İslam’ı Tebliğ Üslûbu Nasıl Olmalıdır?
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
İslam’ı tebliğ nasıl yapılır? İslamı tebliğ ederken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir? Ateist ve deistlere islam nasıl anlatılır?
İSLAM’I TEBLİĞ ÜSLÛBU NASIL OLMALIDIR?
Cenâb-ı Hak; insanların hidâyete gelmesi için, dîni tebliğ ederken, «kavlen leyyinâ» / yumuşak bir lisan kullanmayı emretmektedir. Yine âyet-i kerîmede dîni güzel bir üslûpla anlatmanın ehemmiyeti şöyle bildirilir:
“(Rasûlüm!)Sen,Rabbininyolunahikmetve güzel öğütle çağırveonlarlaengüzelşekildemücadeleet!..” (en-Nahl, 125)
Bu mücadele, gönüllerin fethi içindir. Akāidde bir esastır:
“Amel, îmandan bir cüz değildir.”
Yani amelde işlenen kusurlar, işlenen günahlar, kaçırılan veya terk edilen farzlar; kişinin mâneviyâtına çok büyük zarar verse de, îmânı yok etmez, doğrudan insanı küfre sokmaz.
Fakat bu anlayış, aşırıya götürülürse, yani; “Nasıl olsa gayr-i İslâmî bir yaşayış, haramları çiğnemek, îmâna zarar vermez, sevmek, kalbim temiz demek yeter!” şeklindeki tarihte «Mürcie fırkası»nın tuttuğu yola girilirse, bilinmelidir ki bu yol da bâtıldır.
Böyle gafil kişileri, irşâd etmek gereklidir. Onların ruhlarına girecek bir damar aramak lâzımdır.
Nasıl ki bir iğne, eğer damar bulunmadan enjekte edilirse, vücutta hasara yol açar. Ancak kalbe giden damar bulunur da iğne tatbik edilirse, o zaman şifâya vesile olur. Aynı şekilde ruhların ve gönüllerin de uygun damarları bulunarak hakikatler oradan aktarılırsa, o zaman mânevî devâya ve hidâyetlere vesile olunur.
ÖRNEK BİR TEBLİĞ USLUBU
Meselâ; Hazret-i Câfer, Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda İslâm’ı tebliğ etme imkânı bulmuştu. Kur’ân’dan bir kısım okuması istendiğinde, hıristiyan olan muhataplarının gönül âlemine gidecek bir damar aradı ve Meryem Sûresi’nde, Hazret-i İsa’nın doğumuyla alâkalı âyetleri okudu. Necâşî çok mütehassis oldu, rivâyete göre orada veya daha sonra müslüman oldu.
Câfer -radıyallâhu anh-; orada, kâfirlere hitâb eden, inzâr muhtevâlı âyetler okuyabilirdi. Fakat o zaman bu tesir meydana gelir miydi?
Demek ki, tebliğ ehlinin basîret sahibi olması gerekir. Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini tefekkür ettirecek, ilâhî sanatını temâşâ ettirecek, müşterek bir nokta bulunarak oradan tebliğde bulunmalıdır.
Bu sebeple;
Hakk’ı inkârın her çeşidini fikren, ilmen ve dînen her türlü tenkit ve ilzâm etmek; İslâmî bir vazifemizdir. Ancak ona düşmüş gafil kişilerin doğrudan doğruya şahsiyetlerini hedef alarak; menfî ve kötü bir sıfatla vasıflandırıcı, etiketleyici ve yaftalayıcı bir lisan kullanmamak lâzımdır. Yanlış fikirleri çürütmek doğru, kişilerin şahsiyetlerini aşağılamak doğru değildir. Zira nefisleri tahrik ile hakikatin nûru gönle doğmaz.
Yani;
“Madem dîni yaşamamak deistlikmiş, öyleyse ben de deistim!” dedirtmemelidir.
İrşâda devam etmeli, mânevî tedbirlere sarılmalı, duâ etmeli ve ümitvar yaklaşmalıdır.
Hattâ;
Bilgisizlik sebebiyle, deizmin propagandalarına kapıyı aralamış veya gençlik gafletleri içinde bir heves ve özentiyle, ibâdete veya dînin kāidelerine itaate davet edildiğinde; “Ben deist oldum!” deyiveren gençlere yaklaşımda da dikkatli olunmalıdır.
Böylelerine, deizmin gerçek mahiyeti anlatılmalı, onun nasıl maskeli bir ateizm olduğu bildirilmelidir.
Mâlûm;
Gençlik yılları, enerjinin çok olmasına mukabil ham bırakıldığı takdirde «gözü kara delilikten bir şube» gibidir. Bu yaşlarda, gafletle hemhâl olunan çevrelerde bulunan gençlerden, aileye tepki olarak düşünmeden böyle sözlerin maalesef sâdır olabileceği unutulmamalıdır. Gözden kaçırmamalı ki, bazı gençler de bunları gönülden ve yürekten değil bazen hissî nazlanmadan veya tepkiden dolayı söyleyebilmektedir. Yani bu durum, onlarda kesinlikle aslî değil izâfî ve geçici bir çalkantıdır. Aşırı bir tepkiyle bu geçici durumu kalıcılaştırmak, eğitimcinin gafleti olur.
Onlarla tefekkür ve tehassüs meydana getirecek hasbihâller ve faaliyetler gerçekleştirilebilir.
Eğitim, sabır ve sebat ister. Bir akarsuyu karşısına çıkan yüksek bir dağın tepesine doğru tırmandırmak mümkün değildir. Ancak çevresinden dolaştırarak aktarmak mümkündür. Yol uzun ve meşakkatli görülebilir, fakat neticeyi hâsıl eder, gayeye ulaştırır.
Münkirce sözlerle muhatap olmak; müslüman bir toplumda yetişmiş, îman salâbeti sahibi bir kişiye, giran gelir.
Fakat unutulmamalıdır ki;
Bize üsve-i hasene olan Peygamberimiz, hayatı boyunca herkese îmânı anlattı. Panayırlarda, hac zamanlarında, Mescid-i Harâm’ın avlusunda, Tâif ’in çileli yollarında dâimâ müşriklerle, câhiliyyenin aklı ve gönlü karışık insanlarıyla muhatap oldu, onlara İslâm’ı anlattı. Kur’ân okudu. Âyetleri beyân etti. Tefekkür ettirdi. Âhireti kabul edemeyene, yeniden dirilişe en güzel bir misâl olarak kıştan sonra bahardaki canlanmayı gösterdi. Hâliyle, kāliyle ve her şeyiyle dâimâ tebliğde bulundu.
Biz ne kadar canlı bir şekilde, ihlâsla, takvayla, aşk ve şevkle İslâm’ı yaşarsak; evlâtlarımızda, talebelerimizde ve muhataplarımızda, muhabbet kandilini tutuşturmamız Allâh’ın izniyle mümkün olur. Îman, kalbin amelidir. Kalplere duyurabilmek için, sadece akıl ve mantık çerçevesinde îzahlar kâfî gelmez.
Onlar kafa karıştırıcı, akıl bulandırıcı sorular soruyorlar.
Bizler de vicdânı harekete geçirici, duyguları canlandırıcı mânevî sualler tevcih etmeliyiz:
DEİSTLERE VE ATEİSTLERE TEBLİĞ YAPARKEN SORULABİLECEK SORULAR
Şu canlılar âlemine baktığında, senin diğer canlılardan farklılığını hissedemiyor musun? İnsan denen hârika varlığın, milyarlarca tesadüfün arka arkaya dizilmesiyle meydana geldiği yalanı, senin gönlünde hiç mi şüphe uyandırmıyor? İnsandaki farkın sadece biyolojik, sadece beyin gelişiminde olduğunu kalbin kabul edebiliyor mu? Hayatı hiç düşünüyor musun? Bu dünyaya geliş ve gidişin bir sebep, bir gaye için olması gerektiği hiç aklına gelmiyor mu? Her şey öylesine ve rastgele mi? İnsanlar bin sene önce belki beş-altı milyondu. Fakat 1915 yılındaki bir sayımda 1,5 milyara ulaştığı görüldü. Şimdi ise 7 milyarın üzerinde. İnsanların dışında daha nice varlıklar var, saymakla bitmez ve rakamlara sığmaz. Bütün bunların hepsi de rızka muhtaç ve hepsinin rızık ihtiyacı bir an bile aksamadan karşılanmakta. Bu kadar çeşitli ve sayısız varlığın o kadar çeşitli ve birbirinden farklı katrilyonlarca, belki daha fazla rızkını kim tedârik ediyor ve en isabetli şekilde kim tevzî ediyor? İnsaflı bir akılla birazcık düşünmek gerekmez mi? Yüce Allah, her mevsim bulunulan coğrafyaya göre ayrı ayrı ikramda bulunuyor. Kutuptakini de ekvatordakini de çöldekini de aç bırakmıyor. Yazın, yaz mevsimi ihtiyaçlarına göre su kaybını gideren karpuz gibi meyveleri; kışın, kış mevsimi ihtiyaçlarına göre C vitamini ihtivâ eden portakal gibi meyveleri ve sebzeleri halk ediyor. Bunun hikmetini düşünmek ve şükretmek gerekmez mi? Kar yağışını düşün? Toprağın üzerini yarım metre, bir metre kar kaplıyor da, o toprak nice mahlûkat için bir battaniye oluyor. Kar kalktığında, cesetler manzarasıyla karşılaşmıyoruz. Bütün o mahlûkātı, sanki husûsî bir kundak içinde bu şekilde muhafaza eden kim? O kar yağışı; bir gelinlik gibi, bembeyaz çiçekler gibi rûha ferahlık veriyor. Ya simsiyah katran gibi veya kıpkırmızı kan gibi yağsaydı, bize ne kadar kasvet verirdi? Bütün oluşlardaki, bütün yaratılış ve nizamlardaki bu insanı gözeten esas; ilim adamlarının dahî adını «antropik prensip» koydukları bu sebep kimin eseri? Meselâ; Havadaki % 77 azot, % 21 oksijen şeklindeki hassas ayarı hiç düşündün mü? Hiç; «Yarın ya oksijen azalırsa, oksijensiz kalırsam…» diye, yanında oksijen tüpüyle gezen var mı? İnançsızlarda dahî var olan bu güven, ilâhî kudrete itimat değil midir? Sen dünyaya gelmeden önce bu âlemden haberin var mıydı? Şimdi bir kabir âlemine gidiyorsun ve orası hakkında herhangi bir müşâheden yok. Peki orada ne olacaksın? Ya hazırlıksız gidersen, vaziyetin nice olur? Bir sahnede iki farklı piyes oynansa birbirine karışır. Bak bu âlem sahnesine! Milyarlarca piyes aynı yerde oynanıyor, hiçbiri diğerine karışmıyor. Bu nasıl oluyor, hiç düşündün mü? Sen bir işyeri sahibi isen, elinin altındaki personele, en ufak bir aksamada hemen hesap soruyorsun! Ya seni yoktan var eden yüce Kudret, verdiği ömrü ve nimetleri hiç sana sormayacak mı? “–Ey insan! Seni, (ana rahminde) şekilsizlikten (nutfe, alaka, mudga gibi hâllerden) çıkarıp en güzel şekilde yaratan, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8) Okuyorsun, ilim peşindesin. Fakat esas tahsilin ne olduğunu biliyor musun? Varlığının mânâ ve gayesini bildirmeyen bir tahsilden tatmin olabiliyor musun? Esas tahsilin; mânâ ve gayesini “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (elAlak, 1) emrine uyarak, Cenâb-ı Hakk’ın azametini okumak, O’nu kalpte tanımak ve O’nun nimetlerine şükür hâlinde yaşamak olduğunun farkında mısın? Böyle bir okuyuşun var mı? İslâm kültüründen daha büyük, daha şümullü, daha sağlam bir kültür var mı? Hayatın her safhasını İslâm gibi, huzura kavuşturacak şekilde tanzim edebilen bir başka sistem var mı? Ölüm nedir? Yok oluş mu? Deizm; ölüm için, ölümden sonrası için ne söyleyebilir? Ölüm ve ötesi için ancak, gaybı bilen Allah ve O’nun gayba kısmen muttalî kıldığı peygamberler açıklamalarda bulunabilmiştir. Adâletin yerini bulmadığı haksızlıklar, öylece kalmalı mı? Yoksa bir gün hak yerini bulmalı mı? Ne dersin? Aklın insana mutlak olarak yol gösterebileceği iddiası çok fazla teorik değil mi? Hiçbir örneği var mı? Aristo’ya aklı, İskender’in baskıları karşısında yardımcı olabildi mi? Atom bombasını îcat eden sözde akıllılar, onu mâsumların üzerine atacak zâlim ellerden koruyabildiler mi? Filozofların hayatlarını hiç okudun mu? Âleme nizâmat vermeye kalkan o akılperestlerden birçoğunun, hayatlarının nasıl çirkinliklerle, tezatlarla, ahlâksızlıklarla, intiharlarla ve diğer suçlarla dolu olduğunu biliyor musun? Kendisine fayda vermeyen akıl, nasıl insanlığa yardımcı olacak? Aklın, hayra da şerre de âlet edilebilen, iki ucu keskin bir bıçak olduğunun ne zaman farkına varacaksın? Ahlâkın temelini düşün. Hak din olmadan, ahlâk olur muydu? Akla dayalı ahlâkta insanlığın ittifak etmesi mümkün mü? İttifak edilmeyen karmakarış bir düzenin insanlığa ne faydası var? Huzur va‘deden kapitalistler, niçin para uğruna; «Laissez faire, laissez passer / Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!» diyerek her türlü mel‘aneti mubah gördüler de kan içici kartelleri palazlandırdılar? Hani kapitalistlerin va‘dettiği bolluk, huzur ve saâdet? Sadece bir avuç mutlu azınlığa konfor, rahat ve servet, gerisi talihine küssün! Öyle mi? Âh katran rengine dönmüş vicdanlar! Komünistler, eşitlik va‘diyle yola çıktılar. Milyonlarca kelle üzerinde hâkimiyet kurdular. Fakat sonunda niçin partilileri palazlandırdılar? Kapitalizm veya komünizmden insanların en ufak bir umudu kaldı mı? Zekât, infak, sadaka, fitre, vakıf, keffâret ve benzeri ibâdet ve mükellefiyetlerle, zenginden fakire doğru ciddî bir maddî akış sağlayan ve bunu, zorla değil ibâdet vecdiyle gerçekleştiren, İslâm’dan başka bir nizam var mı? İşte kürtaj, birçok vicdansız akla ve akıl temelli sisteme göre, mâsum! Hattâ hak ve hürriyet!.. Cinayeti haklı gören bir akıl ahlâkı… Sen kalbi atan bir bebeğin, sırf annesi istemiyor diye, öldürülmesine râzı olur musun? Vicdânın böyle bir cinayete el verir mi? O bebek sen olsaydın, buna râzı olur muydun? İşte aileyi kökünden yok eden, fıtrata aykırı cinsî sapkınlıklara, hürriyet nâmına yol veren hattâ teşvik eden akıl… İşte BM’de, 5 vetocu ülke, kendine yakın gördüğü, menfaati sebebiyle kayırmak istediği ülkelerin zulmüne de hâmî oluyor. Bu idarecilerin hepsi; materyalist, hümanist, kapitalist veya sosyalist zihniyet sahibi… Deist, kapitalist, sekülarist… Bu dünya düzeninin geleceği, sana aydınlık görünüyor mu? Başta çevre tahribatı olmak üzere, nesli tükenen mahlûklar, kitle imha silâhları, zulümler ve sömürgeler; bütün bunlar akıl ve bilim temelli bir dünyanın eseri değil mi? Nerede aklı, cinnetten ve vahşetten muhafaza edecek çare? Batıyı, teknolojinin ve maddî gücün sarhoşu olmadan; aile, insan gibi değerlerle yeniden değerlendirdiğinde, söyler misin, onun özenilecek bir tarafı var mı? Dünün insanı mı daha mesut, yoksa bugünün insanı mı? Onca bolluğa, rahatlığa, konfora rağmen? Evet, buna rağmen körelen ve sağırlaşan vicdanların pençesinde işte matem yurdu ülkeler, garip, esir ve yalnız insanlar! Bugün Mısır, Suriye, Filistin, Yemen ve Myanmar’da yaşanan zulümler karşısında bir insan olarak vicdânın rahat mı? Hiç vicdan azâbı çekmiyor musun? Bir trafik kazası, uçakta bir türbülâns, bir deprem… Mutlaka böyle bir an yaşamışsındır. Böyle bir anda yaşadığın dehşetli korku nedir? Böyle bir anda, içinde her şeye gücü yeten bir varlığa bir sığınma, bir yalvarma duygusu hissettin değil mi? Ölüm ve ötesinin, bundan çok daha dehşetli ve uzun sarsıntılarının olacağının farkındasın değil mi? Sana din, inanç hususlarında gaflet ve dalâlet telkin eden kişileri bir düşün, sana o dehşet anlarında yardımcı olabilirler mi? Öteler hakkında, kimin sözü dinlenmeli? Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, 632 yılında Hakk’a irtihâl etti. Fakat öyle hadîs-i şerifler var ki, âdetâ günümüzü tasvir ediyor. Böyle bir zâtın, âhiret hakkında bildirdiklerine inanmamak doğru olur mu? Çürük ve sağlam elmalar aynı kabul edilemez. Çok basit bir mantık hatası olur. Öyleyse tahrif edilmiş dinlerle, hiç tahrif edilmemiş, en doğru ve yegâne hak dîn olan İslâm’ı hangi mantıkla aynı kefeye koyalım? İslâm hakkında yeterince bilgi sahibi olduğuna emin misin? Bir mesele hakkında doğru bilgilere sahip olmadan, kanaat sahibi olmak doğru olur mu? Bilgi sahibi olduğunu söylüyorsan, hangi kaynaklardan? Karalayıcı ifadeler, gerçek bir bilgi sağlar mı?
Ey deistim diyen kişi;
Sonsuzluğu hiç düşündün mü? Sonsuz cennet veya sonsuz azap? Üç günlük dünya keyfi, ebedî bir âhireti yakmaya değer mi? Dünyada Allâh’ın bizden istediği ibâdet ve kāidelerin tamamının bizim lehimize, bizim faydamıza olduğunu biliyor musun? İnsan, bir üniversite tercihi yaparken; «Acaba doğru mu yaptım?» diye uzun uzun düşünüyor. Ebedî hayat ile alâkalı karar ve tercihlerinde, yeterince düşündüğüne emin misin? Yoksa kalabalığa mı uyuyorsun? Zerreden kürreye muazzam bir ekolojik denge içinde, yani hiçbir varlığın başıboş olmadığı bir âlemde insanın başıboş bırakılacağına aklın ihtimal veriyor mu? İstifâde ve tefekkür etmemiz için Allah tarafından bizim hizmetimize âmâde kılınan varlıklar, imkânlar ve nimetler, bize musahhar kılınmayıp da hepsi kendi başına buyruk ve tamamen başıboş olsaydı, bir düşün; bu dünyadaki ekolojik denge nasıl allak bullak olurdu! Gerek sana, gerek diğer varlıklara hiçbir hayat imkânı olmazdı. Her şey birbirini ânında yok ederdi, kâinat bir harâbeye dönerdi. Fakat gözünü aç da bak; kâinat nasıl muazzam bir âhenk içinde seyrediyor… Şu âyetin ne demek istediğini biraz düşünsen ne kaybedersin: “Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve tekrar Bizim huzûrumuza döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) Allâh’ın kâinâtı yarattıktan sonra ona müdahale etmediğini kim iddia edebilir? Bunun bir ispatı var mı? Eğer fizik kanunlarına tâbî bir akış var, diyorsan, o kanunları kim koydu? Bilim, fizik kanunlarının tamamını tespit edebildi mi ki, kâinattaki oluşların hepsinin o kāideler içinde cereyan ettiğini iddia edebilelim? Bilâkis kuantum fiziğinde; kāideleştirilemeyen, sebep netice bağlantısıyla îzâh edilemeyen noktaların varlığı biliniyor. O hâlde, Allâh’ın kâinâta müdahale etmediği iddiası doğru olur mu? Ya fizik kanunlarına sığmayan, içtimâî hâdiselerin akışında, kendi hayat hikâyende ve toplumların tarihinde ilâhî bir kaderin müdahalelerini göremiyor musun? Bir gün Rabbinin huzûruna getirildiğinde; O’nu inkâr etmiş olmanın, gönderdiği peygamberleri yalan saymış olmanın, indirdiği kitapları okumamış ve kendisine rehber edinmemiş olmanın, bir mazeretini bulabilecek misin? Va‘dettiği sonsuz cenneti düşünürsen, Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyadaki kısacık ömründe, senden istediği vazifeler sence çok mu?
Bu sualleri düşün, cevabını ara!..
Asıl senden cevap bekleyen sualler bunlardır. Eğer nefsini susturur, vicdanınla ve kalbinle, Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatlarına yönelirsen, hak dînin gönlümüze nasıl huzur ve saâdet verdiğini göreceksin. Vesveseler dağılacak ve nûra ereceksin.
Selâm, hidâyete tâbî olanlaradır!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Yayınları, Aklın Cinneti DEİZM
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/islami-teblig-uslubu-nasil-olmalidir.html