Kabir Hayatı

Kabir Hayatı

Berzah alemi nedir? Berzah aleminde hayat nasıl olacak? Öldükten sonra mezarda neler yaşanacak? Kabir ziyaretinde neler yapılır? Ölüye hangi hayırlar yapılmalı? Ölüler işitir mi? Kabirde sorulacak sorular neler?

Ölen kişi gideceği yeri görür mü? Kabir ölüyü neden sıkar? Kabir azabına neden olan günahlar neler? Kabir azabından kurtulmak için neler yapmalı? Kabir azabından koruyan sureler nelerdir? Kabir nimetleri neler? Kabir azabı nasıl yaşanacak? Kimlerin bedeni çürümez? Ölünün ardından yapılacak ameller neler? Ölünün ardından yapılan yanlışlar neler? Ölüler ile ilgili hurafeler neler? Kabir ve türbe ziyaretlerinde yapılan yanlışlar neler? Ahiretin ilk durağı: kabir hayatı (berzah alemi) ile ilgili merak edilen tüm soruların cevabı haberimizde…

Kabir hayatı, insanın ölümüyle başlayıp mahşerdeki dirilişine kadar devam edecek olan “Berzah Hayatı”nı ifâde etmektedir. Bu hakîkat, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilmektedir:

“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında; «–Rabbim! Beni geri gönder. Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih ameller işleyeyim.» der. Hayır! Bu, onun ağzından çıkan (boş) bir lâftan ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, bu dünyaya dönmelerine mânî olan) bir berzah (perde) vardır.” (el-Mü’minûn, 99-100)

İNSANIN EN SON GİYSİSİ: KEFEN

İnsan, bu fânî dünyada nasıl ve ne kadar yaşarsa yaşasın, sayılı nefeslerini tükettikten sonra, mutlakâ diğer bir âlem olan kabrin yolcusu olacaktır. Bu yolculukta da yanında götürebildiği tek dünyâlık, sadece birkaç metre kefen bezidir.

Dolayısıyla fânî hayat çarşısının en son giysisi olan kefen, bir gün mutlakâ herkesi saracak ve ölüm vâkıası, bütün fânî alışverişlere, zevklere, câzibelere ve aldatıcı yaldızlara iptal mührünü vuracaktır!.. Neticede insanın bedeni, kendisinden yaratıldığı toprağa geri dönecektir.

İnsanın bedeni, rûhuna bir kılıf mâhiyetindedir. Yeniden dirilişin gerçekleşeceği kıyâmet gününde, bu rûha yeni bir beden giydirilecektir. Bu bedenin keyfiyeti de, dünyada iken rûhun kazandığı mânevî seviyeye göre tezâhür edecektir.

Mevlânâ Hazretleri bu hakîkate işaretle şöyle der:

“Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini aşırı besleyen kimse, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”

“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere/ukbâ âlemine güçlü-kuvvetli gitsin!”

Son nefeste, nasıl ki ebedî hayatın saâdet mi, felâket mi olacağına dâir ilk emâreler görülmeye başlarsa, âhiret menzillerinin ilki olan kabir hayatı da bu hususta en mühim ikinci merhaleyi teşkil eder.

AHİRETİN İLK DURAĞI: KABİR

Nitekim Hazret-i Osman’ın âzatlı kölesi Hânî şöyle nakleder:

Hazret-i Osman, bir kabrin yanında durunca sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Bir defasında kendisine:

“–Cennet ve Cehennem hatırlatılınca ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca niçin ağlıyorsun?” diye sordular. Hazret-i Osman şu mukâbelede bulundu:

“–Çünkü Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim:

«Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi ondan kurtulabilirse, sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonraki menziller kabirden daha zor ve daha şiddetlidir… Gördüğüm manzaraların hiçbiri, kabir kadar korkutucu ve dehşet verici değildi!»” (Tirmizî, Zühd, 5/2308; Ahmed, I, 63- 64)

KABİR ZİYARETİNDE NELER YAPILIR?

Kabirdeki meyyit, bir nevî denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Anasından, babasından, kardeşinden, samimî ve sâdık arkadaşından duâ bekler. Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için, dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevindirici olur.

Bu sebeple bir müʼmin kabristana gittiğinde, önce kabir halkına selâm vermeli, onlar için duâ etmeli, mümkün olduğunca Kur’ân-ı Kerîm okumalı ve bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmelidir. Nitekim Hak dostlarından Hâtem-i Esam Hazretleri:

“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendi (âkıbeti)ni tefekkür etmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihânet etmiş sayılır.” buyurmuştur.[1]

Büyük İslâm âlimi Süfyan bin Uyeyne  Hazretleri de şöyle nakletmiştir:

“Ölülerin duâya olan ihtiyacı, dirilerin yiyeceğe ve içeceğe olan ihtiyacından daha fazladır.”[2]

ÖLÜYE HANGİ HAYIRLAR YAPILMALI?

Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka verip infakta bulunmaktır.

ÖLÜLER İŞİTİR Mİ?

Nitekim Ehl-i Sünnet inancına göre, ölen bir kimse, işitir, hisseder ve şuur sahibidir. Yapılan hayırlardan istifâde eder ve sevinir. Şerlerden de eziyet görür ve üzülür. Yani insan, bedeniyle ölür, rûhuyla değil.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Hayatım sizin için hayırlıdır; bazı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Yine Efendimiz Vedâ Hutbesi’nde bizlere şöyle seslenmektedir:

“Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!”[3]

Yani ümmeti olarak bizlerin yaptığı her amel, Peygamber Efendimiz’e arz edilmektedir. Gönderdiğimiz her selâm, kendilerine ulaştırılmaktadır.[4]

ÖLÜLERİN DUASI

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise, yaptığımız amellerin âhirete irtihâl etmiş olan hidâyet ehli yakınlarımıza da arz edileceği şöyle haber verilmektedir:

“Sizin amelleriniz, akrabalarınızdan ve kabilenizden vefât edenlere arz edilir. Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler. Hayırlı değilse; «Allâh’ım, bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden canlarını alma!» diye duâ ederler.” (Ahmed, III, 164; Taberânî, Kebîr, IV, 129/3887)

Velhâsıl kabir, fânî ömrünü nefsânî arzularının peşinde ziyan edenlerin büyük mahrûmiyet ve meşakkatlerinin başladığı ilk noktadır. Buna mukâbil, ömürlerini Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde geçirenlerin de sonsuz bahtiyarlığının başladığı ilk merhaledir.

RAHATA ERMİŞ YA DA KENDİSİNDEN KURTULUNMUŞ KİMSE

Bir gün Efendimiz’in önünden bir cenâze geçmişti. Efendimiz, etrafındaki ashâbına -cenâzeyi kastederek-:

“–Rahata ermiş ya da kendisinden kurtulunmuş!” buyurdular. Bunu anlamayan bazı kimseler:

“–Ey Allâh’ın Elçisi, «rahata ermiş ya da kendisinden kurtulunmuş» ifâdesinden kastınız nedir?” diye sordular. Allah Resûlü

“–Mü’min bir kul, (vefâtıyla) dünyanın meşakkatinden ve sıkıntılarından (kurtulup) Allâh’ın rahmetine kavuşarak rahatlar. Fâcir (yani günahkâr ve fitneci) bir kul(un ölümü sebebiyle de) insanlar, beldeler, bitkiler ve hayvanlar (onun şerrinden kurtularak) rahata ererler.” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 42)

KABİR SORUSU

Bu cihan dershânesinde kulluk imtihanına tâbî tutulan her insan, sayılı nefeslerini tamamladıktan sonra gireceği kabrinde, muhakkak sorguya çekilecektir. Kabre girmeyip ateşte yanmış, suda boğulmuş veya sahrâda kurt-kuş yemiş kişiler dahî, berzah âlemine ulaşıp sorgu-suâlden geçecektir.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Mü’min, kabrinde (hesâba çekilmek üzere) oturtulduğunda, ona melekler gelir. Sonra o mü’min, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Resûlü olduğuna şehâdet eder. İşte bu hâl, Cenâb-ı Hakk’ın şu kavl-i şerîfinde bahsedilen durumdur:

«Allah Teâlâ sağlam sözle îmân edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zâlimleri ise Allah Teâlâ saptırır. Allah dilediğini yapar!» (İbrahim, 27)” (Buhârî, Cenâiz 87, Tefsîr 14/2)

Hazret-i Osman’ın rivâyetine göre, Resûlullah Efendimiz bir ölü defnedildikten sonra kabri başında durmuş ve şöyle buyurmuştur:

“Kardeşinizin bağışlanmasını isteyiniz ve Allah’tan ona muvaffakıyet dileyiniz. Çünkü o, şu anda sorgulanmaktadır.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 69)

İnsan, kendisi için meçhul olan konularda dâimâ büyük bir tedirginlik ve endişe içindedir. Bu endişelerin gönüllerde nüksettiği hususlardan biri de, hiç şüphesiz ki kabir hayatıdır. Zira insan, toprak altı mâcerâsına vâkıf değildir. Ancak Peygamber Efendimiz; “Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukur.”[5] olacağını ifâde buyurduğu kabir hakkında, tafsîlatlı bilgiler de vermiştir. Nitekim Hazret-i Esma şöyle der:

“Resûlullah bir defasında hutbe îrâdına başlamış ve kişinin kabirde görüp geçireceği sorgu ve sualleri anlatmıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz kabir ahvâlini böyle tafsîlâtıyla anlatınca Müslümanlardan müthiş bir feryat yükseldi ve hep birden yüksek sesle ağlamaya başladılar.” (Buhârî, Cenâiz, 87)

Şu nebevî ifâdeler de, Peygamber Efendimiz’in kabir ahvâline dâir tafsîlat verdiği hadîs-i şerîfler cümlesindendir:

Hazret-i Enes’in naklettiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kul kabrine konulup, yakınları da arkalarını dönüp gidince (ki bu esnâda kabirdeki cenâze, dönüp giden insanların ayak seslerini işitir) yanına iki melek gelir. Onu oturtup:

«–Muhammed diye bilinen O zât hakkında ne diyordun?» diye sorarlar. Mü’min kimse bu soruya:

«–Şehâdet ederim ki O, Allâh’ın kulu ve Resûl’üdür!» diye cevap verir. Ona:

«–Cehennem’deki yerine bak! Allah orayı senin için Cennet’teki bir mekân ile değiştirdi.» denilir. (Adam bakar ve) her ikisini de görür. Hazret-i Katâde der ki:

“Bize nakledildiğine göre; ona kabri yetmiş zirâ‘[6] genişletilir ve ter ü tâze nîmetlerle doldurulur. Yeniden dirilinceye kadar, böyle lûtuf ve ihsanlar içinde bulunur.”[7]]

Eğer ölen kâfir ve münâfık ise (meleklerin suâline):

«–Bilmiyorum. İnsanlar ne diyorsa ben de onlar gibi söylüyordum!» diyerek cevap verir. Kendisine:

«–Öğrenmedin, anlamadın, bir bilenin peşinden de gitmedin!» denilir.

Sonra kulaklarının arasına demirden bir çekiç ile vurulur. Bu darbenin acısıyla öyle bir çığlık atar ki, sesini (insan ve cinlerden ibâret olan) iki âlem hâricinde, etrafındaki her şey işitir.” (Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 78/3231; Nesâi, Cenâiz, 110; Tirmizî, Cenâiz, 70/1071)

Diğer bir rivâyette, gelen bu iki meleğin renklerinin simsiyah, gözlerinin gök mavisi, isimlerinin de Münker ve Nekîr olduğu ifâde buyrulmuştur.

KABİRDE SORULACAK SORULAR

Yine bir başka hadîs-i şerîfte de Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Meyyit mezara konulur. Sâlih bir zât ise kabrinde endişesiz ve korkusuz bir şekilde oturtulur ve:

«–Sen hangi dinde idin?» diye sorulur. O:

«–Ben İslâm dîninde idim.» diye cevap verir. Sonra:

«‒Şu zât kimdir?» diye (Resûlullah hakkındaki îtikādı ve kanaati) sorulur. O da:

«–Muhammed, Allâh’ın Resûlü’dür. O, bize Allah katından apaçık deliller getirdi. Biz de O’nu tasdik ettik.» diye cevap verir. Daha sonra:

«–Sen Allah Teâlâ’yı gördün mü?» diye sorulur. O da:

«–Hiç kimse Allah Teâlâ’yı (dünyada) göremez!» diye cevap verir.

Daha sonra onun için Cehennem tarafına bir pencere açılır. Ölü ona bakarak Cehennem alevlerinin (şiddetli hararet ve sıkışıklık sebebiyle) birbirini kırıp geçirdiğini görür. Ona:

«–Allah Teâlâ’nın seni koruduğu ateşe bak!» denilir.

Sonra onun için Cennet tarafına bir pencere açılır. Cennet’in süslerine ve nîmetleri­ne bakmaya başlar. Kendisine:

«–İşte bu güzel yer, senin makâmındır.» denildikten sonra:

«–Sen (dünyada) yakînî îmân üzere idin, bu sağlam îmân üzere öldün ve (kıyâmet günü) inşâallah bu îmân üzere diriltileceksin.» denilir.[8]

Kötü kişi de dehşet ve korku içinde mezarında oturtulur ve ken­disine:

«–Sen hangi dinde idin?» diye sorulur.

«–Bilmiyorum.» diye cevap verir. Sonra:

«–Şu zât kimdir?» diye (Resûlullah hakkındaki îtikādı ve kanaati) sorulur. O da:

«–İnsanlar O’nun hakkında bir şeyler söylüyorlardı, ben de onu söyledim.» der. (Yani dînî konularla pek alâkası olmadığını, kalabalığa uyup insanları körü körüne taklit ettiğini dile getirir.)

Cennet tarafına bir pencere açılır. Cennet’in süslerine ve nîmetlerine bakmaya başlar. Kendisine:

«–(Îmân etmediğin için) Allâh’ın senden uzaklaştırdığı Cennet’e bak!» denilir.

Daha sonra onun için Cehennem tarafına bir pencere açılır. Oraya bakar, alevlerin birbirini kırıp geçirdiğini görür. Ona:

«–İşte bu, senin yerindir. (İslâm hakkında) şüphe üzere yaşadın, şüphe üzere öldün ve inşâallâh, (kıyâmet gününde) şüphe üzere diriltileceksin!» denilir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 32. Ayrıca bkz. Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70)

ÖLEN KİŞİ GİDECEĞİ YERİ GÖRÜR MÜ?

Diğer bir hadîs-i şerîfte de, vefât eden kimseye, şayet Cennet ehlinden ise Cennet ehlinin makamlarından bir makam, Cehennem ehlinden ise Cehennem’in hücrelerinden birinin gösterileceği ve kendisine şöyle denileceği haber verilmiştir:

“Burası senin (müstakbel ve ebedî) durağındır. Kıyâmet günü Allah seni buraya gönderecektir.” (Buhârî, Cenâiz 90)

“…Yeniden diriltilip oraya varıncaya kadar bu şekilde makâmı kendisine gösterilir.” (Buhârî, Rikāk, 42)

Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz, insanların kabirlerinde îman imtihanına tâbî tutulacağını ve kendilerine bazı sualler sorulacağını haber vermiş ve;

“Bana, sizin kabirde Deccâl fitnesi gibi (veya) ona yakın büyüklükte bir imtihana tâbî tutulacağınız vahyedildi.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Vudû’, 37)

Bu hadîs-i şerîfiyle Efendimiz, kabir suallerinin şiddet ve dehşetine dikkat çekmişlerdir.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN CENAZE DUASI

Vâsile ibnü’l-Eskda şöyle nakletmektedir:

Resûlullah, bize Müslümanlardan birinin cenâze namazını kıldırmıştı. Sonrasında Efendimiz’in şöyle duâ ettiğini duydum:

“Allâh’ım! Falan oğlu falan Sana emanettir ve Sen’in himayen altındadır. Artık onu kabir fitnesinden ve Cehennem azâbından koru. Sen sözünde duran ve hamde lâyık olansın.

Allâh’ım! Onu bağışla ve ona rahmet et. Şüphesiz bağışlayan ve merhamet eden Sen’sin…” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 56; İbn-i Mâce, Cenâiz, 23)

İBADET NEDEN EDİLİR?

Bir kimsenin, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine nâil olması ne büyük bir saâdettir. Nitekim dostlarından biri Mâruf-i Kerhî Hazretlerine:

“–Ey Mâruf! Seni bu derece ibadete sevk eden nedir?” diye sormuştu. Hazret sükût etti. Arkadaşı ısrar ederek:

“–Ölümü hatırlamak mı?” dedi.

Mâruf-i Kerhî:

“–Ölüm dediğin nedir ki?” sözleriyle cevap verdi.

“–Kabir ve âlem-i berzahı düşünmek mi?”

“–Kabir dediğin nedir ki?”

Arkadaşı yine ısrar ederek:

“–Cehennem korkusu veya Cennet ümîdi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Mâruf-i Kerhî Hazretleri şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Bunlar da nedir ki?!. Bu saydığın şeylerin hepsini elinde tutan Zât-ı Kibriyâ öyle yüce bir Rab’dır ki, eğer O’na karşı derin bir muhabbet ve iştiyâka sahip olabilirsen, bu dediklerinin hepsini sana unutturur. Allah ile aranda bir mârifet, bir muhabbet meydana gelir ve bu sâyede O, saydıklarının hepsinden seni kurtarır!”[9]

KABİR AZABI

Duyu organları ve akıl yoluyla idrâk edilemeyen, ancak vahiy yoluyla sâbit olan gaybî mevzulardan biri de “kabir azâbı”dır. Kabir azâbı; Allâh’ın emirlerine uymayan insanın ölümünden kıyâmete kadar geçecek olan bekleme safhasında göreceği azaptır. Bazı hadîs-i şerîflerde bu azaptan, “kabir fitnesi” tâbiriyle de bahsolunmaktadır.

Nitekim Sa‘d ibn-i Ebî Vakkas’ın rivâyetine göre Resûlullah Efendimiz namazlardan sonra şu duâyı okuyarak Allâh’a sığınmışlardır:

“Allâh’ım! Korkaklıktan, cimrilikten Sana sığınırım. Erzel-i ömürden (ihtiyarlık bunamasından) Sana sığınırım. Dünya fitnesinden Sana sığınırım. Kabir fitnesinden Sana sığınırım.” (Buhârî, Cihâd 25, Deavât 37, 41, 44)

Kabir azâbıyla alâkalı olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…O zâlimler, ölümün (boğucu) dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara; «Haydi canlarınızı kurtarın! Allâh’a karşı doğru olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirmenizden ötürü, bugün aşağılayıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız!» derken onların hâlini bir görsen!” (el-Enʻâm, 93)

“O zâlimlere, âhiret azâbından evvel başka bir azap daha vardır; lâkin pek çoğu bilmez.” (et-Tûr, 47)

“Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medîne halkından birtakım münâfıklar vardır ki, münâfıklıkta mahâret kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, Biz biliriz onları. Onlara iki kez azâb edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azâba itileceklerdir.” (et-Tevbe, 101)

Ehl-i sünnet âlimlerine göre; Firavun ve taraftarlarının sabah-akşam ateşe arz edileceğini, kıyâmet gününde de en şiddetli azâba mâruz bırakılacaklarını[10] ve Nuh kavminin suda boğulmasının ardından ateşe atıldığını[11] bildiren âyet-i kerîmeler, kabir azâbına âit delillerdendir.

Hadîs-i şerîflerde de; gıybet ve dedikodu yapmanın,[12] ölüye ağıtlar yakarak ağlamanın,[13] borçlu olarak ölmenin,[14] yalan söylemek, zinâ etmek, fâiz yemek ve içki içmek[15] gibi haram fiillerin, kabir azâbına sebep olduğu bildirilmektedir.

Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle buyurmuştur:

Resûlullah Efendimiz’in, namaz kılıp da kabir azâbından Allâh’a sığınmadığını hiç görmedim.” (Buhârî, Cenâiz, 87)

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Cuhayfe, Berâ bin Âzib ve Ebû Eyyûb el-Ensârî şöyle buyurmuşlardır:

“Bir gün Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Güneş battıktan sonra (Medîne hâricine) çıkmıştı. Bir ses işitti ve:

«‒Yahudîler, kabirlerinde azap görüyorlar.»” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Cennet, 69)

Burada şöyle bir sual akla gelebilir:

“Biz kabrinde azap gören bir ölüde hiçbir iz ve emâre görmüyoruz! Meselâ o kabrinde nasıl oturtuluyor, kendisine nasıl suâl soruluyor ve bazılarına demirden bir çekiçle nasıl azap ediliyor?”

Buna cevâben denilebilir ki:

“Bu aslâ imkânsız değildir. Zira dünyada da bunun bir benzeri vardır. Nitekim uyuyan kişi, rüyasında gördüğü şeylere göre lezzet veya elem duyar ama yanındaki kimse onun yaşadığı bu elem ve lezzetten hiçbir şey hissetmez. Aynı şekilde uyanık olan bir kişi, işittiği bir söz veya içinden geçen bir düşünce sebebiyle heyecan yahut üzüntü duyar ama yanındaki arkadaşı bunu müşâhede edemez.”[16]

ALLAH’A SIĞININ

Zeyd bin Sâbit anlatıyor:

Resûlullah Efendimiz Neccâroğulları’na ait bir bahçede bulunuyordu. Katırının üzerindeydi. Biz de yanındaydık. Katır âniden ürktü, neredeyse Efendimiz’i sırtından yere atacaktı. Bir de baktık ki önümüzde altı, beş veya dört tane kabir var.

Allah Resûlü:

«‒Bu kabirlerin sahiplerini kim biliyor?» diye sordular. Orada bulunan sahâbîlerden biri:

«‒Ben biliyorum!» deyince, Efendimiz:

«‒Ne zaman öldü onlar?» diye suâl ettiler. Sahâbî:

«‒Şirk devrinde öldüler.» dedi. Efendimiz:

«‒Bu ümmet, kabirlerinde iptilâya mâruz kalacak (hesap ve azap görecek)! Birbirinizi defnetmeyeceğinizden korkmasaydım, işitmekte olduğum kabir azâbını size de duyurması için Allâh’a duâ ederdim!» buyurdular. Sonra mübârek yüzüyle bize dönüp:

«‒Cehennem azâbından Allâh’a sığının!» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«–Cehennem azâbından Allâh’a sığınırız!” dediler. Allah Resûlü:

«‒Kabir azâbından Allâh’a sığının!» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«–Kabir azâbından Allâh’a sığınırız!» dediler. Allah Resûlü:

«‒Fitnelerin açığından ve gizlisinden Allâh’a sığının!» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«–Fitnelerin açığından ve gizlisinden Allâh’a sığınırız!» dediler. Allah Resûlü:

«‒Deccâl’in fitnesinden Allâh’a sığının!» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«‒Deccâl’in fitnesinden Allâh’a sığınırız!» dediler.” (Müslim, Cennet, 67)

KABİR AZABINA NEDEN OLAN İKİ GÜNAH

İbn-i Abbâs şöyle anlatır:

Resûlullah Efendimiz Medîne-i Münevvere’nin bahçelerinden birinden çıktığı esnâda, kabirlerinde azap gören iki kişinin sesini işitti. Bunun üzerine:

«Bu ikisi, kendilerince büyük olmayan birer günah sebebiyle azap görüyorlar. Aslında günahları gerçekten büyük idi. Biri idrarından sakınmaz, diğeri de söz taşır, dedikodu yapardı.» buyurdular.

Sonra yaş bir hurma dalı istediler. Onu iki parçaya ayırıp, birini bir kabrin, diğerini de öbür kabrin başına diktiler ve:

«Kurumadıkları müddetçe azaplarının hafifletilmesi umulur.» buyurdular.” (Buhârî, Edeb 49, Vudû 55-56, Cenâiz 82)[17]

Sahâbeden Ebu’d-Derdâ’nın buyurduğu gibi:

“Ey kabir! Dışın ne kadar sessiz, fakat için ne dehşet verici korkularla dolu!..”

KABİR ÖLÜYÜ NEDEN SIKAR?

Câbir bin Abdullah anlatıyor:

Saʻd bin Muâz vefât ettiğinde Resûlullah ile beraber gittik. Peygamber Efendimiz cenâze namazını kıldırdıktan sonra Saʻd kabrine kondu ve üzeri toprakla örtülüp düzeltildi. Bundan sonra Resûlullah tesbihatta bulundu. Biz de O’nunla birlikte uzun müddet tesbihatta bulunduk. Sonra tekbir getirdi. Biz de tekbir getirdik. Daha sonra:

«‒Yâ Resûlâllah! Niçin tesbih ettiniz ve tekbir getirdiniz?» diye sorulunca:

«‒Allah ona genişlik verinceye kadar, kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı!» cevâbını verdiler.” (Ahmed, III, 360, 377)

İbn-i Abbas da şöyle nakleder:

Saʻd bin Muâz defnedildiği gün Peygamber Efendimiz onun kabri başında otururken şöyle buyurdular:

«Kabrin fitnesinden veya suâlinden kurtulacak biri olsaydı, Saʻd bin Muâz kurtulurdu. Ancak kabir onu önce sıktı, sonra da Allah Teâlâ ona genişlik lûtfeyledi».” (Taberânî, el-Muʻcemu’l-Kebîr, X, 334; Heysemî, III, 46)

KABİR AZABINA NEDEN OLAN GÜNAHLAR

Hangi günahın, kabirde kişiyi nasıl bir azâba dûçâr edeceğini beyân eden bir hadîs-i şerîfi, Semüre bin Cündeb şöyle rivâyet etmektedir:

Resûlullah Efendimiz ashâbına:

“Rüyâ göreniniz var mı?” diye sorup, “gördüm” diyenin rüyâsını, Allâh’ın dilediği şekilde tâbir ederlerdi. Bir sabah bize şöyle buyurdular:

“Bu gece rüyamda iki kişi (Cebrâîl ile Mîkâîl) gelerek beni kaldırdılar ve; «Haydi gidiyoruz.» dediler. Ben de onlarla beraber gittim. Yanı üzerine yatmış bir adamın yanına vardık. Başka biri de elinde kocaman bir kaya ile onun başında duruyordu. Kayayı, yatan adamın kafasına vurup eziyor, taş bir tarafa yuvarlanınca arkasından gidiyor ve taşı alıp getiriyordu. O gelinceye kadar diğerinin kafası da iyileşerek eski hâline geliyordu. Adam, önce yaptığını aynen tekrarlayarak yerde yatanın başını her defasında ezip duruyordu. Meleklere:

«–Sübhânallâh! Bunların hâli nedir?» dedim.

«–Yürü, yürü hele!» dediler. Yürüdük. Derken sırt üstü yatmış bir adamın yanına vardık. Başucunda da, elinde demir çengel bulunan bir başkası duruyordu. Bu adam, yatan kişinin bir tarafına geçip elindeki çengelle avurdunu, burnunu ve gözünü tâ ensesine kadar yarıyor, sonra öbür tarafına geçip orasını da aynı şekilde parçalıyordu. Bir tarafını parçalarken diğer tarafı eski hâline geliyor, adam da sürekli aynı şekilde parçalamaya devam ediyordu. Ben:

«–Sübhânallah! Bu hâl nedir?» dedim.

«–Hiç sorma, devam et!» dediler. Yürüdük. Fırın gibi bir yapıya vardık. Orada ne söylenildiği anlaşılamayan çığlıklar, feryatlar birbirine karışıyordu. O yapının içinde çıplak bir sürü erkek ve kadınların bulunduğunu anladık. Altlarından alevler yükseldikçe, onlar çığlık atıyor, feryat koparıyorlardı.

Ben:

«–Bunlara ne oluyor?» dedim.

«–Yürü, yürü hele!» dediler. Yürüdük. Nihayet kandan bir nehre vardık. Nehrin içinde yüzen bir adam, kıyısında da yanına birçok taş yığmış başka bir adam vardı. Nehirdeki adam çıkmak isteyince, kıyıdaki onun ağzına bir taş atıyor ve onu yerine geri çeviriyordu. Çıkmak için kenara her gelişinde aynı şeyi yapıyor, ağzına taş atıyor, o da geri dönüyordu. Ben, yanımdaki iki kişiye:

«–Bu ikisinin hâli nedir?» dedim.

«–Hiç sorma, yürü hele!» dediler. Yürüdük. Çirkin bir adamın -gördüğünüz insanların en çirkini de diyebilirsiniz- yanına vardık. Adam, sürekli ateş yakıyor ve ateşin etrafında dolanıp duruyordu. Ben:

«–Bu adam kim?» dedim.

«–Yürü, yürü hele!» dediler. Yürüdük. İçinde baharın bütün çiçeklerinin bulunduğu geniş ve yemyeşil bir bahçeye vardık. Bahçenin ortasında gayet uzun boylu bir adam vardı. O kadar ki, göğe uzanan başını neredeyse göremeyecektim. Adamın etrafında, hayatımda hiç görmediğim kadar çok çocuk bulunuyordu. Ben:

«–Bu adam ve bu çocuklar kimlerdir?» dedim.

«–Yürü, yürü hele!» dediler. Yürüdük. Gide gide büyük bir ağaçlığa vardık ki, ben onun gibi güzel ve geniş bir ağaçlık görmüş değilim. Beni götürenler; «Gir oraya!» dediler. Birlikte girdik ve bir tuğlası altın, bir tuğlası gümüşten örülmüş bir şehirle karşılaştık. Şehrin kapısına varıp açılmasını istedik. Kapı açıldı, içeri girdik. Bizi, vücutlarının yarısı bugüne kadar gördüklerinizin en güzeli, diğer tarafı da bugüne kadar gördüklerinizin en çirkini birtakım adamlar karşıladı. Yanımdaki iki kişi onlara:

«–Gidip şu nehre girin!» dediler. Bir de ne göreyim; suyu süt gibi bembeyaz, enine doğru akan bir nehir. Adamlar gidip nehre girdiler sonra çıkıp yanımıza geldiler. Çirkinlikleri tamamen gitmiş, hepsi de son derece güzelleşmişti.

Beni götüren iki kişi:

«–Burası Adn Cenneti’dir, şurası da Sen’in konağındır.» dediler. Başımı kaldırıp baktım, bir de ne göreyim; beyaz buluta benzeyen bir köşk.

«–İşte burası Sen’indir.» dediler. Ben onlara:

«–Allah size büyük hayırlar ihsân eylesin, bırakınız da oraya gireyim.» dedim.

«–Hayır, şimdi değil! Sen oraya daha sonra gireceksin.» dediler. Bunun üzerine ben:

«–Bu gece boyunca hayret verici şeyler gördüm. Gördüklerimin mânâsı nedir?» dedim. Onlar da:

«–Anlatalım.» dediler:

«–İlk önce yanına vardığın, kafası taşla ezilen adam var ya; o, Kur’ân’ı öğrendiği hâlde terk eden ve uyuyarak farz namazın (bilhassa sabah namazının) vaktini geçiren kimsedir.

Avurdu, burnu ve gözleri demir çengelle yarılan adam, evinden çıkıp etrafa yalanlar yayan kişidir.

(Diğer rivâyette şöyle buyrulur:

«O bir yalancı idi, dünyada devamlı yalan söylerdi. Onun yaydığı yalanlar âfâkı sarardı. İşte bu yalancı, kıyâmet gününe kadar bu şekilde azap görecektir.»)

Fırın içindeki çıplak erkek ve kadınlar, zinâ eden erkek ve kadınlardır.

Nehirde yüzüp yüzüp de taş yutan adam, fâiz yiyen kişidir.

Yanındaki ateşi sürekli yakarak etrafında dolaşıp duran çirkin görünüşlü kişi, Cehennem bekçisi Mâlik’tir.

Bahçedeki uzun boylu adam, Hazret-i İbrahim’dir. Etrafındaki çocuklar da İslâm fıtratı üzere ölen küçük yavrulardır.»”

Müslümanlardan biri:

“–Ey Allâh’ın Resûlü, müşrik çocukları da bunlara dâhil mi?” diye sordu. Resûlullah:

“–Müşriklerin çocukları da dâhildir.” buyurdu ve devam etti:

“–Vücutlarının yarısı güzel, yarısı çirkin olan adamlara gelince; bunlar, sâlih amellerin yanında kötü işler de yapan kimselerdir. (Ancak) Allah onları affetmiştir.” (Buhârî, Ta‘bîr 48, Cenâiz 93, Teheccüd 12, Büyû‘ 2, Cihâd 4, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 8, Tefsir 9/15, Edeb 69; Tirmizî, Rü’yâ, 10/2295)

Yani Allah Teâlâ, günahkâr kullarından dilediklerini affederek onlara azâb etmez veya bir müddet sonra azaplarını sona erdirebilir. Ancak Müslüman, hiçbir zaman affedileceğinden emîn olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hak, peygamberler dışında kimseye garanti vermemiştir. Bu sebeple kul, dâimâ tevbe ve istiğfar hâlinde bulunup günahlardan uzaklaşmaya ve sâlih amellerle hayır işlerine koşmaya gayret etmelidir.

ÖMER BİN ABDÜLAZÎZ HAZRETLERİNİ HÜZÜNLENDİREN DÜŞÜNCE

Meymûn bin Mihran anlatıyor:

Ömer bin Abdülazîz Hazretleri ile bir mezarlığa doğru gittik. Mezarları görünce hüzünlendi. Sonra bana dönerek:

“–Ey Meymûn! Bunlar atalarımın mezarlarıdır. Sanki dünyaya hiç karışmamışlar gibidir. Baksana, nasıl toprak altında kaldılar, mezarları eskidi, bedenlerini de toprak yedi bitirdi.” dedi.

Ardından da nemli gözlerle bir mezara bakarak:

“–Vallâhi, şu mezara girip de azaptan emin olan kimseden daha büyük bir nîmete kavuşmuş bir kimse düşünemiyorum.” dedi. (İhyâ, IV, 868)

KABİR AZABINDAN KURTULMAK İÇİN NE YAPMALI?

Resûlullah Efendimiz, duâlarında:

“Yâ Rabbi! Kabir azâbından, Cehennem azâbından, hayatın ve ölümün iptilâlarından ve kör Deccâl’in fitnesine uğramaktan Sana sığınırım!”[18] buyurmak sûretiyle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiş ve ümmeti olarak bizlere de bu dört husustan Allâh’a sığınmamızı tavsiye buyurmuşlardır.

Zira kabir âleminde herkes, yanında sadece bu dünyada yapmış olduğu amelleri bulacaktır. Bu sebeple kötü ameller, kişi için büyük bir zillet; sâlih ameller ise sahibi için güzel bir dost ve muhâfızdır.

Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İnsan kabre girdiğinde -mü’min ise- namaz, oruç gibi amelleri etrafını sarar. Melek, namazın olduğu taraftan gelmek istediğinde namaz onu geri çevirir; orucun tarafından geldiğinde oruç onu geri çevirir. Melek uzaktan seslenerek; «Kalk!» der. O da yattığı yerden kalkıp oturur…

Kabirdeki, fâcir veya kâfir biri ise melek yanına gelir. Ölü ile (azap) meleği arasında, (azap) meleğini engelleyecek (ibadet ve sâlih amellerden herhangi) bir şey yoktur…” (Ahmed, VI, 352. Krş. Heysemî, III, 51-52)

“Kişi kabre konulduğunda (azap meleği) gelir. Baş tarafından gelirse, onu Kur’ân tilâveti uzaklaştırır. Elleri tarafından gelirse, zekât ve sadakası uzaklaştırır. Ayak tarafından gelirse, câmilere yürümesi onu uzaklaştırır. Sabır da kenarda büyük bir kalkandır. Melek; «Eğer bir boşluk bulsaydım, ölünün yanına varırdım!» der.” (Heysemî, III, 52)

KABİR AZABINDAN KORUYAN SURE

Yine “Mülk Sûresi”ni çokça okuyanların da kabir azâbından kurtulacakları beyan edilmiştir. Zira Efendimiz:

“O Mânia’dır.” buyurmuş, yani kabir azâbını men edeceğini, kişiyi kabir azâbından koruyacağını haber vermiştir.[19]

Hazret-i Câbir şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz;

«الۤمۤ . تَنْز۪يلُ» (Secde) ve «تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُ» sûrelerini okumadan uyumazlardı.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân [Sevâbu’l-Kur’ân], 9/2892)

Tâbiîn nesli ulemâsından Tâvûs bin Keysan Hazretleri şöyle der:

“Bu iki sûre, Kur’ân’ın diğer sûrelerinin her birinden 70 hasene daha üstündür.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân [Sevâbu’l-Kur’ân], 9/2892)

Bununla birlikte ölüm hastalığında çokça İhlâs Sûresi’ni okumanın, kişiyi kabir azâbından kurtaracağı da nakledilmektedir.[20]

KABİR NİMETLERİ

Fânî dünya hayatını, Allâh’ın emirleri istikâmetinde yaşayarak ebedî saâdet sermayesi hâline getirebilen sâlih mü’minler, kabirde Allah Teâlâ’nın bildiği ve dilediği şekilde nîmetler içinde bulunacaklardır.

Nitekim Atâ el-Horasânî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ın kuluna en fazla merhamet ettiği vakit, kabre konup yakınlarının kendisinden ayrıldığı andır.” (Kurtubî, Tezkire, s. 345)

Mü’minin kabrinde nâil olacağı nîmetler hususunda şunları zikretmek mümkündür:

Mü’minin kabri genişletilir, nîmetlerle doldurulur ve orası Cennet bahçelerinden bir bahçe hâline getirilir. Mü’mine Cennet’teki makâmı gösterilir. Peygamberler ve şehitler ise hemen Cennet rızıklarıyla merzuk olmaya başlarlar.

Allah Resûlü, peygamberlerin kabirlerinde canlı olup orada namaz kıldıklarını haber vermişlerdir.[21] İsrâ ve Mîrac esnâsında Hazret-i Mûsâ (a.s.), Hazret-i Îsâ  (a.s.) ve Hazret-i İbrahim’i (a.s.) namaz kılarken gördüğünü, namaz vakti gelince peygamberlere imam olup cemaatle namaz kıldırdığını beyan buyurmuşlardır. (Bkz. Müslim, Îmân, 278)

Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Nebîler, kabirlerinde canlıdırlar, orada namaz kılmaktadırlar.” (Heysemî, VIII, 211)

“İsrâ gecesi kızıl kum tepesinin yanında bulunan Hazret-i Mûsâ’ya uğradım. O, kabrinde kalkmış namaz kılıyordu.” (Müslim, Fedâil, 164)

Mü’minlerden de bu lûtfa mazhar olan kişiler vardır. Nitekim Şeyban bin Cisr, babasından şöyle nakleder:

“Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederek söyleyeyim ki; (Hazret-i Enes’e 40 sene talebelik yapmış olan) Sâbit el-Bünânî’yi kabrine ben koymuştum. Yanımda Humeyd et-Tavîl veya başka biri de vardı. Kabrin üstünü tuğlayla örmüştük. O esnada bir tuğla düşüverdi. Bir de ne göreyim; Sâbit, kabrinde namaz kılıyordu. Yanımdakine:

«‒Baksana!» dedim. O da:

«‒Sus!» dedi.

Kabrini düzeltip işimizi bitirince Sâbit’in kızına gittik:

«‒Baban hayatta en çok hangi ameli işlerdi?» diye sorduk:

«‒Ne gördünüz?» dedi. Gördüklerimizi anlattık. Bunun üzerine Sâbit’in kızı şunları söyledi:

«‒Babam elli senedir gece kalkıp teheccüd namazı kılar. Seher vakti olunca duâ eder, bu esnâda da şunları söylerdi:

Allâh’ım! Kullarından birine kabirde namaz kılma imkânı bahşettiysen, bunu bana da ihsân eyle!..»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 319; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, III, 263)

Vefât eden bir kimsenin artık herhangi bir mükellefiyeti kalmadığı hâlde, peygamberlerin ve bazı sâlih kulların kıldıkları bu namaz, Allâh’a ibadet aşkından kaynaklanan ve mânevî bir zevkle edâ edilen bir namazdır.

Yine muhtelif hadislerde bildirildiğine göre Allah Resûlü bazı peygamberlerin telbiye getirerek hacca geldiğini, Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştür.[22]

Kabir nîmetlerinin bir diğeri de, hayatta iken Kur’ân ile meşgûliyetin bir neticesi olarak tecellî edecektir. Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî şöyle buyurur:

“Kim Kur’ân’ı okur da (samimiyetle istediği hâlde) ezberleyemeden vefât ederse, ona bir melek gelerek kabrinde öğretir ve o kul, Allâh’ın huzûruna Kur’ân’ı ezberlemiş olarak çıkar.”[23]

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle der:

“Bana ulaşan habere göre, bir mü’min (çok arzu ettiği hâlde) Kur’ân’ı ezberleyemeden vefât ederse, hafaza meleklerine emredilir de Kur’ân’ı ona kabrinde öğretirler. Böylece kıyâmet günü Allah Teâlâ onu Kur’ân ehli ile birlikte haşreder.”[24]

Rivâyet edildiğine göre, seher vakti Sâbit el-Bünânî’nin kabrinin yanından geçenler, oradan Kur’ân kıraati işitmişlerdir.[25]

KABİR AZABI NASIL YAŞANACAK?

Burada şunu da ifâde etmeliyiz ki; kabir hayatında yaşanacak azâbı veya tadılacak nîmetleri, insanın bedeniyle mi yoksa rûhuyla mı hissedeceği hususunda ihtilâf edilmiştir.

Selefiyye âlimleri, kabir hayatının mâhiyet ve keyfiyetini tam olarak tavsif etmenin mümkün olmadığını söylerken, bunlardan bazıları kabir hayatının sadece bedenle, bazıları da sadece ruhla yaşanacağını ifâde etmişlerdir.

İbn-i Hazm ve İbn-i Kayyim el-Cevziyye, kabir âleminde azap veya nîmeti idrâk edecek olanın, yalnız ruh olduğunu savunmuştur.

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğuna göre, kabirdeki suâl, azap ve nîmet, hem rûha hem de bedene yöneliktir. Zira bazı hadîs-i şerîflerde, suâl esnâsında rûhun bedene iâde edileceği bildirilmiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 23)

Eş‘arî ve Mâtürîdî âlimlerinin çoğunluğu; ölünün cesedinde, azâbın acısını veya nîmetin lezzetini hissedecek kadar bir hayatın yaratılacağını söyleyerek rûhun cesede aynen iâde edileceğini ifâde etmekten çekinmiş ve kabirdeki ölünün hayatına dâir kat’î bir şey bilinemeyeceğini kaydetmişlerdir. Ceset üzerinde azap veya nîmetin tezâhürlerini göremeyişin sebebi ise, maddî duyulara kabir âlemini idrâk etme kâbiliyetinin verilmemiş olmasıdır.

Yani kabir hayatının mâhiyeti, ancak yaşandığı zaman hakka’l-yakîn mertebesinde, yani tam ve kâmil mânâsıyla idrâk edilebilir. Kur’ân ve Sünnet’teki ona dâir beyanlar, dünyevî intibâlarla düşünebilen beşer idrâkinin kavrayışına göre bir mâlûmat vermektedir. Onun aslî hakîkatini kavramak, beşerin mahdut akıl ve idrâkinin ötesindedir. Zâten mü’minin vazifesi, kabir hayatının keyfiyetini araştırmak değil, ona hazırlıkla meşgul olmaktır. Tıpkı;

“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye soran bir sahâbîye Resûlullah Efendimiz’in;

“–Sen kıyâmet için ne hazırladın?” suâliyle karşılık vermesi gibi.[26]

Demek ki mü’minin vazifesi de; kabir ve âhiret hayatının mes’ûl olmadığı tarafıyla oyalanmak yerine, asıl kendisini alâkadar eden hazırlıklarıyla meşgul olmaktır.

Nasıl ki insan, dünyaya gelene kadar hayat şartları birbirinden farklı âlemlerden geçmişse, vefâtıyla birlikte yine bambaşka şartları hâiz bir âleme doğacaktır. Âhiret de kabre göre belki çok farklı şartlara sahip bir âlem olacaktır. Yahut Rabbimiz bize, geçtiğimiz her âlemde farklı farklı hâssalar, yani his ve idrak kâbiliyetleri verecektir.

Velhâsıl beşerî ilim ve idrâkin hudutlarını aşan bu gibi meselelerde;

“لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ : Gaybı ancak Allah bilir” ve,

“اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ : Doğrusunu en iyi Allah bilir.” diyerek, sözü sükûtun sonsuzluğuna havâle etmek, en münâsip yoldur.

KABİRDE CESEDİ ÇÜRÜMEYENLER

Cenâb-ı Hak, insanı topraktan yaratmış[27] ve onu ömrü boyunca topraktan çıkan gıdâlarla besleyip büyütmüştür. Vefât edince de insan yine toprağa dönecektir:

Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. (Tâhâ, 55)

Bu hakîkat göstermektedir ki, insanın bedeni, dünyada yaşadığı safhalarla ve kendi zâtî durumuyla fânîliğe mahkûmdur. Maddî yapısının aslı toprak olduğu için de, insanın bedeni kabirde tekrar toprağa dönüşecek, yani aslına rücû edecektir.

Lâkin Cenâb-ı Hak, müstesnâ bir ikram olarak berzah hayatı boyunca bazı kullarının cesetlerini çürütmeyecek, ter ü tâze muhâfaza edecektir. Bunların başında da peygamberler gelmektedir.

Nitekim Evs bin Evs’ten rivâyet edildiğine göre Resûlullah Efendimiz:

“–Günlerinizin en fazîletlisi Cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salât ü selâm getiriniz. Zira sizin salât ü selâmlarınız bana arz edilir.” buyurunca, ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Resûlâllah! Vefât ettiğin ve Sen’den hiçbir eser kalmadığı zaman salât ü selâmlarımız Sana nasıl arz edilir?” diye hayretle sordular.

Bunun üzerine Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerine olan husûsî ikramını şöyle ifâde buyurdular:

“–Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı.” (Ebû Dâvûd, Salât, 201/1047, Vitir 26; Bkz. Nesâî, Cuma, 5)

Diğer bir rivâyette de şöyle buyurmuşlardır:

“‒Evet, vefâtımdan sonra da salât ü selâmlarınız bana ulaştırılır! Allah Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 65)

Peygamberlerin bedenlerinin bozulmadan muhâfaza edildiğine dâir birtakım canlı müşâhedeler de olmuştur. Nitekim yakın tarihimizde Diyarbakır Ovası’nın mühim bir kısmını sulayan Dicle Barajı inşâ edilirken, türbeleri su altında kalacağı için Hazret-i Elyesa (a.s.) ile onun halefi ve amcazâdesi olan Hazret-i  Zülkifl’in (a.s.) kabirleri nakledilmiştir. Nakil esnâsında bu iki peygamberin -rivâyete göre 3.200 yıllık- kabirleri açılmış, naaşları alınıp yakınlarda bulunan bir tepede yaptırılan yeni mezarlarına taşınmıştır. Nakl-i kubûr hâdisesini gerçekleştirenlerin canlı şâhitlikleriyle de sâbit olduğu üzere, her iki peygamberin cesetlerinin de diriymiş gibi durmakta olduğu görülmüştür.[28]

KİMLERİN BEDENİ ÇÜRÜMEZ?

Toprağın bedenlerini çürütmediği diğer bir grup da Allah için şehît olan kimselerdir. Nitekim bugün dahî muhtelif yerlerde kabrinde sapasağlam duran şehit bedenlerine rastlanmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Allah yolunda öldürülen (şehid)leri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allâh’ın, lûtuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rab’leri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan (şehit kardeşlerine) de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 169-170)

Hiç şüphesiz ki peygamberlerin diriliği, şehitlerdeki diriliğe kıyasla çok daha üstündür.

Peygamberler ve şehitlerin dışında, gönlü Allah ve Resûlü’nün aşk ve muhabbetiyle dolu, ömrü boyunca haram ve şüpheli şeylerden kaçınarak dâimâ helâl lokmayla beslenen ve takvâ üzere Allâh’a güzel bir kulluk sergileyen sâlihlerin cesetlerinin de toprakta çürümediği, hem naklî delillerle, hem de canlı şahitliklerle sabittir. Bunun asr-ı saâdette yaşanmış birkaç misâli şöyledir:

Hazret-i Âişe’nin odasının duvarı, Velid bin Abdülmelik zamanında Efendimiz ve arkadaşlarının kabirleri üzerine yıkılmıştı. Duvarı tekrar inşâ etmeye başladılar. O esnâda bir ayak ortaya çıktı. Herkes dehşete düştü ve korktu. Onu Resûlullah Efendimiz’in mübarek ayağı zannettiler. Bunu bilen birini de bulamadılar.

Urve bin Zübeyr oraya gelip:

“–Hayır, vallâhi bu Resûlullah’ın mübarek ayağı değildir, bu ancak Hazret-i Ömer’in ayağıdır.” dedi. (Buhârî, Cenâiz, 96)

UHUD SAVAŞININ İLK ŞEHİDİ

Câbir bin Abdullah şöyle nakleder:

“Uhud Harbi’nden önceki gece, babam beni yanına çağırdı ve:

«–Nebî’nin sahâbîlerinden ilk şehît edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Resûlullah hâriç, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde! Kardeşlerine dâimâ iyi davran!» dedi.

Sabahleyin babam ilk şehît düşen kişi oldu. Bir başka şehît ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu bir başkasıyla aynı kabirde bırakmayı içime sindiremedim.

Altı ay sonra onu kabirden çıkardım. Bir de ne göreyim; kulağının bir kısmı hâriç, bütün vücudu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi. Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)

İşte sâlih bir îmân ehlinin müstesnâ hâli!..

BEDENİ ÇÜRÜMEYEN UHUD ŞEHİTLERİ

Yine Uhud şehitlerinden Amr bin Cemûh ile Ab­dullah bin Amr aynı kabre konulmuşlardı. Lâkin kabirlerinin bulunduğu yer tam da sel sularının geçtiği noktaya gelmekteydi. Bu sebeple kabir yerlerinin değiştirilmesi gerekiyordu. Kabirleri açıldı. Sanki daha dün vefât etmişler gibi cesetlerinin hiç değişmemiş olduğu görüldü!

Hattâ birisi şehit olmadan evvel yaralanınca, elini yarasının üzerine koy­muş ve öylece defnedilmişti. Elini yarasından alıp yanına uzattılar, ama eli yine aynı yerine geldi. Uhud Harbi ile kabirlerinin açılışı arasında tam kırk al­tı sene vardı. (Muvatta’, Cihâd, 49)

Şehidlerin cesetleri yumuşacıktı ve kaldırıldıklarında, canlı insan gibi bedenleri eğilip bükülüyordu, yani kaskatı kesilmemişti. Bu esnâda bir şehidin ayağına yanlışlıkla bir kürek dokunmuştu da, hemen oradan kan akmaya başlamıştı. (Abdü’r-Razzâk, Musannef, III, 547)

SALİH KULLARIN CESETLERİ ÇÜRÜR MÜ?

Hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu istikâmette yaşamış bulunan sâlih kulların cesetlerinin kabirlerinde çürümediğine dâir yakın tarihimizden bir misal de Adanalı, istikâmet ehli, hâfız bir müezzin efendidir. Allah dostlarından Mahmud Sâmi Ramazanoğlu g Adana’da bu vasıfta vefât etmiş bir hâfızın 30 sene sonra yol geçme zarureti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin dahî pırıl pırıl durduğunu, bizzat müşâhede eden biri olarak nakletmişlerdir.

Bu hâdise ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olan hakikî hâfızların dünya ve âhirette pek çok ilâhî lûtuf ve ikramlara nâil olacağının da bir işaretidir.

İBRET VE HİKMET DOLU HADİSE

Yine Emin Saraç Hocaefendi, Medîne-i Münevvere eşrâfından olan Abdülkâdir Bekli’den, oranın Mahkeme-i Şer’iyye Sicilleri’ne de geçen, ibret ve hikmet dolu bir hâdiseyi şöyle nakleder:

Bir hac mevsimidir. Medîne’de gâyet güzel bir hat ile yazılmış bir Kur’ân-ı Kerîm, müzâyedeye çıkarılır. Muhtelif memleketlerden gelen hacılar, onun nefis hattını hayranlıkla seyredip tekliflerini bildirirler. O esnâda merakla Kur’ân-ı Kerîm’e yaklaşan bir Türk hacı, mushafın hattını görünce, hayretler içerisinde haykırır:

“–Bu, merhum babamın yazdığı Kur’ân-ı Kerîm!..”

Ardından:

“–Fakat biz, onu vasiyeti îcâbı olarak kabrine koymuştuk!” der.

Sonra da bu muammâyı çözmeye çalışır. Meselenin ilgili kimselere intikâli neticesinde şu mâlûmat ortaya çıkar:

Medîne-i Münevvere’deki Cennetü’l-Bakî Kabristanı’nda yer olmaması münâsebetiyle bazı kabirlere aradan belli bir müddet geçtikten sonra yeni cenâzeler defnedilmektedir. Yine böyle bir vesîleyle eski kabirlerden biri açıldığında, orada taptaze bir cesede ve üzerinde de bu Kur’ân-ı Kerîm’e rastlanır. Herkes hayrette kalır. Vazifeliler de bu pek mükemmel bir sûrette yazılmış olan Kur’ân-ı Kerîm nüshasını kabirden alırlar. Yaptıkları istişâre neticesinde de onu müzâyedeye çıkarıp elde edilecek meblağı ümmet-i Muhammed’in istifâdesi için beytülmâle koymaya karar verirler.

Öğrendikleri karşısında gözleri yaşaran Türk hacı, bu ibretli hâdisenin evveliyâtını da kendisi tamamlar:

“Babam bir Osmanlı hattatıydı. Her sene bir Kur’ân-ı Kerîm nüshası yazar ve geçimini öyle tedârik ederdi. Fakat bunun yanında, ayrıyeten büyük bir îtinâ ile yazmakta olduğu bir mushaf vardı. O kadar güzeldi ki, bakmaya doyulmazdı. Babam onu hiç acele etmeden, âdeta bütün mahâretini ortaya koyarak, târifsiz bir zevk ve iştiyâk içinde yazardı. Sabırla geçen uzun bir zamanın ardından, nihâyet ortaya müthiş bir şâheser çıktı. Buna muvaffak olan babam, büyük bir şükür ve sürur hissiyâtı içinde bizleri topladı ve:

«–Evlâtlarım! Ben bu Kur’ân-ı Kerîm’i âhirette bana şefaatçi olsun diye yazdım. Size vasiyetim şudur ki; ben öldükten sonra onu güzel bir şekilde sararak göğsümün üzerine koyasınız!» dedi.

Bizler de vefât ettiği zaman onun bu vasiyetini yerine getirdik.

İşte beni şaşırttığı nisbette sevindiren asıl muammâ, babamın bu Mushaf-ı Şerîf ile İstanbul’da defnedilmiş olmasına rağmen, yıllar sonra kendisine mübârek topraklarda ve mübârek bir kabristanda rastlanmış olmasıdır!”

ÖLÜNÜN ARDINDAN YAPILACAK AMELLER

Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, mü’minler kardeştir.[29] Bu kardeşliğin, mü’minlere yüklediği mühim vecîbelerden biri de, vefât eden din kardeşlerine karşı son vazifelerini îfâ etmektir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın ahsen-i takvîm üzere yaratıp tekrîm ettiği, mahlûkâtın en şereflisi kıldığı insanı, insanlık şeref ve haysiyetine yaraşır şekilde, edep ve îtinâ ile yıkayıp kefenleyerek en güzel bir şekilde defnini gerçekleştirmektir.

Müslümanın Müslüman Üzerindeki Hakkı

Nitekim Resûlullah Efendimiz hadîs-i şerîflerinde, Müslümanların birbirleri üzerindeki bazı haklarına şöyle dikkat çekmişlerdir:

“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir:

Selâm almak, hasta ziyaret etmek, cenâzenin arkasından yürüyüp (namazını kılmak ve defniyle meşgul olmak), davete icâbet etmek ve aksırana «يَرْحَمُكَ اللّٰهُ : Allah sana merhamet eylesin!» demek.” (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4)

“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır:

Karşılaştığın zaman selâm ver, seni dâvet ederse git, senden nasihat isterse nasihat et, aksırdığında Allâh’a hamd ederse, «يَرْحَمُكَ اللّٰهُ» de, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenâzesinin ardından git.” (Müslim, Selâm, 5)

1- Techîz, Tekfîn ve Teşyî[30]

Vefât eden din kardeşimizin cenâze namazını kılmak ve onu kabre defnetmek farz-ı kifâye,[31] diğer hizmetler ise sünnet ve müstehab[32] kılınmıştır. Şayet bu vazifeler ihmâl edilirse, bütün bölge halkı farzı terk etmiş sayılarak günahkâr olur.

Resûlullah Efendimiz, cenâzenin techîzine dâimâ ihtimam göstermişler, bu vazifeyi yapan kimselerden de ölüyü güzelce yıkayıp kokulayarak kefenlemelerini istemişlerdir. Bu vazifenin ehemmiyetini ifâde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan hâlleri gizleyen kimseyi Allah Teâlâ kırk kere bağışlar. Ölüyü kefenleyene ipekten yapılmış Cennet elbiseleri giydirir. Kabir kazıp ölüyü defnedene, bir fakiri kıyâmete kadar kalacağı bir eve yerleştirmiş gibi ecir verir.” (Hâkim, I, 506/1307)

Bir kimsenin tekfîni esnâsında dikkat edilmesi gereken bir husus da, insanın hayatta iken rahatsızlık duyacağı şeyleri vefât etmiş kişiye de edeben yapmamaktır. Meselâ meyyit çok sıcak veya çok soğuk suyla yıkanmamalıdır.

Bunun yanında cenâzenin techîz ve tekfîni, israf ve cimriliğe kaçmadan, vasat bir şekilde yapılmalıdır.

Hazret-i Câbir şöyle anlatıyor:

“Bir gün Resûlullah Efendimiz bir hutbe îrâd ettiler. Hutbede, ashâbından vefât etmiş ve kifâyetsiz bir kefene sarılıp geceleyin defnedilmiş bir zâttan bahsettiler. Sonra üzerine namaz kılınabilmesi için, mecbur kalınmadıkça cenâzenin geceleyin gömülmesini yasakladılar. Daha sonra da şöyle buyurdular:

«Biriniz kardeşini kefenlediği zaman, kefenini güzel yapsın!»” (Müslim, Cenâiz, 49; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 29-30/3148; Nesâî, Cenâiz, 37)

Yine Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Beyaz renk elbise giyiniz. Çünkü beyaz elbise, temiz ve daha hoş görünümlüdür. Ölülerinizi de beyaz kefene sarınız!” (Tirmizî, Edeb, 46/2810)

Ayrıca Peygamber Efendimiz, cenâzenin fazla bekletilmeyip bir an evvel defnedilmesi hususunda şu tavsiyede bulunmuşlardır:

“Cenâzeyi süratli taşıyın. Eğer o iyi biriyse, bu onun için bir hayırdır; onu bir an evvel kabirdeki hayır ve sevâbına kavuşturmuş olursunuz. İyi biri değilse, bu da bir şerdir; onu çabucak omuzlarınızdan atmış olursunuz.” (Buhârî, Cenâiz, 51; Müslim, Cenâiz, 50, 51)

Resûlullah Efendimiz’in bu husustaki tâlimâtına rağmen, bazı yerlerde cenâze namazına yetişebilmek adına mevtânın bekletildiği görülmektedir. Hâlbuki aslolan, mevtâyı kesinlikle bekletmeyip hemen defnetmektir. Zira cenâze namazı, daha evvel ifâde ettiğimiz gibi, farz-ı kifâyedir. Hazır bulunan cemaat namazı kılar, yetişemeyenler de geldiklerinde, isterlerse kendileri yeniden kılabilirler.[33] Ayrıca gelemeyenlerin, bulundukları yerde gıyâbî cenâze namazı kılmaları da mümkündür.

Ancak cenâzenin otopsi vb. zaruret sebebiyle bekletilmesi gerekiyorsa, o zaman morga konulabilir. Lâkin zaruret olmadan morga veya soğuk depolara koymak, cenâzeye eziyet hükmüne girer.

Kabrin Başına Taş Koymak Caiz Midir?

Kabrin başına taş koymak, yerini belli etmek câizdir. Muttalib bin Ebî Vedâa şöyle anlatır:

Osman bin Maz’ûn vefât ettiği zaman, cenâzesi Medîne’den dışarı çıkarıldı ve gömüldü. Osman, muhâcirlerden ilk vefât eden kimse idi. Resûlullah Efendimiz, bir adama Osman için bir kaya (getirerek mezar yerini belli etmesini) emrettiler. Adam (bir taş aldı, fakat) taşımaya güç yetiremedi. Resûlullah bizzat gidip kollarını sıvadılar (taşı kendileri aldılar).”

Râvî der ki:

“Sanki ben, kollarını sıvadığı sırada Resûlullâh’ın o mübârek kollarının beyazlığını görür gibiyim.

Sonra kayayı getirip Osman’ın baş tarafına koydular ve:

«–Bununla, kardeşimin kabrini tanır ve bulurum. Ailemden ölenleri de bunun yanına gömerim.» buyurdular.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 57-59/3206. Bkz. İbn-i Mâce, Cenâiz, 42)

Kabir Ziyaretinde Ağlamak Doğru Mu?

Peygamber Efendimiz Hudeybiye Umresi için Mekke’ye giderken Ebvâ’ya uğramışlardı:

“‒Şüphesiz Allah Teâlâ Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret etmesi için izin verdi!” buyurdular.

Sonra yanına varıp kabri güzelce düzelttiler ve yanında ağladılar. Resûlullah ağladığı için Müslümanlar da ağladılar. Daha sonra niçin böyle yaptığı sorulduğunda ise şöyle buyurdular:

“‒Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” (İbn-i Sa‘d, I, 116-117. Ayrıca bkz. Müslim, Cenâiz, 105-108)

Kabir Nasıl Olmalı?

Kabri düzgün yapmak; İslâm’ın emrettiği, işini sağlam ve nezâketle yapma esâsının bir gereğidir.

Nitekim oğlu İbrahim’in kabri örtüldüğü zaman Resûlullah kabrin yanında bir taş kadar yerin düzgün olmadığını gördüler. Bir taraftan orayı mübârek elleriyle düzeltirken bir yandan da şöyle buyuruyorlardı:

“Sizden biriniz, bir iş yaptığı zaman, onu sağlam yapsın! Çünkü böyle yapmak, acıya uğrayan kişilerin gönlünü tesellî eden hususlardan biridir!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 141-142)

Diğer rivâyete göre Resûlullah Efendimiz, oğlu İbrahim’in kabrinin kenarındaydılar. Lâhitte bir açıklık gördüler. Mezar kazan kişiye orayı düzlemesi için biraz çamur verdiler ve şöyle buyurdular:

“‒Bunun ölüye ne zararı ne de faydası olur; lâkin (kabrin düz olması) dirinin gözünü aydın eder, onu mesrur ve memnun eder!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 142, 143; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 451)

Toprağı sağlamlaştırmak için kabrin üzerine su serpmekte bir beis yoktur. Oğlu İbrahim gömüldüğü zaman, Resûlullah Efendimiz:

“‒Bir kırba su getirecek kimse var mı?” diye sordular.

Ensârdan bir zât hemen bir kırba su getirdi. Resûlullah o zâta:

“‒Onu İbrahim’in kabrinin üzerine serp!” buyurdular. (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 141)

Resûlullah, bir taş getirilmesini emrettiler. Taş, Hazret-i İbrahim’in kabrinin başına dikildi.[34] Kabrinin üzerine ilk defa su serpilen de, o oldu.[35]

Mezarlığa Ağaç Dikmek Veya Çiçek Ekmek Günah Mı?

Kabrin uygun bir yerine ağaç dikmek ve etrafını yeşillendirmek de güzel görülmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere Resûl-i Ek­rem Efen­di­miz, iki kab­rin ya­nın­dan ge­çer­ken o kabirlerde bulunanların azap gördüğünü haber vermişlerdi. Sonra da yaş bir hur­ma da­lı is­temiş, o dalı iki­ye ayır­ıp bun­la­rı ka­bir­le­rin ba­şı­na bi­rer bi­rer dik­mişler ve:

“Ku­ru­ma­dık­la­rı müd­det­çe on­la­rın azâ­bı­nı ha­fif­let­me­le­ri umu­lur.” buyurmuşlardı. (Müs­lim, Ta­hâ­ret, 111)[36]

Mü­fes­sir, muhaddis ve fıkıh âlimi olan İmâm Kur­tu­bî, bu ha­dîs-i şe­rî­fin îzâhında şöyle demektedir:

“Hadîste geçen, «ku­ru­ma­dık­la­rı müd­det­çe» ifâdesi, o dal­la­rın yaş kal­dık­la­rı müd­det­çe tes­bih et­tik­le­ri­ne işa­ret et­mek­te­dir. Ni­te­kim âlim­le­ri­miz şöy­le de­miş­ler­dir:

«Ka­bir­le­re ağaç dik­mek­ten ve ora­da Kur’ân-ı Ke­rîm oku­mak­tan ora­da­ki mevtâ isti­fâ­de eder. Bir ağaç dik­mek bi­le ölü­le­rin azâ­bı­nı ha­fif­le­tir­se, bir mü’mi­nin Kur’ân oku­ma­sın­dan kim bi­lir ne ka­dar is­ti­fâ­de eder­ler? Ölü­ye he­di­ye edi­len şe­yin se­vâ­bı da ken­di­si­ne ula­şır.»” (Kur­tu­bî, X, 267)

Kabir Üzerine Basmak Ve Oturmak Günah Mıdır?

Kabirlerin üzerine basmak ve oturmak mekruhtur. Bu hususta Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Birinizin kor üzerine oturup elbisesini yakması, oradan da ateşin bedenine ulaşması, kendisi için bir kabrin üzerine oturmasından daha hayırlıdır.” (Müslim, Cenâiz, 96; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77; Nesâî, Cenâiz, 105)

Yine bu mevzuyla ilgili olarak

KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/kabir-hayati.html

İçeriği Oyla
E-bültene Abone Ol Merak etmeyin. Spam yapmayacağız.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hızlı yorum için giriş yapın.

Başka Yazı Yok

Giriş Yap

VEYA
close

Subscribe