İslam’da Gerçeklik (Realizm) İlkesi

İslam’da Gerçeklik (Realizm) İlkesi

İslam’da gerçeklik (realizm) ne ifade eder? Beşerî dünya görüşleri (Komünizm, Kapitalizm, Liberalizm vs.) ne diyor? İslam’da hakikat kavramı.

İslâm prensipleri, insanın saâdetini temine medâr olacak hükümler getirir ve bu hükümlerinde dâimâ realiteyi/gerçekleri dikkate alır. Ayrıca İslâmî hükümler, insan tabiatının değişmeyip hep aynı kalan fıtrî husûsiyetlerine göre olduğundan, bunlar zaman ve mekân değişikliğiyle muallâkta kalmayıp dâimâ ehemmiyetlerini devam ettirirler. Bu bakımdan İslâmî hükümler için eskimek, geçerliliğini yitirmek söz konusu değildir.

BEŞERİ DÜNYA GÖRÜŞLERİ

Beşerî dünya görüşleri, teorik/nazarîdir. Meselâ Komünizm hiçbir zaman Marks’ın masa başında düşündüğü ve zannettiği gibi tatbik edilememiştir. Çünkü realist/gerçekçi değildir. İnsan fıtratına ve hayatın hakîkatlerine aykırıdır.

Nitekim Marks, insanların farklı istîdatlarla yaratılmış olduğu gerçeğini görmezden geldi. Meselâ bir atletizm yarışında hakem düdüğü çalar, bütün atletler var güçleriyle koşmaya başlar, en hızlı koşan da kazanır. Fakat Marks âdeta; “Böyle olmasın, herkes eşit olsun.” dedi.

Komünizm; müteşebbis, çalışkan, cesur ve azimli bir insan ile bu vasıflara sahip olmayan pasif bir insanı, iktisâdî ve içtimâî mânâda eşitlemeye kalktı. Müdür, patron veya sanatkâr olacak seviyedeki bir insanı, sıradan ve vasıfsız çalışanın şartlarına mahkûm etti. Bir sene fabrikanın müdürü olan, öbür sene bekçisi olsun, dedi. İnsanların istîdat farkını görmezden gelen, dolayısıyla kâbiliyetlerin körelmesine yol açan bu yapı da tabiî olarak nefret uyandırdı.

Diğer dünya görüşleri de hayatın gerçeklerinden uzaktır.

Kapitalizm, insan nefsindeki ihtirasların, kontrolsüz bir serbestlik durumunda daha fazla zulüm ve haksızlıklara yol açacağı hakîkatini görmezden gelir.

Liberalizm, hürriyetin sadece iyilik getireceği şeklindeki gerçek dışı bir safsataya dayanır.

Hristiyanlık, ruhbanlıkla insanın beşerî ihtiyaçlarından kurtulacağı hayâline inanır.

Zihinde şekillendirilirken, -felsefede ütopya denildiği gibi- farazî olarak düşünülen ideolojiler, insan ve hayatın gerçekleriyle karşılaştıklarında insicam ve bütünlüklerini kaybetmiş ve dağılmışlardır. Bu sebeple de saâdet değil, sefâlet getirmişlerdir.

FITRİ VE ŞERİ HÜKÜMLER

İnsanın nasıl saâdete kavuşacağını en iyi şekilde bilen, insanın yaratıcısı olan Allah Teâlâ’dır. İslâm, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilmine istinâd ettiği için, insanın yaratılış gâyesine ve bu gâyeyi gerçekleştirmek üzere donatıldığı fıtrî temâyüllere uygun olarak emir ve nehiylerini tâyin etmiştir. Bu sebeple insanın gerçek huzur ve saâdeti ancak, fıtrî ve şer’î olan hüküm ve kâideler ile temin edilebilir.

Fıtrî; Allâh’ın yaratırken verdiği husûsiyetlere muvâfık,

Şer’î; Allâh’ın gönderdiği dînî esaslara muvâfık demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın küllî ilmine dayanan İslâm, bozulmamış bir insan fıtratının ve selîm bir aklın çirkin görüp reddettiği şeyleri yasaklamış, faydalı ve makbul gördüğü şeyleri de emretmiştir.

Diğer taraftan, İslâm’da gerçekçiliğin bir mânâsı da, her esasın hak ve hakîkat ölçülerine istinâd etmesidir. “İlimcilik” prensibinde de îzah edileceği üzere; İslâm’da hayatın her safhasını tanzim eden esaslar, aslâ hurâfe, mesnetsiz rivâyet, -illet ve hikmeti olmayan- kulaktan dolma gelenek ve göreneklere istinâd etmez. Usûl-i fıkıh ilmiyle çerçevesi belirlenen hak ve hakîkat ölçülerine dayanır.

Buna göre İslâm’da her hükmün; tespit edilebiliyorsa illetleri, değilse hikmetleri vardır. Maslahatı, yani müslümanların dînî ve dünyevî menfaatlerini gözetmek; buna mukâbil mefsedetlerden, yani müslümanları dînî ve dünyevî bakımdan zarara uğratacak hâllerden korumak esastır.

Fıtrîlik

İslâm fıtrî bir dindir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allâh’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm, 30)

Zaman ve mekânın şartları değişse de insanın doğuştan gelen fıtrî husûsiyetleri, aslî mâhiyeti itibârıyla hep aynı kalır. Bu durum, ilk insan olan Hazret-i Âdem aleyhisselâm’dan kıyâmeti görecek son insana kadar değişmez.

1400 sene evvel nasıl câhiliye insanı varsa, bugün de câhiliye insanı var. O gün nasıl fazîlette zirveleşen insanlar varsa, bugün de var. Yani Allâh’ın kullarına verdiği fıtrî temâyüller zamanla değişmez. Bu sebeple insan fıtratını dikkate alan İslâmî emir ve nehiyler de, hiçbir zaman değer kaybına uğramaz. İslâm, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığın huzur ve saâdetine vesîle olan yegâne dindir. Muharref ve bâtıl dinler ile beşerî sistemler ise bu mükemmellikten mahrumdur.

İslâm’ın fıtrî oluşunun en bâriz alâmetleri şunlardır:

İslâm, insandaki beşerî ihtiyaçları görmezden gelmez, onları dikkate alır. Evvelâ onları, insanın ebedî saâdetine medâr olacak ölçülerle tanzim eder. Sonra da -tecrid prensibinde izah ettiğimiz üzere- idealize eder, yani ulvî bir gâyeye bağlar.

Yine İslâm, insanlardaki fıtrî farklılıkları gözeterek, “azîmet” ve “ruhsat” şeklinde tercihlere yer verir. Zaruretler karşısında ve lüzûmu hâlinde, hükümlerinde esneklik gösterir, kolaylıklar sağlar. Meselâ;

Su bulunamaz veya bulunduğu hâlde kullanılması mümkün olmaz ise teyemmüm ile abdest almaya cevaz verir. Namazı ayakta kılacak gücü olmayana oturarak, ona da gücü yetmeyene îmâ ile edâ edebilme imkânı verir. Farz olan Ramazan orucunu tutmakta zorlanan hasta veya yolcunun, oruç borçlarını sonradan kazâ etmesine müsâade eder. Kazâ etme imkânı dahî olmayacak derecede hasta veya yaşlı olana da, fukarâya fidye vermek sûretiyle bir telâfi yolu gösterir.

Yani mükellefiyetleri kaldırmaz, her hâlükârda kulluğun yerine getirilmesini ister. Fakat bunu mümkün kılacak şekilde de kolaylıklar ihsân eder.

Yine İslâm, hak ve mükellefiyetleri tayin ve taksim ederken, fıtratı gözetir:

Çocukları, bülûğ çağına kadar mükellef tutmaz. Onlara, terbiye edilmeleri için zaman tanır. Kadınlardan; annelik vazifesini zorlaştıracak ve nârin bünyelerini zorlayacak olan, nafaka temini ve cephede cihad gibi vazifeleri istemez.

Buna mukâbil, yine gerçekçi olarak, kadının mirastaki payını, erkek kardeşinin yarısı olarak tanzim eder. Fakat bunu dengeleyecek şekilde erkek kardeşe de, kız kardeşe yüklemediği bazı mükellefiyetler yükler.

Ayrıca mirastaki bu taksimin bir hikmeti de; evlilikler ekseriyetle küfüv/denk âileler arasında gerçekleştiğinden, kadının kocasına bağlılık ve îtimâdını bir de iktisâdî bakımdan takviye ederek âile yapısının daha da sağlamlaşmasının teminidir.

Bunlar; kadını alçaltmakla alâkası olmayan, bilâkis onu daha da korumayı hedefleyen ve hayatın hakîkatlerini göz önünde bulundurmaktan kaynaklanan, gerçekçi/realist tavırlardır.

Günümüzün seküler dünyasında ise, sanki kadın ve erkeğin fıtrî husûsiyetleri eşitmiş gibi hak ve mükellefiyetler tayin edilmiş, yaratılış itibârıyla nârin olan kadın, erkekle rekabete zorlanmıştır. Bu durum ise aileyi bitme, toplum ahlâkını da çökme noktasına getirmiştir.

Hâlbuki fıtrata, yani yaratılışa bakıldığında, Batı nizâmının, insanlığı gerçek dışı bir gerekçe ile ifsâda zorladığı görülecektir.

Bünyesinin erkek kadar dayanıklı olmayışı, rûhundaki letâfet ve hislerindeki rikkat sebebiyle, kadın fıtratı her şeyiyle, aile ve çocuk için yaratılmış gibidir. Fıtratı bozup, kadının rûhunu erkekleştiren, hislerini körelten ve hattâ vücudunu da kimyevî maddelerle tağyir eden Batı medeniyeti ise, toplumu ifsâd edecek bir yapı ortaya çıkarmıştır.

Sâliha hanım, bir milleti âbâd edecek mânevî güç iken, fıtratı bozulmuş kadın ise, toplumu berbâd edecek bir fitne kaynağı olmaya namzet hâle gelir.

Aslî mevkiini kaybederek kaldırımlarda çiğnenen çiçeklerin ve çöpe atılmış pırlantaların hâli ne kadar hazindir!..

İslâm’ın gerçekçi ve fıtrî oluşunun bir başka misâli de, teşrîi esnâsında, yani emir ve nehiylerini tayin ve tebliğ ederken, tedricîliği gözetmiş olmasıdır. İnsan tabiatının hâdiselere yavaş yavaş intibak edip alışabilmesi sebebiyle, meselâ içkinin yasaklanması, dört merhalede gerçekleşmiştir.

“İnsaniyetçilik” bahsinde ifade ettiğimiz üzere, İslâm’ın köleliği kaldırmamış fakat şartlarını olabilecek en iyi hâle getirmiş olması da, gerçekçi/realist olmasına bir başka misaldir.

İslâm’ın gerçekçi yapısına bir başka misal de şudur:

“Tamamı elde edilemeyen bir şey, tamamen terk de edilmez.” (Mümkün olan kısmı elde edilmeye çalışılır.)

Meselâ namazlarında arzu edilen mükemmelliğe ulaşamamış olanlar, bu hâle bakıp ümitsiz olmamalı ve yollarına devam etmelidirler. Bir gram altın elde etmek için nasıl ki tonlarca toprak elenirse, namazı mükemmel kıvamda kılabilmek için de -sathî ve taklidî mâhiyette de olsa- ona sabır ve sebatla devam etmek lâzımdır.

İslâm’ın tamamının yaşanmasına müsaade edilmeyen komünizm gibi baskıcı rejimlerde de müslümanların varlıklarını sürdürebilmeleri ve ellerine geçen ilk fırsatta, yeniden dinlerini hayatlarının her safhasına tatbik etme gayretine dönmeleri de bu prensibin bir tezâhürüdür.

İslâm’ın bütün tâlimatlarında insan fıtratına uygunluk görülür. Fakat burada; “İnsan aklı da bu fıtrî ve tabiî esasları bulamaz mı?” şeklinde bir suâl akla gelebilir. Buna cevâben deriz ki:

Beşerî sistemler, dâimâ ifrat ve tefritlere sürüklenmekten kurtulamadıkları için fıtrata uygunluğu kaybederler. Kimi insan için % 5, kimi insan için % 10 geçerli olan bir hakîkati kendi gözlerinde büyüterek neredeyse % 100 yerine koyarlar. Meselâ;

Komünizm ve Kapitalizm insanı sadece iktisâdî bir varlık,[1]

Psikanaliz sadece bir şehevî varlık,

Katoliklik ve Budizm sadece rûhânî bir varlık şeklinde görme hatasına düşer.

Yine beşerî sistemler; gaybı, istikbâli ve içtimâî hamlelerin neticelerini bilemedikleri için, zihinlerinde plânladıkları gibi neticelere ulaşamazlar. Çünkü beşerî ilmin insana dâir keşfettiği bilgiler, âdeta bir buz dağının görünen kısmı kadar bile değildir. İnsan, hâlâ büyük bir muammâdır. Onu Hâlık’ından başkası kâmil mânâda bilemez, tanıyamaz.

Bu sebeple, hayatın tanzîminde fıtrî ve tabiî gerçeklere uygun bir netice elde edebilmek için, vahyin rehberliğine ihtiyaç vardır.

İslâm, kâinâtı yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’ın aslâ bozulmamış dînidir. Bu sebeple fıtrî gerçeklerle, şer’î hakîkatler tam bir mutâbakat içindedir. Bunu idrâk edemeyenler, ancak nefsâniyet, gaflet veya tarafgirlikle bakanlardır.

EDİLLE-İ ŞER’İYYE

İslâm, hayatı beşikten mezara kadar tanzim eden bir sistemdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak kullarına, zamanla ortaya çıkan yeni ihtiyaçları için içtihad kapısını açık bırakmıştır. Bu içtihad izni, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına büyük bir lûtfudur. Zira bu, insanlar için büyük bir rahmet ve kolaylık vesîlesidir. Nitekim içtihad, İslâm’a esneklik kazandırmış, değişik toplum ve çevrelerde yayılmasını kolaylaştırmış ve İslâmî hükümlerin yeni hâdiselere rahatlıkla tatbikini sağlamıştır.

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bir hâkim hükmedeceği zaman içtihâd eder, yani hakkı arayıp hükmeder de sonra bu hükümde isabet ederse, o hâkime iki ecir vardır (hakkı aramak ve isabet etmek sevapları).

Eğer hâkim hükmedeceği zaman hakkı içtihâd edip arar, fakat sonunda hatâ ederse, bu hâkime de bir ecir (hakîkati arama sevabı) vardır.” (Buhârî, İʻtisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15)

Şer’î delillerden hareketle içtihadda bulunan, yani hak ve hakîkati araştırıp dînî hükmü beyân eden kimseye müçtehid denir.

Müçtehid, dînî meselelerde maddî ve mânevî bakımdan salâhiyetli kimsedir. Bir hususta içtihadda bulunmak için, istinbât metodunu kullanır. İstanbât, kelime mânâsı itibârıyla kuyudan su çekip çıkarmak demektir. Müçtehid bir âlim de bir meseleyle ilgili muhaddislerin, müfessirlerin hazırlamış olduğu eserlerden bütün şer’î delilleri toplar, inceler ve oradan hüküm çıkarır.

Nasıl ki tıp ilminde salâhiyeti olmayan bir kişi doktorluk yapamazsa, içtihadda bulunma salâhiyeti de o sahanın üstadları olan müçtehidlere âittir. Fakihler de meselelerle ilgili müçtehidlerin içtihadlarına bakarak, zamanın şart ve zaruretlerine göre fetvâ verirler. Bütün bunlar, ciddî bir İslâm kültürü ve usûl bilgisi gerektirir.

Dolayısıyla dînî ilimlerde bu seviyeye ulaşmamış bir kimsenin, sırf Kur’ân meâline bakarak veya bir hadîse dayanarak kendi kendine hüküm çıkarması, pekçok yanlışa sebebiyet verebilir. Müslümana düşen, müçtehid imamlara ve fetvâ salâhiyetine sahip fakihlere tâbî olmaktır.

İslâm’da dört aslî delil vardır:

Kitap (Kur’ân-ı Kerîm) Sünnet (Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadisleri) İcmâ Kıyas

Kitap ve Sünnet; ilâhî ve nebevî tâlimatlardır, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerdeki hükümlerdir.

İcmâ:

Bir asırdaki müçtehid âlimlerin, bir meselenin hükmünde ittifak etmesidir. İcmâın varlığı, hüküm için ayrı bir kuvvet teşkil eder, hükmün sonraki asırlarda farklı şekillerde te’vil edilmesine mânî olur.

Kıyas:

Sonradan ortaya çıkan ve şerîatte hükmü belirtilmeyen meseleler nasıl vuzuha kavuşturulacaktır?

Müçtehid, hükmü bildirilmemiş mesele ile, şerîatte hükmü bildirilmiş bir mesele arasında, ortak nokta (illet) tespit edebilirse, onun hükmünü diğerine de teşmil eder. Buna kıyas denir.

Meselâ, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem zamanında olmayan çok farklı içki türleri ve uyuşturucular, sonraki asırlar içinde îcâd edilmiş veya bulunmuştur. Asr-ı saâdette ise hurma ve üzümden yapılan şarap biliniyordu ve bu haram kılınmıştı. Bu haram kılmanın illeti, hadîs-i şerîflerin de yardımıyla; “iskâr” yani “sarhoş edicilik” olarak tespit edildi.

Kıyas sayesinde, sarhoş edici her maddeye kıyâmete kadar “hamr/içki”nin haram olma hükmü tatbik edilecektir.

֍

Müçtehidler, evvelâ aslî delillere bakarlar. Fakat bir meselede aslî delillerde hüküm bulamazlarsa, bu defa “fer’î deliller” denilen ikinci dereceden delillere müracaat ederler. Bunları da şöyle hulâsa edebiliriz:

İstihsân:

Kıyâsın daha derin ve zor anlaşılan şeklidir. Çeşitli zaruretler ve zorluklar sebebiyle, umûmî kâidelerin dışında bir hükme varmayı mümkün kılar.

İstihsân, müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir meselede benzeri hükümlerden başka bir hükme başvurmasıdır.

Meselâ umumî kâideye göre, bir hayvanın ağzının değdiği su veya gıda artığının temizlik durumu, o hayvanın etinin yenilip yenilmemesine kıyâs edilir. Dolayısıyla, eti yenmeyen hayvanların artığı yani ağzının değdiği su veya gıda bakiyesi de necistir.

Fakat açık alanlarda, eti yenmesi haram olan yırtıcı kuşların artığının necis sayılması, bir güçlük meydana getirmiştir. İnce bir kıyas yapıldığında, bu kuşların gagalarının suyu kirletmeyen bir yapıda olduğu görülür. Kara hayvanlarının artıklarının pis olması, salyalarının suya karışmasındandır. Fakat kuşlarda bu durum yoktur. Gagaları kemik/kıkırdak yapısındadır. Bu sebeple yırtıcı kuşların artığı, necis değil mekruhtur.

İstihsân, Kur’ân ve Sünnet ile sâbit bazı hükümlerin îzâhında da kullanılır:

Meselâ; umumî kâideye göre, oruç tutanın bir şey yiyip içmesi orucunu bozar. Fakat oruçlu olduğunu unutarak yiyip içmesi, hadîs-i şerîfin hükmüyle, orucu bozmaz. Hadîs-i şerîfteki hüküm, umûmî kâideye bir istisnâ getirmiştir. Çünkü dinde ağır meşakkat vermek yoktur.

Istıshâb:

Lügatte, beraberce bulunma (musâhabet) veya beraber olmanın devam etmesi (sohbet) mânâsına gelir. Istılahta ise şöyle tarif edilmiştir:

Mâzide sâbit olup sonradan değiştiği bilinmeyen bir şeyin, hâl-i hazırda da aynen kalmasına hükmetmektir. Istıshab, bütün mezheplerin kabul ettiği bir delildir.

“Eşyâda aslolan, ibâhadır / mubah kılmadır.”

Meselâ, aksine bir hüküm yoksa, yeni bulunmuş bir meyve veya sebzeden istifade etmek, mubah kabul edilecektir. Çünkü bitkilerde haram yoktur.

Yeni bir ticârî metot ortaya çıksa, bakılır; şayet muhtevâsında fâiz, ihtikâr, gabn-i fâhiş gibi, İslâm’ın yasakladığı mahzurlu bir durum yoksa, mubah olması esas kabul edilecektir.

Istıshâbın farklı hükümlerine misal verelim:

Bir insan ortadan kaybolsa, derhâl öldüğüne hükmedilmez; nikâhı devam eder, bakmakla mükellef olduğu kişilere malından nafaka verilmeye devam edilir. Uzun süre gelmezse, öldüğüne hükmedilebilmesi için fukahânın koyduğu birtakım esaslar vardır.

Diğer bir misal:

“Berâet-i zimmet esastır.”

Bu, aynı zamanda muhâkeme usûlünün mühim bir prensibidir. Yani aksi ispatlanmadıkça bir kişinin mâsum ve borçsuz oluşu esastır. Bir kişi dâvâ açıp, bir başka şahsın suçlu veya borçlu olduğunu iddiâ ediyorsa, bunun ispatı, iddiâ sahibinden (dâvâcıdan) istenir. Dâvâlıdan mâsumiyetini veya borçsuzluğunu ispatlaması istenemez.

Örf:

Toplum vicdanından doğan, akıl yönünden de dînî bakımdan da güzel olan, selîm tabiat (sağduyu) sahipleri tarafından yadırganmayan, sürekli tatbik edilerek alışkanlık hâline gelmiş olan, yazılı olmasa da insanların umûmiyetle riâyet edegeldikleri, hakkâniyete uygun, mâkul ve münâsip davranış kalıpları, yaygın kanaat ve kâideler bütünüdür. Böyle örf, âdet ve teâmüller de, ihtiyaç hâlinde kendilerine müracaat olunan şer’î birer delildir.

Mecelle’de yer alan bir kâidedir:

“Âdet, muhakkemdir.”

Yani âdet îcâbı olan bir şey, sağlam bir şart gibi dikkate alınır.

Fakat örfün meşrû bir delil sayılabilmesi için, aslî kaynaklar olan Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif olmaması, dar değil geniş bir çevrede insanlarca benimsenmiş olması gerekir.

Meselâ kız çocuklarına miras vermemek ve kan dâvâsı gibi kötü gelenekler, İslâm nazarında reddedilmiştir.

Maalesef bu iki husus, Anadolu’da hâlâ kanayan bir yaradır. Miras hakkında Kur’ân’ın apaçık hükmü ortadayken, kız çocuklarının mirastan mahrum bırakıldığı, hattâ bu haklarını talep etmelerinin dahî ayıp karşılandığı yöreler mevcuttur. Hâlbuki bu bir hak gasbıdır, kişinin âcizliğinden istifadeyle malını çalmaktan farksızdır. Ne yazık ki bu mevzuda örfî hukuk, şer’î hukuka tercih edilerek ağır bir kul hakkına girilmektedir.

Kan dâvâsı da böyledir. Bu da açık bir cinayettir. İslâm, bu nevî uygulamaları, toplumlarda ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun reddetmiş, bâtıl ve geçersiz örfler olarak kabul etmiştir.

Zira İslâm’da şer’î hüküm varken örfî teâmüllere îtibar edilemez. Örfler, ancak Allâh’ın hükümleriyle çelişmediği ve insanlığın huzur ve saâdetine hizmet ettiği nisbette makbul ve mûteberdir.

Diğer taraftan örfler, daha ziyade muâmelât sahasında delildir. Meselâ alışveriş akitlerine, nakliyeyi şart olarak dâhil etmek, uygun görülmemiştir. Fakat beyaz eşya, odun ve kömür gibi malların satışında, nakliyenin satıcıya âit olması bir örf hâline gelmiştir. Bu sebeple bunun şart koşulması, akde zarar vermez.

Evlilikte de zevcin zevceye küfüv/denk olması meselesinde nelerin ölçü alınacağına dâir, yine örfün, yani toplumdaki umûmî kanaatlerin mühim bir yeri vardır.

Mesâlih-i Mürsele:

Mesâlih; bir şeyin maksada uygun özellikte olması, fesâdın zıddı, iyi, uygun, elverişli, faydalı, sâlih olana ulaştıran, mânâsına gelen “maslahat”ın cemisidir (çokluk hâlidir).

Kitap ve Sünnet ile sâbit hükümlerde de, mü’minlerin dünyevî ve uhrevî menfaatinin gözetildiği, her hükümde hikmet ve illetlerin bulunduğu bilinmektedir. Bunlar zaten şer’an mûteber maslahatlardır.

Buna mukâbil İslâm, bazı maslahat ve menfaatleri, karışık bulundukları mefsedetten dolayı, reddeder. Bunlara da mülgâ maslahatlar denir. Meselâ, haram olan içkinin, onunla meşgul olan kişilere ticarî menfaatleri olabilir. Fakat içkinin zararının giderilmesinin lüzumu, bütün o faydaları hükümsüz kılar.

Mesâlih-i mürsele ise, Şâri‘in (hüküm koyucunun) îtibar ettiği de iptal veya ilgâ ettiği de bilinmeyen maslahatlardır. Bu menfaatlerin; umûmî, mâkul ve kat’î olması şarttır.

Meselâ yangınları söndürmek için bir itfâiye teşkilâtı kurulması, Kur’ân ve Sünnet’te emredilmemiştir. Fakat mü’minlerden zararı defetmek ve onlara fayda sağlamak bakımından meşrû görülmüştür.

Yine, müslüman erkeklerin ehl-i kitap kadınlarla evlenmeleri şer’an câizdir.[2] Fakat Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yabancı kadınlarla evlenmenin yaygınlaşarak müslüman kadınlara rağbet edilmemesi endişesiyle, buna fazla meyledilmemesini tavsiye etmiştir.[3] Böylece hem müslüman kadınların hakkını hem de İslâm toplumundaki nizâmı koruma maslahatını gözetmiştir.

Yine Hazret-i Ömer radıyallâhu anh’ın hilâfeti zamanında şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olmuştu. Öyle ki dokuz ay boyunca yağmur yağmamış, nice hayvan telef olmuş, pekçok insan yiyecek bir şey bulamaz hâle gelmişti. Hazret-i Ömer radıyallâhu anh o kıtlık zamanında yiyecek çalan hırsızlara el kesme cezasını tatbik etmemiştir.[4]

Zira İslâm, açlıktan ölümle burun buruna gelindiği takdirde gayr-i meşrû bir yoldan karnını doyurmayı suç saymaz. Böyle yapan birine cezâî müeyyide uygulamaz.

Nitekim Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem zamanında başından geçen bir hâdiseyi Abbâd bin Şurahbîl radıyallâhu anh şöyle anlatır:

“Bir zamanlar çok fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullâh’a götürüp şikâyet etti. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem, bahçe sahibine (benim hâlimi kastederek):

«−Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!» buyurdu.

Sonra bahçe sahibine, torbamı bana iâde etmesini söyledi. Daha sonra da Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem bana bir veya yarım sa‘[5] miktarında yiyecek verdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

Sahâbî Kavli:

Bir müçtehid, karşılaştığı mesele ile ilgili aslî kaynaklarda bir delil bulamazsa, o hususta mevcut olan bir sahâbî sözüne îtibâr edebilir. Çünkü sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gözleriyle görmüşler; O’nun ilim, irfan ve feyzinden bizzat istifade etmişlerdir.

Onlar, Kur’ân’ın nüzûlüne şahit olmuş ve âyetlerin sebeb-i nüzûl (iniş sebeplerini) yakînen idrâk etmişlerdir.

Bu hususta farklı görüşler olmakla beraber, sahâbî kavli de fer’î deliller arasında zikredilmiştir.

Meselâ Hanefî mezhebi, kadınlardaki mâzeret günlerinin alt ve üst hududunu, Abdullah ibn-i Mes’ud -radıyallâhu anh-’ın kavline göre tayin etmiştir.

Sedd-i Zerâyi:

Sedd, kapatmak demektir. Zerâyi‘ ise, vesîle mânâsına gelen “zerîa”nın cemîsidir.

Kötülüğe giden yolları kapatmaya sedd-i zerâyi‘ denir. Buna mukâbil, hayra giden yolları açmaya da feth-i zerâyi‘ tâbir edilir.

Kur’ân ve Sünnet ile sâbit olan birçok hükümde, bu prensibin hikmet olarak mevcut bulunduğu görülür.

Bu delilin tatbikinde de bazı ölçüler vardır. Meselâ şarap îmâlâtına sebebiyet verir diyerek, üzüm yetiştirmek yasaklanamaz. Çünkü üzüm, kendisinden türlü şekillerde istifade edilebilen, helâl bir nîmettir.

Fakat kumar yasaklandığı gibi, kumar kartları ve zar ile, kumar olmayan oyunları dahî oynamak yasaklanmıştır. Çünkü bunun kumara alıştıracağı âşikârdır.

Dipnotlar:

[1] Eskiden bostan kuyuları vardı. Dolap beygiri de denilen bir atı bağlayıp gözünü kapatırlar, onu kuyu etrafında döndürerek su çıkartırlardı. Bağ ve bahçeler bu şekilde sulanırdı. O at, bazen kırbaç zoruyla bazen de yem torbası göstermek sûretiyle harekete geçirilirdi. İşte Komünizm, ekonomi çarkının dişlileri olarak gördükleri insanları âdeta kırbaç zoruyla, Kapitalizm de yem torbası gösterip kandırmak sûretiyle harekete geçiren, metotları farklı olsa da neticede insanı ezip sömüren iki beşerî sistemdir. [2] Bkz. el-Mâide, 5. [3] İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut, 1966, I, 257. [4] Bkz. Ahmed es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut: Dâru’l-Mârife, 1993, 9/140. [5] Sa‘: 3,328 kg.’lık bir ağırlık ölçüsü.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/islamda-gerceklik-realizm-ilkesi.html

İçeriği Oyla
E-bültene Abone Ol Merak etmeyin. Spam yapmayacağız.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hızlı yorum için giriş yapın.

Başka Yazı Yok

Giriş Yap

VEYA
close

Subscribe