâ ederek madden ve mânen arınıp Allah’ın lütuf mekânı olan cennete lâyık hâle gelmek mecburiyetindedir. Bu kulluğunda da ihlâslı olmalıdır. Her amelin bir zâhiri, bir de bâtını vardır. İnsan namazındaki huşûya, orucundaki ihlâsa, merhametindeki genişliğe bakarak ibadetlerinin kalitesini anlayabilir. İbadetler ne kadar ihlâslı olursa kul, önündeki mesafeleri o kadar hızlı kateder.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, 90 kadar yerde “Ey îmân edenler!” diye hitâb ederek mü’minlerden nasıl bir îmân ve amel-i sâlih istediğini îzâh buyurmaktadır. Bu âyet-i kerîmelerde, îman vasfını hâiz insanların mutlakâ riâyet etmesi gereken hususlara temas edilir. Îmânın gereğinin, âyet-i kerîmelerde vârid olan ilâhî emir ve tavsiyelere itaat etmek olduğu hatırlatılır. Îmân ehli kişilere yakışan amel-i sâlihler emredilir, onların şeref ve haysiyetine yakışmayan hal ve davranışlar da yasaklanır. Bu hitâb, aynı zamanda husûsî bir iltifat ve ilâhî bir lûtuftur, müslümanlara büyük bir şeref bahşeder. İnşâallah bu ilâhî hitâbın tesiriyle ehl-i îman, emniyet ve huzur içinde yaşayacak ve âhirette büyük lûtuflara nâil olacaktır. Abdullah bin Mesʻûd (r.a), kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ’nın: «Ey îmân edenler!» buyurduğunu işittiğinde hemen kulak ver ve onu dikkatle dinle! Çünkü Allah Teâlâ, bu hitabın ardından ya bir iyiliği emreder ya da bir fenâlıktan sakındırır.”[4]

Bu hitâb-ı ilâhî, mü’minlere bir şahsiyet yükler… Kinâyeli olarak “Siz, diğerlerinden farklısınız, fâsıklarla aynı vasıfları taşıyamazsınız, îmânî değerinizin farkında olun!” îkâzında bulunur. Mü’min, seçkin, aklı başında ve sözü anlayan insandır. Bu sebeple, ona husûsî olark hitâb edilerek söz, ehline tevcih edilir. Bu hitâb, müslümanları sarsarak kendilerine getirir. Zamanın geçmesiyle gevşemeyip îmân üzere sebât etmeleri ve îmanlarını daha da kuvvetlendirmeleri teşvik edilir.

Câfer-i Sâdık (r.a) bu hitapla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ’nın «Ey îmân edenler!» hitâbındaki lezzet, kişiden ibadet ve tâatin bütün yorgunluk ve ağırlığını giderip yok eder.”[5]

Bundan sonra ibadet ve tâatler mânevî bir ziyâfet hâline gelir. Zira Allah’ı seven bir kul, Mahbûb’unun emirlerini en güzel şekilde yerine getirmek için gayret eder. Bu uğurda karşılaştığı meşakkatler bile, ecrini düşündüğü için ona lezzet verir.

İsmail Hakkı Bursevî (r.a) de şöyle buyurur:

 “يا: Yâ” nidâsı, Habîb’in habîbine hitâbı, “أَيُّهَا: eyyühâ” edatı, Habîb’in habîbini îkâzı, “آمَنُوا: âmenû” kelimesi de Habîb’in habîbine şâhitliğidir. Yani Cenâb-ı Hak, emirlerine itaat eden kulunun îmânına şâhitlik etmektedir.[6]

Sağlam Bir Akîde

“Ey iman edenler!” diye başlayan âyetlerde bizden istenen öncelikle sağlam bir akîdedir. İnsan fıtratı, inanma ihtiyacı içindedir. Hidâyete ulaşamayan insanlar pek çok yanlış inançtan birine saparlar. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, doğru bir îtikâdın nasıl olması gerektiğini beyân etmiştir. Allah’a, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafâ’ya, Kur’ân’a, meleklere, daha önce indirilen kitaplara, gönderilen peygamberlere, âhiret gününe ve kadere îmân etmeli, îmânı kuvvetlendirmeli, yakîne ve huzura ermelidir. Bu şekilde îmân etmeyen kişi, çok dehşetli bir sapıklığa düşmüş olur.[7]

Allah ve Rasûlü’ne İtaat

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin! İşitip durduğunuz hâlde onun emirlerinden yüz çevirmeyin!” (el-Enfâl 8/20)

“Ey îmân edenler! Peygamber, sizi hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman, Allah’a ve Rasûl’e icabet edin! Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer! Yine bilin ki siz mutlakâ O’nun huzûrunda toplanacaksınız!” (el-Enfâl 8/24)

Mü’minler, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmedikleri zaman amelleri boşa gidiverir.[8]

Allah Rasûlü’ne Hürmet ve Onu Üzmemek

Cenâb-ı Hak, mü’minlere, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e karşı son derece hürmetkâr davranmalarını ve onu dinleyip itaat etmelerini emreder. Mü’minler onunla konuşurken ve ondan bahsederken çok hassas davranmalı, sözlerine dikkat etmeli ve kelimelerin en güzelini seçmelidirler.[9]

Mü’minler, Allah Rasûlü’nü hiçbir sûrette üzmemelidirler. Efendimiz (s.a.v), hayâsı sebebiyle insanlara bir şey söyleyemezse, Cenâb-ı Hak onun hakkını müdâfaa ve muhâfaza eder.[10] Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin!” (el-Ahzâb 33/56)

Mü’minler, Hz. Mûsâ’ya eziyet eden yahûdiler gibi olmamalı, Peygamber Efendimiz’in hukûkuna riâyet etmelidirler.[11]

Mü’minler, Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmemeli, devamlı takvâ üzere bulunmaya gayret etmelidirler. Hattâ seslerini Peygamber Efendimiz’in sesinin üstüne çıkarmamalı, birbirlerine bağırdıkları gibi, Allah Rasûlü’ne yüksek sesle hitâb etmemelidirler. Yoksa farkına varmadan amelleri boşa gidiverir.[12]

Bugünkü mü’minlere düşen de onun sünnetine saygılı olmak, kendi görüşlerini onun önüne geçirmemek ve Efendimiz’in mescidinde sükûnete riâyet etmektir.

Helâl ve Harâma Dikkat Etmek

Sahip olduğumuz herşey ve istifâde ettiğimiz bütün nîmetler Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfudur. O hâlde bu nîmetlerden faydalanırken Rabbimizin koyduğu ölçülere riâyet etmeliyiz. Cenâb-ı Hak bizden, ihsân ettiği nîmetlerin helâl ve hoş olanlarından yememizi emrediyor. Hakkımız olan şeyi alıp bunun için de Allah’a bin şükür etmemizi istiyor. Allah’a kulluğun îcâbı budur. Bu hâlet-i rûhuyenin dışına çıkanlar, kullukta kusur ediyorlar demektir.[13]

Cenâb-ı Hak, haram-helâl düşünmeden insanların mallarını bâtıl yollarla yiyen, Allah’ın yolundan alıkoyan, altını ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infâk etmeyenleri tehdit etmekte ve onları acı bir azâb ile müjdelemektedir.[14]

Mü’minler, insanların mallarını kumar, fâiz, aldatma gibi bâtıl yollarla alamazlar. Ancak rızâya dayalı ticâret gibi meşrû muâmelelerle alabilirler. Buna riâyet edilmediğinde ortalığı fitne kaplayarak insanlar birbirini öldürmeye kadar gider. Haram yiyenler ise zaten kendi kendilerini en fecî şekilde helâk edip cehennem azâbına sürüklemiş olurlar. Cenâb-ı Hak ise kullarını çok sevmekte ve onlara merhamet etmektedir. Onların huzûr içinde nezîh bir hayat sürmeleri için En Sevgili Kulu ve Rasûlü ile İslâmî esasları göndermiştir.[15]

Cenâb-ı Hak, ihram yasakları gibi bâzı haramları, mü’minleri imtihan etmek ve îmânlarını kuvvetlendirmek için koymuştur. Kimsenin görmediği yerde bu tür basit yasakları çiğneyen bir mü’min, malını ve canını fedâ etmesi gereken yerlerde ilâhî emirleri nasıl dinleyebilir ki?! Mü’minler, büyük küçük demeden bütün yasaklara riâyet ederek kalplerindeki Allah korkusunu kuvvetlendirmelidirler. Böyle yapmayıp da ilâhî hududları aşanlar için elem verici bir azâb vardır.[16] Zâhidliğiyle meşhur olan Bilâl bin Saʻd (r.a) ne güzel söyler:

“Günahın küçüklüğüne değil, kime karşı isyân ettiğine bak!”[17]

Günahlardan Şiddetle Sakınmak

Dînî bir cezâ olmaksızın bir insanın canına kıymak veya yaralamak çok büyük bir günâhtır. Bunu yapan kimseye kısas tatbik edilir ve o yaptığının aynısıyla cezâlandırılır. Cenâb-ı Hak, kullarının, birbirlerine dâîmâ af ve ihsân ile muâmele etmelerini arzu etmekte ve onlara devamlı merhametiyle muamele ederek dînî hükümleri hafifletmektedir. Artık bundan sonra kim haddi aşarsa onu dehşetli bir azap beklemektedir.[18]

Dâimâ mü’minlerin iyiliğini istemek ve haklarında güzel düşüncelere sahip olmak îcâb eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin! Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın! Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zâlimlerdir.” (el-Hucurât 49/11)

“Ey îmân edenler! Zannın birçoğundan kaçının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın! Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri hiç ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun! Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (el-Hucurat 49/12)

Mü’minler birbirleriyle fısıldaşırken ve gizli konuşurken, günâh, düşmanlık ve Peygamber Efendimiz’e isyân mâhiyetinde şeyler konuşmamalıdır. İyilik ve takvâlarını artırmak için konuşmalı, sonunda huzûruna çıkacakları Allah’tan dâimâ korkmalıdırlar.[19]

Fâiz

Allah Teâlâ, mü’minlere, takvâ sahibi olmalarını ve eğer gerçekten îmân ediyorlarsa fâiz alacaklarını derhal terketmelerini emreder. Eğer bırakmazlarsa Allah ve Rasûlü’nün kendilerine büyük bir harp îlân ettiğini bilmelidirler. Şayet tevbe ederlerse, anaparaları kendilerine âittir, ancak fâiz kısmını almayıp ondan uzaklaşmalıdırlar.[20]

Fâiz, toplumun ve iktisâdî hayatın kanseridir. Ona bulaşan insanın kurtulması çok zordur. Fâiz borcu ve hırsı, katlanarak büyümeye devam eder. Bu büyük mûsibetten kurtulmanın yolu takvâ ve Allah korkusudur. Ebedî hayattaki dehşet verici azâbı düşünerek bu günahtan kurtulmak îcâb eder. Böyle olursa kul felâha erer, aksi takdirde âkıbeti çok acı olur.[21]

Fâiz, toplumda zengini bir müddetliğine daha zengin, fakiri de daha fakir eder, enflasyonu artırır ve sınıf farkına sebebiyet verir.

Şeytanın Adımlarına Uymamak

Cenâb-ı Hak, mü’minlere, açıkta ve gizlide tam olarak Allah’a teslim olarak İslâm’ı hayatın her sahasına yaygınlaştırmayı ve bu sûretle sulh ve selâmet içinde yaşamayı emretmektedir. Bunun dışında bir hareket, şeytanın adımlarını takip etmek olur ki bu, kuzunun kurda âşık olup peşinden gitmesinden daha fenâ bir hâldir. Zira şeytan, insana karşı düşmanlığını açıkça îlân eden ve onu ebedî felâkete sürüklemek için çalışacağına yemin eden apaçık ve azılı bir düşmandır.[22]

Mü’minler, şeytanın adımlarına uymamalıdırlar. Zira şeytan, devamlı edepsizliği ve kötü şeyleri emreder.[23]

En Mühim Husus Takvâ

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler; Allah’a karşı takvâ sahibi olun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe 9/119)

Allah Teâlâ, mü’minlere herşeyden evvel takvâya sarılmalarını emretmektedir. Bütün güçleriyle takvâya sarılıp, takvâda zirveye çıkmalarını tavsiye etmektedir. Zira istikâmet üzere yaşayıp îmân ile ölebilmek, büyük ölçüde buna bağlıdır.[24]

Yüce Rabbimiz, mü’minlere orucu farz kılarak onları takvâ yolunda sağlam adımlarla yürümeye alıştırmaktadır. Bizden evvelki ümmetlere de farz kılınan oruç, helalleri bile asgarî seviyede, belli ölçülerle ve dikkatli kullanmayı öğreterek mü’minlere takvâda seviye kazandırır.[25]

Mü’minler takvâ üzere bir hayat yaşarlarsa Allah onlara, hakkı bâtıldan ayıracak bir firâset lûtfeder, kötülüklerini örtüp günahlarını affeder. Çünkü Allah büyük lûtuf sahibidir.[26]

Cenâb-ı Hak mü’minlere, iyilik, hayır ve takvâ yolunda yardımlaşmayı, günâh ve düşmanlık üzere yardımlaşmamayı emreder. Eğer onlar ilâhî emirlere riâyet etmezlerse âhirette şiddetli bir azâba mâruz kalırlar.[27]

Maddî ve Mânevî Temizliğe Dikkat

Mü’minler, abdestlerine, gusüllerine ve temizliklerine çok dikkat ederler. İbadetlerini temiz bir mekânda temiz olarak yaparlar. Su bulamadıklarında veya hastalık, yolculuk gibi bir sebeple suyu kullanamayınca temiz bir toprakla teyemmüm ederler. Cenâb-ı Hak bu tür hükümleri onlara zorluk çıkarmak için değil, onları tertemiz kılarak üzerlerindeki nîmetlerini tamamlamak için göndermiştir. Rabbimizin üzerimizdeki sayısız nîmetleri için ne kadar şükretsek azdır.[28]

Müşrikler ve kâfirler madden ve mânen pisliktirler. Tahâret, abdest, gusül nedir bilmedikleri gibi îtikâd ve fikirleri de pistir. Bu sebeple onların Mescid-i Harâm’a yaklaşmalarına izin verilmez. Bundan hareketle onları mübârek ve mukaddes mekânlara, câmilere ve Mukaddes Emânetler’e de yaklaştırmamak lâzımdır. Bu hususta ticâretin zayıflamasından ve maddî menfaatin azalmasından da korkmamalıdır. Zira Allah Teâlâ dilediği kullarını kendi lûtfundan bolca rızıklandırır.[29]

Gerçekten de turistlerden elde edilecek kâra tamah ederek turizm için bütün kapıların açılıp mânevî hasletlerin bu uğurda fedâ edilmesi, ahlâkî aşınma başta olmak üzere pek çok zarara sebebiyet vermektedir. Mü’minler dünya malından evvel, îman ve ahlâkı düşünmeli, İslâm’ın emirlerini ikâme etmeye gayret göstermelidirler.

Devamlı Zikir

Cenâb-ı Hak mü’minlere kendisini çokça zikretelerini ve sabah akşam tesbih etmelerini emreder.[30]

Mü’minler, rükûya, secdeye, diğer ibadetlere ve hayır işlerine çok ehemmiyet vermelidirler ki felâha erebilsinler. Bir beldede Allah’a kulluk edemezlerse, Allah’ın arzı geniştir, ibadetlerini rahatca yapabilecekleri başka bir yere hicret ederler.[31]

Cumâ günü ezan okunduğunda hemen Allah’ın zikrine koşarak ticâreti bırakmak gerekir. Eğer bilirlerse bu mü’minler için daha hayırlıdır. Cuma namazı kılındığında ise yeryüzüne dağılarak Allah’ın fadlından rızıklarını aramalı, ama bunu yaparken asla gaflete düşmemeli, bir taraftan da devamlı ve çokça Allah’ı zikretmelidirler. Bu şekilde “El kârda gönül Yâr’da” vaziyetinde güzel bir hayat yaşayabilirlerse felâha ererler.[32]

Allah Teâlâ, içki, kumar, dikili taşlar ve fal ile meşgul olmanın çok kötü bir pislik olduğunu, şeytanın işlerinden olduğunu haber veriyor. Şeytan bu tür pis ve zararlı şeyleri süsleyerek insanlara güzel gösterir. Onlar vâsıtasıyla insanların arasına düşmanlık ve buğz atarak Âdemoğullarından öcünü almaya çalışır. Bu pisliklerle akıllarını ve duygularını tahrip ettiği insanları Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoyar. Onları böylesine emsalsiz hayırlardan mahrûm bırakır. O hâlde mü’minler akıllarını vahyin tâlimâtları istikâmetinde kullanarak bu zararlı şeylerden şiddetle sakınmalıdırlar. Mü’minler, şeytan işi menfîliklerden uzak dururlarsa felâha ererler, aksi takdirde başlarına ummadık belâlar gelir.[33]

Yüce Rabbimiz, mü’minlere, toplu olarak kâfirlerle karşılaştıklarında, sebat etmelerini, arkalarını dönüp kaçmamalarını emreder. Zira cepheden kaçmak, büyük bir günahtır. Sabır ve sebatla düşmana karşı sertlik göstermek ve kuvvetimizi ortaya koymak zarûrîdir. Allah Teâlâ, emirlerine itaat eden müttakî kullarıyla beraberdir. Mü’minler, savaş esnâsında bile Allah’ı çok çok zikretmelidir ki felâha erebilsinler.[34]

Zekât, Sadaka ve İnfâk

Cenâb-ı Hak, lûtfettiği nîmetlerin zekâtlarını vermemizi ve fazladan olarak devamlı infaklarda bulunmamızı emrediyor. İslâm’ın bütün insanlara öğretilip yayılması için malımızı infâk etmemizi ve canla başla gayret etmemizi arzu ediyor. Bu gayretler, en mühim âhiret hazırlığıdır. Âhirete hazırlanma yeri de bu dünyadır. Elimizdeki fırsatı kaçırırsak öyle bir gün gelir ki orada malımız, dostlarımız ve kuvvetli bildiğimiz merciler fayda vermez. Zekâtı ve Allah yolunda infâkı terketmek, cimrilik felâketidir ki bu da kâfirlerin vasfıdır. Bu sebeple mü’minler, bu hâle düşmekten sakınmalıdırlar.[35]

Rabbimiz mü’minlere, kendi rızâsı için verdikleri sadaka ve iyilikleri, insanların başına kakmak ve gönüllerini kırmak sûretiyle boşa çıkarmamalarını emrediyor. Allah’a ve âhiret gününe îmânı kuvvetli olan bir kişi, insanlara gösteriş yapmak için infakta bulunmadığı için yardım ettiği kişilere eziyet etmez. Gösteriş yapanlar, Allah’tan hiçbir ecir alamazlar. Bunlar, üzerinde ince bir toprak tabakası bulunan kaya gibidirler. Biraz şiddetli bir yağmur yağdığında onu yalçın kaya hâline getiriverir. Kayanın üzerine istediğin kadar tohum ek, hiçbir şey elde edemezsin. Zira tohum toprakta yeşerir. Aynı şekilde Allah katındaki makbûliyet de, ancak ihlâs toprağı üzerinde yetişir. Riyâ, başa kakmak ve gönül kırmak ise, kâfirlerin sıfatıdır. Mü’minler, bunlardan şiddetle kaçınmalıdır.[36]

Mü’minler, kazandıklarının temiz ve güzel olanlarından ve Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünden bitirdiği nîmetlerden infâk etmelidirler. Ancak kendilerine verildiğinde almayacakları değersiz ve bozuk şeyleri vermeleri doğru olmaz. Zira herkes kendisi için verir. Allah Teâlâ insanları bu şekilde imtihan ediyor. Yoksa O’nun hiçbir şeye ihtiyâcı yok. Dilediğinde bütün kullarını zengin ediverir. Ancak mühim olan, mü’minlerin dünya imtihanını kazanarak felâha ermeleridir.[37]

Şükür

Mü’minler, Allah Teâlâ’nın lûtuf ve ihsanlarını dâimâ hatırda tutarak bunlara sayısız şükürlerde bulunmalıdır. Cenâb-ı Hak, onları pek çok düşmanlarından muhâfaza etmektedir. Mü’minler, Allah’a tevekkül ederek, dâimâ O’na güvenerek vazifelerini îfâ etmelidirler.[38]

Mü’minler, Allah’ın nîmetlerini, daha önceki yardımlarını her fırsatta hatırlayarak kalp, dil ve hâl ile şükretmelidirler.[39]

Sabır ve Sebât

Mü’minler dâima Allah’tan yardım istemeli, bu esnâda sabrı elden bırakmamalı ve namaza ehemmiyet vermelidirler. Farzlardan sonra nâfile namazları da artırmalı ki duâların kabûlüne medâr olabilsin.[40]

Tevekkül ve Teslîmiyet

Cenâb-ı Hak, kullarının kendisine karşı tevekkül ve teslîmiyet içinde olmasını arzu buyurmaktadır. Lüzumlu tedbirleri aldıktan sonra Allah’a güvenip kadere rızâ göstermenin mü’minler için daha hayırlı olacağını beyân etmektedir. Mü’minler, kâfirler gibi kendi akıl ve tedbirleriyle kaderi değiştirebileceklerini düşünmezler. Nitekim Uhud sonrası münâfıklar, şehidler için:

“–Bizim yanımızda olsalardı öldürülmezlerdi” dediler.[41]

Fâsık Ebû Âmir, Uhud’da harp meydanını gezerken, şehîd olan oğlu Hanzala (r.a)’ı gördü. Sadrına tekme vurarak:

“–Sen yeni dîne girmekle felâkete uğradın! İşte ben senin vurulup düştüğün yere kadar gelmiş bulunuyorum, ey şeref kirletici oğul! Eğer sen evlatlık vazifeni yapıp babanın sözünü dinlemiş olsaydın, hiç şüphesiz yaşar, ölmezdin!” dedi.[42]

Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbı ağır yaralı vaziyette Medine’ye döndüklerinde, münâfıklarla yahûdiler sevinip gülüyor ve en çirkin sözleri açıkça söylüyorlardı. Münâfık başı Abdullah bin Übeyy’in, samîmî bir müslüman olan oğlu Abdullah da Uhud’da yaralanmıştı. Sabaha kadar ateş yakıp yaralarını dağlamakla meşgul oldu. Babası kendisine:

“–Muhammed ile bu şekilde savaşa çıkman doğru değildi. O, beni dinlemedi de çocuklara uydu. Ben böyle olacağını gözümle görür gibiydim” deyip duruyordu. Oğlu da cevâben:

“–Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne ve müslümanlara takdir edip başlarına getirdiği hâl, her şeyden daha hayırlıdır!” diyordu.[43]

Hiç şüphesiz, inançsızların sahip olduğu bu düşünce yapısı, onları hayat boyu rahatsız edip üzüntülere garkeder. “Şöyle yapsaydık böyle olurdu, şunu yapmasaydık bu başımıza gelmezdi” şeklindeki anlayışlarıyla, kalplerinde dâimâ bâzı şeylerin hasretini ve acısını çeker dururlar. Münâfıklar da bu anlayışları sebebiyle, ticârî seferlere ve cihada çıkmaya cesâret edemezler. Cesur müslümanlar, büyük kârlar veya ganimetler elde ederek döndükçe de pişmanlık ve hüzünleri artar, tahassür içinde kalırlar. Âhiretteki pişmanlık ve acıları ise daha büyük olacaktır. Hâlbuki hayatı veren de öldüren de Allah Teâlâ’dır. Eceli gelmeyen bir insan, Hâlid bin Velîd (r.a) gibi en ön safta yüzlerce savaşa katılır ve vücûdunun her yerinden yara alır da yine ölmez.[44] Kimisi de evinde bir yudum suyu içerken boğuluverir. Yüce Rabbimiz onlara:

“Eğer sözünüzde doğru iseniz, ölümü başınızdan savın bakalım!” buyurmaktadır. (Âl-i İmrân 3/168)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e de şöyle buyurmaktadır:

“…De ki: «İşin tamamı Allah’a aittir.» Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlar: «Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik» diyorlar. De ki: Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu, Allah’ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi içindir. Allah kalplerde olanı bilir.” (Âl-i İmrân 3/154)

Her şey Allah Teâlâ’nın elindedir. Öyleyse kâfirler gibi davranmayıp hakîkî mü’minlerin yolundan gitmeli, gerekli tedbirleri alarak Allah’a tevekkül etmelidir.[45]

Doğru Sözlülük, Sadâkat

Allah Teâlâ, mü’minlere, kendisinden korkmalarını ve dâimâ doğru söylemelerini emreder.[46] Mü’minlerin özleriyle sözleri bir olmalı, yapmayacakları şeyleri söylememelidirler. Zira samîmiyetsizlik ve sadâkatsizlik, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeden kötü bir haslettir.[47] Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minlere, akitlerini en güzel şekilde yerine getirmelerini emreder.[48]

Firâsetli Davranmak

Bir fâsık, haber getirdiğinde müslümanlar onu iyice araştırmalıdırlar. Yoksa yanlış bilgilere dayanarak suçsuz insanlarla mücâdeleye başlar, sonra da pişman olurlar.[49]

Adâlet

İdâreciler adâletle muâmele etmeli, mü’minler de Allah’a, Rasûlü’ne ve kendilerinden olan idârecilere itaat etmelidirler. Bir hususta ihtilâfa düştüklerinde meseleyi Allah’ın Kitâbıʼna ve Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine arzetmelidirler. Allah’a ve âhiret günündeki hesâba, cezâya ve mükâfâta inanan bir mü’minin böyle yapması zarûrîdir. Bu, en hayırlı ve en güzel yoldur, sonu selâmettir.[50]

Mü’minler, bütün hususlarda âdil davranmalı, adâleti hayatın her safhasına yaygınlaştırmalı ve doğru şâhitlik yapmalıdırlar. Bir ism-i şerifi de Adl olan Cenâb-ı Hak katında adâlet öyle ehemmiyetlidir ki, kişi kendi aleyhine bile olsa Allah için doğru şâhitlik yapmalıdır. Üzerinde başkalarının hakkı varsa, ikrar ve itiraf etmelidir. Aynı şekilde, anne-babası ve akrabaları aleyhine de olsa âdil hüküm ve doğru şâhitlikten kaçınmamalıdır. Diğer taraftan, kişinin üçüncü şahıs aleyhine yapacağı şâhitlik, kendisinin ve akrabalarının herhangi bir zarara uğramasına sebep olacaksa bile yine dosdoğru şâhitlik yapmalıdır.

Hüküm ve şâhitlik esnâsında kişilerin zenginlik ve fakirlik durumları kesinlikle dikkate alınmamalıdır. Zengine yaranmak veya fakire merhamet etmek için hak ve adâletten ayrılmak doğru değildir. Allah Teâlâ, zengine de fakire de herkesten daha yakındır, onları insanlardan daha iyi koruyup gözetir. Adâlet onlara zarar verecek olsaydı Cenâb-ı Hak ona göre hüküm indirirdi. Ancak adâlet, zenginliğe veya fakirliğe göre belirlenecek bir mevzû değildir. O ancak hakka ve doğruluğa göre taayyün eder. Zenginlik ve fakirliğin hikmetleri ise başkadır. İtaat konusunda Allah zengin ile fakir arasında fark gözetmemiştir.

Kâfirlere karşı olan öfkeleri, mü’minleri adâletsizliğe sevk etmemelidir. Zira takvâya en yakın olan adâlettir. Takvânın gereği de adâlettir.

Mü’min, haktan yüz çevirip nefsin arzularına uymamalı ki adâlet üzere devam edebilsin. Mü’min, adâletle hükmetme ve şâhitlik husûsunda dilini eğip bükmemeli, bunlardan büsbütün yüz çevirmemeli, adâletin yerini bulmasına ve insanların doğru şâhitlik yapmasına mâni olmamalıdır. Zira Allah Teâlâ, şâhitliği yapanları da, ondan kaçanları da görür ve bilir. Doğruları mükâfatlandırırken, yalancıları da cezâlandırır.[51]

Mü’minler, birbirlerine borçlandıklarında bunu âdil bir kâtip ve iki şâhidle yazmalıdırlar ki daha sonra şüpheye düşüp aralarında ihtilâf çıkmasın. Alış-veriş yapıldığında da şâhid tutulması iyi olur. Ancak ne kâtibe, ne de şâhidlere herhangi bir zarar verilmemelidir. Zira bu, fâsıklık alâmetidir. Bizim için faydalı olan, Allah’tan korkup, O’nun öğrettiği ahkâma riâyet etmektir. Zira herşeyi bilen ve ona göre hüküm koyan Allah Teâlâ’dır.[52]

Kadınlara Güzel Muâmelede Bulunmak

Allah Teâlâ, mü’minlerin, kadınlara hüsn-i muâmelede bulunmalarını, onlara hiçbir şekilde haksızlık yapmayıp insafla muâmele etmelerini emretmektedir. Açık bir hayâsızlık yaparlarsa onları tedip etmelidir. Beğenilmeyen bazı vasıfları olursa bunları büyütmemelidir. Herkesin kusûru olur. Kadınların dâimâ güzel yönlerine bakmak îcâb eder. Zira Cenâb-ı Hak, bizim bir yönüyle hoşlanmadığımız şeylerde pek çok hayırlar yaratmış olabilir.[53]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir mü’min, hanımına buğzetmesin! Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”[54]

Âileyi İdâre Etmek ve Korumak

 Malları ve evlâdları, mü’minleri Allah’ın zikrinden alıkoymamalıdır. Kim böyle gaflete düşerse işte onlar hüsrâna uğrayanlardır.[55]

Bazen hanımları ve çocukları, mü’minleri ibadet ve tâatten alıkoyarak onlara düşmanlık yapmış olurlar. Bu hususta uyanık ve firasetli olmak îcâb eder. Ancak onları hoş görüp kusurlarını affetmek ve ıslahına gayret etmek daha doğrudur. Böyle yapılırsa Allah Teâlâ da af ve merhametiyle muâmele eder.[56]

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi öyle bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri her şeyi yapan melekler vardır.” (et-Tahrîm 66/6)

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden mes’ûlsünüz. Devlet reisi bir çobandır ve sürüsünden mesʼûldür. Erkek âilesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden mesʼûldür. Hizmetkâr efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden mes’ûldür. Netice itibariyle her biriniz bir çobandır ve güttüğü sürüden mes’ûldür.”[57]

Çoban, güttüğü sürünün hâlet-i rûhiyesinden anlar.

Çoban, sürüsünü kurtlar ve canavarlardan muhafaza eder.

Çoban önde giderek sürüsüne istikâmet verir. Çoban arkada kalarak, geri kalan hasta ve zayıf koyunları kucağına alıp onları sürüye yetiştirir, kurtlara bırakmaz. Yani, bazen önden bazen arkadan giderek dâimâ mes’ûl olduğu sürüyü kontrol eder.

Çoban, hayvanlarını münbit arazilerde otlatır, orada dinlendirir, orada gıdâlandırır, onları kurak yerlerde helâk etmez.

Âhiret İçin Hazırlık Yapmak

Cenâb-ı Hak, mü’minlere, huzûruna gelecekleri gün için hazırlık yapmalarını emrederek şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler, Allah’tan korkun ve herkes yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın! Allah’tan korkun, takvâ üzere yaşayın; çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr 59/18)

Allah Teâlâ, mü’minlere, onları acı bir azâbdan kurtaracak en hayırlı ticâreti haber vermiştir. O da Allah’a ve Rasûlü’ne îmân ederek, Allah yolunda mal ve can ile cihâd etmektir.[58]

Müslümanlar, Allah’ın kendilerine lûtfettiği can ve malı Allah yolunda kullanarak âhiret için hazırlık yaparlar ve nihâyetinde cenneti satın alırlar.

Mü’minler bir taraftan takvâ üzere hayat sürerken diğer taraftan da Allah’a daha fazla yaklaşmak için vesîleler ararlar. Günahlardan sakınmak, ilâhî emirleri yerine getirmek başta olmak üzere O’na yaklaştıran her vesîleye sarılırlar. Bu zor işi gerçekleştirmek için de Allah yolunda açık ve gizli düşmanlarla cihâd ederler. Bu minvâl üzere gayret ederek felâha ererler.[59]

İslâm’ı Tebliğ, Emr bi’l-Mâruf ve Nehy ani’l-Münker

Mü’minler, öncelikle kendilerini ıslah edip hidâyet ve takvâlarını artırmaya gayret etmelidirler. Onlar, İslâm’ı en güzel şekilde yaşayarak emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münkerde bulunmalı, bundan sonra dalâlette ısrar edenlere aldırmamalıdırlar. Sonunda herkes mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkacaktır. O gün Allah Teâlâ, insana her yaptığını haber verir ve hesâba çeker.[60]

Bir gün Ebû Bekir (r.a) Allah’a hamd ü senâdan sonra şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Siz şu âyeti okuyor, lâkin yanlış anlıyorsunuz:

«…Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz sürece sapıtan kimseler size zarar veremezler…» (el-Mâide 5/105)

Hâlbuki biz Nebiyy-i Ekrem’i şöyle buyururken işittik:

«İnsanlar zâlimi görüp de onun elini tutmaz (zulmüne mânî olmazlar)sa, Allah’ın onları umûmî bir şekilde cezalandırması yakındır».”

Ebû Bekir (r.a) sözlerine şöyle devam etti: “Ben Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururlarken işittim:

«Bir topluluğun arasında mâsiyetler ve günahlar işlenir de onlar güçleri yettiği hâlde bunu değiştirmezlerse, Allah Teâlâ, yakın bir zamanda mutlaka onlara umûmî bir azap gönderir».”[61]

Düşmana Karşı Dâimâ Uyanık Olmak

Mü’minler dâîmâ teyakkuz hâlinde olup düşmana karşı hazırlıklı bulunmalıdır. Grup grup veya topyekün düşmana karşı mücâdele etmeli, sadece cihâda değil her türlü hayra bu şekilde koşmalıdırlar.[62]

Mü’minler şahsiyetlerini muhâfaza etmeli, inançsızlardan farklı olduklarını hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Mü’min olmayanlara hiçbir hususta benzememeye gayret etmeli, onlara karşı dâimâ dikkatli olmalıdırlar. Mü’minler, eğer yahûdîlere, hristiyanlara ve diğer kâfirlere uyarlarsa ayakları kaymaya başlar, îmandan uzaklaşıp küfre yaklaşmaya başlarlar. Sonunda hüsrâna uğrayıp acı bir pişmanlık yaşarlar.[63]

Allah Rasûlü (s.a.v) ibadette bile gayr-i müslimlere benzememeyi telkin etmişlerdir. Meselâ Muharrem’in 10. günü yahûdiler de oruç tuttuğu için, Efendimiz (s.a.v) bir gün evvel veya bir gün sonrasıyla birlikte tutmayı sünnet kılmışlardır. Şöyle buyurmuşlardır:

“Kim bir kavme benzerse, onlardan olur.”[64]

“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.”[65]

Bir kişi Abdullah bin Mesʻûd (r.a)’ı düğün yemeğine davet etmişti. Abdullah (r.a) düğün evine geldiğinde eğlence sesi işitti ve içeri girmedi. Ev sahibi:

“‒Ne oldu, niçin girmiyorsun?” deyince İbn-i Mesʻûd (r.a) şöyle dedi:

“‒Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:

«Kim bir kavmin karaltısını artırırsa onlardandır. Kim bir kavmin yaptığı işten râzı olursa, o işi yapanlarla ortak olur».”[66]

Dostluk

Mü’minler firâsetli olup dost ile düşmanı çok iyi tefrik edebilmelidirler. Dünya malı peşinde koşarak mü’minleri dışlamak ve müslüman kanı dökmek çok büyük günahtır. Bin kâfiri hayatta bırakmak, Allah katında bir müslümanı katletmekten daha hafiftir. Bu hâl, îmân cevherinin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Allah’ın lûtfedeceği nîmetler, dünya menfaatlerinden çok daha fazla ve güzeldir. Herkes kendi kusuruna baksın ve fiillerine dikkat etsin, zira Cenâb-ı Hak herşeyden haberdârdır.[67]

Mü’minler, mü’min kardeşlerini bırakarak kâfirleri dost edinmemelidirler. Böyle bir davranış, ilâhî intikâma ve azâba sebep olur.[68]

Cenâb-ı Hak, mü’minlere, yahûdi ve hristiyanları dost edinmemeyi emrediyor. Zira onlar birbirlerinin dostlarıdır. Yüce Rabbimiz onları dost edinenlerin, onlardan olacağını haber veriyor. İlâhî emirleri dinlemeyerek yahudi ve hristiyanları dost edinenler, zâlim olur ve Allah Teâlâ onlara aslâ hidâyet vermez.[69]

Ancak onlara da bir takım haklar verilmiş, aslâ kendilerine zulmedilmemiştir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Medîne’ye hicret edince evvelâ müslümanlar arasında bir kardeşlik tesis etti, ardından gayr-i müslimler için bir vesîka hazırlayarak onlara hukuk tevzi etti. Dolayısıyla İslâm toplumunda gayr-i müslimlerin hukûku vardır ve ona hassâsiyetle riâyet edilir. Aksi takdirde kul hakkı ihlâl edilmiş olur. Kişi, üzerindeki kul haklarını dünyadayken ödemezse bunlar âhirette mutlaka kendisinden alınır. Ancak bu, dünyadaki kadar kolay olmaz.

Mü’minler, dinleriyle alay eden ve onu hafife alan kimselerle de dost olmamalıdırlar. Îmânın gereği, İslâm’ı hafife alanlardan uzak durmak, onlara buğzetmek ve düşman olmaktır.[70]

Îmânı terkedip küfrü sevenler babaları ve kardeşleri de olsa, mü’minler onları dost edinmezler. Zira kâfirleri dost edinenler zâlim olurlar.[71]

Mü’minler, Allah’ın ve kendilerinin düşmanı olan kimseleri dost edinmemelidirler. Onlar bizim dînimizi inkâr edip müslümanlara muhtelif eziyetler ettikleri ve pek çok zararlar verdikleri hâlde hâla onlara muhabbet duymak ahmaklık olur. Bu hatâya düşen mü’minler, dosdoğru yoldan sapmış, pek kıymetli bir nîmeti kaybetmiş olurlar. Cenâb-ı Hak, kalplerde gizlenen duyguları bilir. O’ndan hiçbir şey gizli kalmaz.[72]

Hâsılı mü’minler, Allah’ın gazap ettiği hiçbir kâfiri dost edinmemelidirler. Zira onlar, kabirdeki ölülerden ümid kestikleri gibi âhiretten ümidlerini kesmişlerdir, ona inanmazlar.[73]

Mü’minler, kendilerinden başkasını sırdaş da edinmemelidirler. Zira gayr-i müslimler fırsat bulduklarında mü’minlere fenâlık etmekten aslâ geri durmazlar. Dâimâ mü’minlerin sıkıntıya düşmelerini isterler. Zaman zaman kendilerine hâkim olamayarak düşmanlıklarını ağızlarından kaçırdıkları da olur. Lâkin şunu unutmamak îcâb eder ki kalplerinde gizledikleri kinleri daha büyüktür. Akıllı mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ın bu beyânını hiçbir zaman akıllarından çıkarmaz ve ondan istifâde ederler.[74]

Dinden Uzaklaşmamak

Cenâb-ı Hak, mü’minlere hâinlikten şiddetle sakınmalarını emrediyor. Allah’ın farzları, Efendimiz’in sünneti, mü’minlerin hakları ihmâl edilirse, ganimet ve vakıf malı haksız yere kullanılırsa hıyânet edilmiş olur. Bunların zararı da yine insanlara döner.[75]

Mü’minler, ilâhî emirleri dinlemeyerek İslâm’dan uzaklaşırlarsa Allah Teâlâ onları helâk eder, yerlerine sâlih insanlar getirir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı şefkat, merhamet ve tevâzu ile muâmele ederler, kâfirlere karşı izzetli davranırlar. Allah yolunda cihâd ederler. Kınayanın kınamasına hiç aldırmadan istikâmet üzere hayatlarını devam ettirirler. Bu kıvamda bir mü’min olmak, Allah Teâlâ’nın büyük bir lûtfudur, onu dilediği kuluna bahşeder. Allah Teâlâ, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.[76]

Lüzumsuz Şeylerle Meşgul Olmamak

Mü’min, Allah’ın helal kıldığı temiz ve hoş şeyleri kendi kendine haram etmemelidir. Zira İslâmî bir esasa dayanmadan kendi fikrince bazı hükümler vererek bidʻatler ortaya koyan, böylece haddi aşarak itaatsizlik eden kimseleri Cenâb-ı Hak sevmez.[77]

Mü’minler, lüzumsuz sorular sormamalı, gereksiz şeyleri araştırmamalıdırlar. Aksine kendilerinden istenen amel-i sâlihleri samîmiyetle îfâya gayret etmelidirler. Mü’min, takvâ ile amellerine devam ederse Cenâb-ı Hak ona bilmediği şeyleri öğretir.[78]

Allah’ın Dînine Yardım Etmek

Cenâb-ı Hak, mü’minlerden, İslâm’a hizmet etmelerini istemektedir. Eğer onlar Allah’ın dînine yardım ederlerse Allah da onlara yardım eder ve ayaklarını sâbit kılarak yanlış yollara saptırmaz.[79]

Mü’minler, Hz. Îsâ’nın havârileri gibi İslâm’ın yardımcıları olmalı, onu tâlim ve tebliğ etmelidirler.[80]

Allah yolunda cihâd etmek gerektiğinde, yere çakılıp kalmak, mü’minliğe yakışmaz. Mü’minler, âhireti bir kenara bırakarak dünya hayatıyla tatmin olmazlar. Zira dünyada elde edilecek menfaatler, âhiret nîmetleri yanında yok denecek kadar azdır. Hem zaman, hem kemiyet, hem de keyfiyet olarak…[81]

Mü’minler, hakkı müdâfaa ederken, kâfirlerin bâtıl dâvâları uğruna sarf ettiği gayretten daha fazla gayret gösterip sebât etmeli, sabır yarışında düşmanlarını geçmelidirler. Kâfirlerle mücâdele ederken, şecaat, yiğitlik ve kahramanlık gösterme husûsunda birbirleriyle yarışmalıdırlar. Kim hakkı ve ehlini korumak, dâvetini yaymak uğrunda sab­reder, mânîlere direnir, tehlikelere karşı uyanık olup gerekeni yapar ve Allah’ın emrine saygısızlıktan sakınır, diğer işlerinde de bu kâideleri göz önünde bulundurursa kurtuluşa erer ve Allah katındaki saâdete nâil olur.[82]

Toptan Tevbeye Sarılmak

Allah Teâlâ, mü’minlere, hep birlikte ve büyük bir ihlâsla tevbe etmelerini emretmektedir. Böylece Allah, onların günahlarını affederek cennetine koyar, o dehşetli günde rezîl olmaktan kurtarır ve nurlarını artırır.[83]

Yüce Rabbimizin bizden istediği nasûh bir tevbedir. Yani ihlâs ve samîmiyetle yapılan bir tevbe… Tevbenin bu kıvamda olabilmesi için pişmanlık zarûrîdir. Bu şiddetli pişmanlığın ardından tevbeyi amel-i sâlihlerle teyid etmek zarûrîdir.

Ancak Müslüman Olarak Can Verin

İnsanoğlu için dünya hayatının gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu gâyeye ulaşmanın bir tek yolu vardır. Yüce Rabbimiz, o yolu şöyle beyan buyurur:

“Ey îmân edenler! Allah’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân 3/102)

Her hayat sahibinin başından mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayata büyük vedâ ânı ve her canlının şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmettir. Son nefes, her insanın bir defa yaşayacağı, tekrârı ve misli olmayan bir ândır. O ânı Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu şekilde geçirebilmek için, O’nun emirleri istikâmetinde bir hayat yaşamak îcâb eder.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed 47/7)

Şunu unutmamalıdır ki, insanoğlu aslında her gece ve gündüz, farkında olsun veya olmasın, sayısız ölüm sebepleri ile karşı karşıyadır. Ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyurur:

“Aslında her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her an, ömrün tükenmektedir.”

Gerçekten hergün şu fânî hayattan bir gün daha uzaklaşırken kabre bir adım daha yaklaşmıyor muyuz? Hergün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta değil midir?

2. Takvâ

Kur’ân-ı Kerîm’de “takvâ” kelimesi, muhtelif kalıplarda yaklaşık 258 defa zikredilir. Bu durum, mü’minler için takvânın ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.

Cenâb-ı Hak; itikatta, ibadette, muâmelâtta, yani hayatın her safhasında, hattâ her nefeste hakkıyla takvâ sahibi olmamızı arzu et­mektedir.[84]

Takvâ; yasaklarından kaçınmak, emirlerine sarılmak sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmek, Allah’a sığınmak demek­tir. O, celâl sahibi yüce Allah’ın gazabından ve azâbından korkarak, rah­metinin gölgesine girmeye gayret etmek demektir.

Takvâ; iki cihan saadetimize vesile olan Kur’ân ve sünnetteki yüce talimatları; âile hayatı, ticarî hayat, içtimaî hayat… gibi hayatın her safhasına intikal ettirmektir.

Takvâ; dinî hükümleri heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ edebilmektir. Yani Allah’ın emir ve yasaklarına riâyette titizlik göstermek, bilhassa gü­nahlardan şiddetle kaçınmaktır.

Takvâ; Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalbin korunmasıdır. Aynı za­manda Allah’a yakınlaştıracak her şeye de yakınlık ve muhabbet içinde olmaktır.

Takvâ sahibi mü’min, Allah’ın koyduğu harâm sınırlarına yaklaşmaz.[85]

Takvâ sahibi mü’min, helâl ve hoş olan rızıklardan yer.[86]

Takvâ sahibi mü’min, malını Allah yolunda infâk ederek temizlenir ve kendisini cehennem azâbından korur.[87]

Takvâ sahibi mü’min, sâdıklarla beraber olur.[88]

Takvâ sahibi mü’min, dînî sembollere tâzim gösterir.[89]

Takvâ sahibi mü’min, âhirete ne hazırladığını sık sık kontrol eder.[90]

2.1. Kıymet Ölçüsü: Takvâ

İnsanın Allah katındaki değeri, takvâsı nisbetindedir. Cenâb-ı Hak bunu şöyle beyan buyurur:

“…Muhakkak ki Allah katında en değerli ve en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır.” (el-Hucurât 49/13)

Bu âyet-i kerîmenin nüzûlüne sebep olan ve müttakî kulların, hem Allah hem de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz nezdinde ne kadar kıymetli olduğunu gösteren şu hâdise pek ibretlidir:

Allah Rasûlü (s.a.v) birgün Medîne-i Münevvere’deki çarşılardan birisine uğramıştı. Çarşıda siyahî bir köle müzâyede ile satılıyordu. Köle:

“–Beni alacak olan kişiye bir şartım var!” diyordu. Alıcılardan birisi:

“–Nedir o şart?” diye sordu. Köle:

“–Benim farz namazları Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in arkasında kılmama mânî olmayacak!” dedi.

Adam bu şartı kabul ederek köleyi satın aldı. Rasûlullah (s.a.v) her namazda gözüyle bu köleyi arardı. Birgün yine baktı fakat göremedi. Sahibine:

“–Kölen nerede?” diye sordular. Sahâbî:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, o hummaya yakalandı” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ashâbına:

“–Kalkın onu ziyarete gidelim!” buyurdular. Birlikte kalktılar ve siyâhî kölenin yanına gidip geçmiş olsun ziyaretinde bulundular. Birkaç gün sonra Allah Rasûlü (s.a.v) kölenin sahibine:

“–Kölenin hâli nasıl?” diye sordular. Sahâbî:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır!” cevâbını verdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) kalkıp kölenin yanına gittiler ve ölmek üzereyken yanına vardılar. Köle o esnâda vefât etti. Peygamber Efendimiz onun yıkanması, kefenlenmesi ve defnedilmesiyle bizzat ilgilendiler. Ashâb-ı kirâm bu duruma çok şaşırdılar. Muhâcirler:

“–Biz vatanımızı, mallarımızı, âilemizi terk edip buralara geldik; hiçbirimiz şu kölenin Rasûlullah’tan gördüğü îtibârı ne hayatında ne hastalığında ne de ölümünde görmedi!” dediler. Ensâr da:

“–Allah Rasûlü’nü barındırdık, yardım ettik ve mallarımızla onu destekledik ama habeşli bir köleyi bize tercih etti” diye düşündüler. İşte bunun üzerine yukarıda geçen Hucurât Sûresi’nin 13. âyet-i kerimesi nâzil oldu. Onlara, bütün insanların aynı anne babanın evlâtları olduğu hatırlatılarak faziletin takvâ ile ölçüldüğü ve takvânın ne kadar üstün bir haslet olduğu anlatıldı.[91]

Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Asıl birr (iyilik ve hayrın kemâli), gerçek takva sahibi olan kimsenin davranışıdır.” (el-Bakara 2/189)

2.2. Takvâ’ya Nâil Olabilmek İçin

Yukarıdaki âyet-i kerîmeler, mü’minler için en faydalı hasletin takvâ olduğunu göstermektedir. Ancak, takvâya nâil olabilmek için de insanda bir azim ve gayretin olması zarûrîdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a) buna işaretle:

“Günahlardan korunmaya çalışmayan kimse, korunup takvâya erdirilmez” buyurmuştur.[92]

Hz. Ömer’in takvâya erme husûsundaki gayretini Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“Ömer bin Hattab’ın sesini işittim. Hemen yanına çıktım. Bu esnâda o da bir bahçeye girmişti. Aramızda bir duvar vardı. Bahçenin içinde kendi kendine şu telkini yaptığı işitiliyordu:

«Ömer bin Hattab, Mü’minlerin Emîri! Bak dikkat et, dikkat et!.. Vallâhi ya Allah’a karşı takvâ sahibi olursun ya da sana azap eder».”[93]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu hususta bize bâzı duâlar da tâlim etmişlerdir. O:

“Allah’ım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim!” diye Allah’a yalvarırlardı.[94]

Yolculuğa çıkarken:

“…Ey Allah’ım! Biz, bu yolculuğumuzda senden iyilik ve takvâ, bir de râzı olacağın ameller işlemeyi nasip etmeni dileriz” diye dua ederlerdi.[95]

Kendileri takvâ mertebelerine ulaşmaya gayret eden mü’minler, diğer kardeşlerinin de böyle güzel bir hayatı öğrenip yaşamalarına yardımcı olmalıdırlar. Yani mü’minler, elbirliğiyle takvâya sarılmalı, takvâyı öğrenmeli, takvâyı yaşamalı ve takvâyı yaşatmalıdırlar. Yüce Rabbimiz şu tavsiyede bulunur:

“…İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın! Allah’a karşı takvâ sahibi olun! Çünkü Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.” (el-Mâide 5/2)

2.3. Takvâ’nın Faydaları

Takvâ, insanı Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine nâil eyler. İnsan, kalbini takvâ hissiyâtı ile doldurup amellerini takvâ üzere yaparsa Allah Teâlâ’nın sevdiği bir kul hâline gelir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Her kim ahdine vefâ gösterir ve takvâ sahibi olursa, şüphe yok ki Allah müttakîleri sever.” (Âl-i İmrân 3/76. Krş. et-Tevbe 9/4)

Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî (r.a), Uhud’da Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı takip için müslümanları dâvet ettiğini işittikleri zaman:

“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah (s.a.v)’in bulunduğu bir seferi de kaçırmak istemeyiz” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Allah Rasûlü’nün yanından ayrılmadılar.[96] Onlar gibi böylesine büyük fedakârlıklar sergileyen başka sahâbîler de vardı. Cenâb-ı Hak, bu mübârek sahâbîleri iltifât-ı ilâhîsine mazhar kılarak şöyle müjdeledi:

“Yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in emrine icâbet edenler; mü’minler içinde bilhassa böyle ihsân ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir ecir vardır.” (Âl-i İmrân 3/172)

Cenâb-ı Hak, takvâ sahibi kullarıyla beraberdir. Âyet-i kerimelerde bu husus tekrar tekrar hatırlatılır ve:

“Allah’a karşı takvâ sahibi olun ve şunu bilin ki Allah Teâlâ müttakîlerle beraberdir” buyrulur.[97]

Cenâb-ı Hak bir kulunu sevip onunla beraber olduğunda, onun gören gözü, konuşan dili, işiten kulağı, akleden kalbi, tutan eli, yürüyen ayağı olur[98], onu akla hayâle gelmeyen maddî-mânevî nîmetlerle rızıklandırır ve bütün işlerini âsân eyler. Ona basîret ve firâset ihsân eder. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (el-Aʻrâf 7/201)

“Ey îmân edenler! Eğer Allah’a karşı takvâ sahibi olursanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış (furkân) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi mağfiret eder. Allah büyük lûtuf sahibidir.” (el-Enfâl 8/29)

Büyük müfessir Mücâhid, bu âyette geçen “furkân”ı, “dünya ve âhirette çıkış yolu verir”[99] diye tefsir ederken, Tüsterî (ö. 283/896), “dinde bir nûr verir, sizi hak ile batıl arasındaki şüphelerden kurtarır” manasını vermiştir.[100] Kelbî (ö. 146/763) “size bir basîret verir” diye açıklamıştır.[101]

Kuşeyrî (ö. 465/1072) âyette geçen furkān’ı, hak ile batılı ayıran bol ilim ve kuvvetli ilham diye tefsir ederek, âlimlerin furkānının burhandan (delilden) geldiğini, âriflerin furkānının ise ilâhî bir mevhibe olduğunu, âlimlerin bunu çalışarak elde ettiklerini, âriflere ise Rablerinin cömertliği gereği ihsan edildiğini söylemiştir.[102]

İbn Cüzey (ö. 741/1340) furkān’ın hak ile batıl arasındaki ayrım olduğunu söyledikten sonra “Bu, takvanın kalbi nurlandırdığına, sadra inşirah verdiğine, ilmi ve marifeti artırdığına bir delildir” açıklamasını yapar.[103]

Hâzin (ö. 741/1341) bu âyeti, “Kalbinize bir nûr ve tevfîk verir, onunla hak ile batılın arasını ayırırsınız” şeklinde açıklar.[104]

İbn Kesîr (v. 774/1373) furkān’ın farklı manalarını verdikten sonra şöyle der: İbn İshâk’tan gelen şu tefsir öncekilerden daha umumîdir ve onların hepsini gerektirir: Kim Allah’ın emirlerini yaparak ve yasaklarını terkederek ondan sakınırsa (takvâ), hakkı tanıyıp batıldan ayırmaya muvaffak kılınır. Bu da onun zafer kazanması, kurtulması, dünya işlerinden bir çıkış yolu bulması, kıyamet günü saadete ermesi, günahlarının silinip insanlardan örtülmesi ve Allah’ın bol sevabına nail olmasının sebebidir. Zira Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler; Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[105]

Ebû Zer (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) bir gün:

«–Ben öyle bir âyet biliyorum ki, şayet insanların tamamı onunla amel etseydi, hepsine de kâfi gelirdi» buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:

«–Ey Allah’ın Rasûlü, bu hangi âyettir?» diye sordular. Allah Rasûlü r:

«Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış ve kurtuluş yolu ihsan eder»[106] âyetini tilâvet buyurdular.”[107]

Cenâb-ı Hak, bunun akabinde gelen âyetlerde takvâ sahiplerine lûtfedeceği ihsanları şöyle zikreder:

(Kim takvâ sahibi olursa, Allah Teâlâ) onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (et-Talâk 65/2-3)

“…Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. İşte bu, Allah’ın size indirdiği buyruğudur. Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını artırır/çok büyük ecirler ihsân eder.” (et-Talâk 65/4-5)

Dünya hayatındaki bereketler de takvâya bağlıdır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Eğer o memleketlerin ahâlisi îmân edib Allah’a karşı takvâ sahibi olsalardı mutlakâ üzerlerine yerden ve gökten bereketler açardık. Lâkin yalanladılar, biz de yaptıkları yüzünden onları yakalayıverdik.” (el-Aʻrâf 7/96)

Âyet-i kerîmelerde, takvâ ehline bahşedilecek başka mükâfâtlardan da bahsedilir. Bunlar:

Cenâb-ı Hakk’ın medh ü senâsına,[108] dostluğuna,[109] rahmetine[110] ve düşmanlara karşı yardımına[111] nâil olmak, Amellerin ıslah edilerek günahların bağışlanması[112], Âhiretin korku ve hüzünlerinden kurtulup ölüm anında müjdeyle karşılanmak[113], Cehennem azabından kurtulup[114] cennette ebedî saâdete vâsıl olmaktır.[115] Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“İnsanın cennete girmesine en çok sebep olan şey, onun Allah’a karşı takvâ sahibi olmasıdır.”[116]

Allah Teâlâ takvâ sâhibi kullarına Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok müjdeler vermiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Dünya ve âhirette ikramlara mazhar olmak,[117] Allah’ın yardımına nâil olup zaferler kazanmak,[118] ilim ve hikmet sahibi olmak,[119] günahların örtülmesi, ecrin büyük olması, işlerin kolaylaşması, üzüntü ve sıkıntıdan çıkış, emniyet ve rahatlık içinde bol rızka nâil olmak,[120] mağfiret ve rahmet,[121] azap ve cezadan kurtuluş,[122] başarıya erme ve korunma, Allah’ın onun sâdıklar zümresinden olduğuna şâhitlik etmesi,[123] Allah katında en değerli kul olma,[124] Allah’ın muhabbetine nâiliyet,[125] felâha ermek,[126] Allah’a vâsıl olmak ve O’na yakınlık kazanmak,[127] çektiği sıkıntıların ecrine nâil olmak,[128] sadaka ve hayırlarının kabul edilmesi,[129] kalp safâsı ve seçkin kullardan olmak,[130] kulluğun kemâline ulaşmak,[131] cennetleri ve pınarları kazanmak,[132] emîn bir makâma ulaşmak, âhiret sıkıntılarından emîn olmak,[133] insanlardan üstün olmak ve izzet sahibi olmak,[134] cezalandırma korkusundan ve hüzünden kurtulmak,[135] gencecik ve aynı yaşta zevceler,[136] Cenâb-ı Hakk’a yakınlık, ona kavuşmak ve O’nu görmek (kurb, likâ ve rü’yet).[137]

Rabbimizʼin katında âhiret saadeti, müttakîlere mahsustur.[138] Cennetler, pınarlar, nehirler, gölgeler ve her türlü nîmetler onlar için hazırlanmıştır.[139] Allah Teâlâ cennetlerde takvâ ehline bahşedeceği idrâk ötesi makamları şöyle tasvir eder:

“Allah’a saygısızlıktan sakınanlar ise Rablerinin kendilerine verdiklerini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar daha önce güzel davranışlar içindeydiler. Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı. Seher vakitlerinde Rablerinden bağışlanmalarını dilerlerdi. Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı.” (ez-Zâriyât 51/15-19)

“Şüphesiz müttakîler cennetlerde ve ırmak kenarlarında nûr içindedirler. Kudretine nihâyet olmayan padişahlar padişahının yüce huzûrunda doğrulara has sadâkat meclisindedirler.” (el-Kamer 54/54-55)

“Şüphesiz (o gün) takvâ sahipleri, gölgeliklerde ve pınar başlarında, canlarının çektiğinden çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır. (Kendilerine:) «İşlediklerinizin karşılığı olarak şimdi âfiyetle yeyin için» (denir). İşte, biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız. O gün, (hakikatleri) yalan sayanların vay haline!” (el-Mürselât 77/41-45)

Takvâ ehli mü’mini Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de sever. Nitekim O şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.”[140]

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allah’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.”[141]

O hâlde dünyada bereketlere nâîl olmak, âhirette cehennemden kurtulup ebedî cennet nîmetlerine nâîl olmak takvâ ile mümkün olabilmektedir. Yani Allah’ın farzlarına, Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesine hassâsiyetle sarılmaya, geçmiş günâhlar sebebiyle Allah’tan korkarak tevbeye koşmaya ve ömrün kalan kısmını dikkatli yaşamaya bağlıdır.

Yüce Rabbimiz bütün bunları öz olarak şöyle ifâde buyurur:

“Her kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na karşı takvâ sahibi olursa, işte asıl kazananlar bunlardır.” (en-Nûr 24/52)

3. İhsân

“İhsân” kelimesi lugatta iki şekilde kullanılır. Birincisi “ahsenehû”dur ki, bir şeyi güzel yapmak, bir şeyi bildiğinde iyi bilmek ve bir şey yaptığında güzel yapmak demektir. İkincisi de “ahsene ileyhi”dir ki, ona iyilik etti demektir.[142] Lisânımızda ihsân bu ikinci mânâda meşhurdur.

Allah Rasûlü (s.a.v) ilk mânâdaki ihsânı, “Sanki O’nu görüyormuşsun gibi Allah’a ibadet etmen”[143] diye tefsir etmişlerdir. Yani bu şekilde ihsân, “vazifeyi en güzel şekilde yapmak” demektir. Yine bu mânâda Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Allah her şeyi en güzel şekilde yapmayı emretmiştir. Öldürdüğünüzde bile en güzel tarzda öldürünüz! Kestiğiniz zaman da kesmeyi en iyi şekilde yapı­nız! Her biriniz bıçağını bilesin ve hayvanını rahatlatsın!”[144]

İkinci mânâdaki ihsân da “kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen”[145] hadis-i şerifi ile tefsir edilmiştir.

İhsân; îmân ve İslâm ile berâber kullanıldığında murâkabe ve güzel bir şekilde itaat etme mânâlarını ifâde eder. Cibrîl hadîsindeki ihsân bu nevîdendir. Mutlak olarak kullanıldığında ise, güzel davranış, fiil ve hareket mânâsına gelir.

Tehânevî de ihsânın ıstılâhî olarak şu üç mânâdan birinde kullanıldığını bildirir:

– Bir şeyin tab’a uygun olması, nefret uyandıran bir şey olmaması.

– Bir şeyin kemâl sıfatı ile muttasıf olması, noksanlık ifâde eden bir sıfatta olmaması. İlim ve cehl gibi.

– Bir şeyin medhe

KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/kurani-kerimin-icerdigi-konular-ana-konulari-nelerdir-kuranin-muhtevasi.html

İçeriği Oyla
E-bültene Abone Ol Merak etmeyin. Spam yapmayacağız.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hızlı yorum için giriş yapın.

Başka Yazı Yok

Giriş Yap

VEYA
close

Subscribe