İslam’da Cehennem Nedir? | Cehennem Neden Var?
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Cehennem nedir? Cehennem nasıl bir yerdir? Cehennem’e götüren zahiri-batini haramlar nelerdir? Cehennem neden var? Kimler cehenneme girecek? Cennet ve Cehennem ehlinin özelikleri nelerdir? Cehennem azabı nasıl olacak? Cehennem ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Cehennem hakkında merak edilenler.
Ebedî saâdet yurdu cennet ve Cenâb-ı Hakk’a isyan etmelerinden ötürü ilâhî azâba müstahak olanların gireceği cehennem yaratılmış vaziyettedir ve şu anda mevcuttur. Kıyâmet koptuktan sonra cehennem, bulunduğu yerden Mahşer yerine getirilecektir. Hidâyet güneşinden kaçarak küfrün karanlığında kalmayı tercih eden bedbahtlar, onunla cezalandırılacaktır.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“O gün cehennem getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var!?” (el-Fecr, 23)
Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz de hem bu hakîkati hatırlatmak, hem de cehennemin büyüklük ve dehşetine dikkat çekmek için şöyle buyurmuşlardır:
“Hesap gününde cehennem getirilir. Cehennemin yetmiş bin dizgini ve her bir dizgini çeken yetmiş bin melek vardır.” (Müslim, Cennet, 29)[1]
CEHENNEM NEDEN VAR?
Günahkâr kimseler cehennemde cezâlarını çektikten sonra oradan çıkarılırlar. Lâkin îmân etmeyenler cehenneme girdiğinde, artık onlar için ebedî bir azap başlamış olur.
Bu gerçeği de Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şu hadîs-i şerîfleriyle beyan buyurmuşlardır:
“Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehennem’e girdiği zaman, bir münâdî aralarında ayağa kalkarak:
«‒Ey ateş ehli, artık ölüm yok! Ey cennet ehli, artık ölüm yok! Bundan sonra ebediyet vardır!» diye nidâ eder.” (Buhârî, Rikāk, 50)
Cehennem’in dehşeti, büyüklüğü ve derinliği hakkında Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir:
“Bir defasında Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ile birlikte idik. Ansızın, düşen bir şeyin sesini duyduk. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem:
«‒Bu nedir biliyor musunuz?» buyurdular. Biz de:
«‒Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!» cevâbını verdik. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem:
«‒Bu bir taştır. Yetmiş sene evvel cehenneme atılmış, o günden beri aşağı doğru düşüyordu, daha yeni dibine varabildi. (Yani bu taş cehennemin dibine düştü ve siz de onun düşme sesini işittiniz).» buyurdular.” (Müslim, Cennet, 31; Ahmed, II, 371)
Cenâb-ı Hak, normalde insanlara duyurmadığı bir sesi, ibret olması için, o anda Peygamber Efendimiz’e ve yanındaki ashâbına hârikulâde bir şekilde işittirmiştir.
Burada tekrar hatırlatalım ki, bizdeki mesafe mefhumu, dünyevî şartlara göredir. Âhiret âleminin zaman ve mekân mefhumu ise kendine has bir keyfiyettedir. Dünya hayatının imkân ve şartlarıyla berzah ve âhiret âlemlerinin imkân ve şartları çok farklıdır. İnsan ölümle bambaşka bir âleme geçecektir. Bu sebeple berzah ve âhiret âlemleriyle alâkalı haberleri okurken dâimâ o âlemlerin farklı şartlarının olabileceğini göz önünde bulundurmalı, dünyada alıştığımız şartlara göre değerlendirme yapmamalıyız.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“O gün Cehennem’e «Doldun mu?» deriz. O da «Daha var mı?» der.” (Kāf, 30)
Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, bu âyet-i kerîmede bildirilen hâdiseyle alâkalı olarak şöyle buyurmuşlardır:
“Cehennem’e suçlular atıldıkça o, «Daha var mı?» diye sorar durur. Nihayet izzet sahibi olan Rabbimiz, üzerine ayağını[2] koyunca büzüşüp toplanır (içindeki boşluklar kapanır) ve (cehennem bu defa):
«‒İzzetin ve keremin hakkı için yeter, doldum artık!» der. Cennetteki fazla yerler ise devam eder. Allah Teâlâ oralar için yeni kullar yaratır ve onları cennetin artan yerlerine iskân eder.” (Müslim, Cennet, 38)
Hadîs-i şerîfte ifâde edilen, cennetin boş kalan yerleri için kendilerine ihsanda bulunacağı kullar yaratması ve cehennemin boş kalan yerlerini ise toplayıp yok etmesi, hem Cenâb-ı Hakk’ın kimseye zulmetmeyeceğinin[3] hem de rahmetinin gazabını geçmiş olduğunun bir ifâdesidir.
Yine Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bir sohbetinde ashâb-ı kirâma:
“‒Sizin (şu dünya) ateşiniz, cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir parçadır!” buyurmak sûretiyle cehennem ateşinin dehşet ve azametine dikkat çekmişlerdi. Ashâb-ı kirâm:
“‒Yâ Rasûlâllah! Cehennem ateşi dünya ateşi gibi olsaydı, şüphesiz ki o bile azap için kâfî gelirdi!” diyerek karşılık verdiler.
Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ise idrâklerin bu hususta daha da berraklaşmasını arzu ettiği için sözlerine şöyle devam ettiler:
“‒Cehennem ateşi, dünya ateşleri üzerine altmış dokuz derece daha fazla kılındı. Bu derecelerden her birinin sıcaklığı, bütün dünya ateşlerinin sıcaklığı gibidir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10; Müslim, Cennet, 30)
İmâm Kurtubî bu ifâdeleri şöyle îzah etmişlerdir:
“Âdemoğullarının yaktığı bütün ateşler toplansa, cehennemin yetmiş cüzünden biri kadar bile olamazdı. Yani Dünya’nın bütün odunları ve yanıcı maddeleri toplanarak yakılsa, muhakkak ki Cehennem’in yetmişte biri, bu ateşten daha şiddetli olurdu. (Kurtubî, Tezkire, s. 861)
Şu hadîs-i şerîf de cehennem ateşinin ne kadar şiddetli olduğunu göstermektedir:
“Cehennem, Rabbine şikâyet etti:
«–Yâ Rabbi, bir kısmım bir kısmımı yiyor!»
Bunun üzerine Allah Teâlâ onun iki defa nefes almasına izin verdi. Bir nefes kışın, bir nefes yazın. Sıcağın en şiddetli olduğu zaman ile soğuğun en şiddetli olduğu zemherîr, işte bu nefeslerdir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- da kışın en soğuk zamanı olan zemherîr ile alâkalı olarak şöyle buyurur:
“Cehennem ehli sıcaktan kurtulmak için yardım isterler. Onlara yardım olarak soğuk bir rüzgâr gönderilir (zemherîr). Bu öyle bir soğuktur ki, şiddetinden cehennemliklerin kemikleri kırılmaya başlar. Bunun üzerine (onlar) tekrar Cehennem ateşine dönmeyi isterler.”[4]
Dünya şartlarında ateş, yaktığı şeyi yer bitirir. Lâkin âhirette ölüm ortadan kaldırılıp her şey ebediyet vasfı kazanacağı için, kâfirler ölmez ve azapları da sürekli bir sûrette devam eder. Hattâ hadîs-i şerîflerde bildirildiği üzere, azâbın şiddetini daha çok tadabilmeleri için vücutları daha büyük ve mukâvemetli yaratılır.
Sonsuz bir rahmet ve merhamet sahibi olan Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde biz kullarını bu şiddetli azâba düşmekten sakınmamız için defalarca îkaz buyurmaktadır.
Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde bize bildirilen âhiret haberleri, aslâ efsâne kabîlinden şeyler değil, tıpkı ölüm gibi mutlak sûrette insanoğlunun karşılaşacağı hakîkatlerdir. Bu sebeple o haberleri ciddiyetle öğrenip muktezâsınca amel etmek ve fırsat eldeyken ebedî hayata güzelce hazırlanmak îcâb eder.
Cehenneme dâir verilen ilâhî ve nebevî haberlerin ciddiyetini idrâk edemeyip onları dünyevî intibâlarla ve kendi nâkıs akıllarıyla ölçmeye çalışan küfür mantığının içine düştüğü gülünç, ahmakça ve acınacak hâli, şu hâdise ne güzel ortaya koymaktadır:
İbn-i Cerîr, İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-’dan naklettiği bir hadiste şöyle anlatmaktadır:
“(Sekar Cehennemi’nin) üzerinde on dokuz (muhafız melek) vardır.” (el-Müddessir, 30) âyet-i kerîmesi nâzil olduğunda (Allah ve Rasûl’ünün düşmanı) Ebû Cehil, Kureyş’e:
“–Analarınız size ağlasın!” dedikten sonra Peygamber Efendimiz’i kastederek;
“–İbn-i Ebî Kebşe size, cehennem bekçilerinin on dokuz olduğunu haber veriyor. Siz ki bu kadar çok ve güçlüsünüz. Sizden on kişi cehennem bekçilerinden birini tutamayacak (hakkından gelemeyecek) mi?” demişti. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ Peygamber’ine, Ebû Cehil’e gitmesini ve ona;
“–Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun! Yine yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!” demesini vahyetmiştir. (Süyûtî, Lübâbu’n-Nukūl, II, 189)
Şu âyet-i kerîmeler, husûsan Ebû Cehil, umûmen ise onun gibi gurur, kibir ve küfür şaşkınlığı içindeki gâfillere hitâb etmektedir:
“Lâyıktır (o azap) sana, lâyık! Evet, lâyıktır sana (o azap) lâyık!” (el-Kıyâme, 34-35)
CEHENNEM AZABI NASIL OLACAK?
Cehennem’e dûçâr olacağı kesinleşmiş kimselerin azâbı bir olmayıp, herkes kendi hâline göre muhtelif azap çeşitleri ile cezalandırılacaktır. Bunların bir kısmı âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri, gün gelecek bir ateşe sokacağız. Onların derileri pişip acı duymaz hâle geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah azîz ve hakîmdir.” (en-Nisâ, 56)
“Onlar için Cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de (yine cehennem ateşinden) örtüler vardır. İşte Biz, zâlimleri böyle cezalandırırız!” (el-Aʻrâf, 41)
“Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da (yine ateşten) tabakalar vardır! İşte Allah kullarını bu azaptan sakındırıyor. Ey kullarım, Ben’den korkun (takvâ sahibi olun)!” (ez-Zümer, 16)[5]
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün (acıklı bir feryâd içinde):
«Eyvah bize! Keşke Allâh’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik! Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov!» derler.” (el-Ahzâb, 66-68)
Bunlar, ne dehşetli manzaralardır! Yüzün bir o tarafı bir bu tarafı ateşin en koyu yerine arz edilmekte, hem de o şiddetli ateşin, vücudun her noktasına, yüzün her zerresine ulaşmakta olduğu bir durumda iken… Kâfirler de yorgun ve pişman bir hâlde, zelil bir şekilde ve yalvarırcasına günahlarını îtiraf ediyorlar. Ümitsiz bir ses tonuyla, kendilerini bu fecî âkıbete sürükleyen önderlerine acı bir öfke ve kinle lânet yağdırıyorlar!..
Yine Cenâb-ı Hak, cehennem azâbıyla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:
“…İnkâr edenler için ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar sular dökülür. Bununla, karınlarının içindeki (âzâları) ve derileri eritilir. Bir de (başlarına vurulmak üzere) onlar için demirden gürzler, topuzlar vardır! Iztıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve (kendilerine); «Tadın bu yakıcı azâbı!» (denilir).” (el-Hac, 19-22)[6]
“Şüphesiz Biz, kâfirler için zincirler, (boyna ve ellere geçirilen) demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık.” (el-İnsân, 4)
İbn-i Abbâs radıyallâhu anhumâ, bir kişinin:
“Hiç şüphesiz Biz’im nezdimizde (onlar için demirden hazırlanmış) ağır bağlar, prangalar ve yakıcı bir ateş vardır. Boğaza duran bir yiyecek ve elem verici bir azap vardır!” (el-Müzzemmil, 12-13) âyetlerini okuduğunu işitince, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in düşüp bayıldığını haber vermişlerdir. (Beyhakî, Şuab, I, 522/917; Ali el-Müttakî, VII, 206/18644)
Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, bir hadîs-i şerîflerinde cehennem azâbıyla ilgili olarak:
“Cehennem ateşi, içindekileri yakarak vücutlarını yemeye başlar, kalplerine kadar varınca durur. Cehennemliklerin vücutları eski hâllerine döner. Ateş tekrar onları yakarak yemeye başlar ve kalplerine kadar ulaşır. Bu azap, ebediyyen bu şekilde devam eder. Bu hâl, Allah Teâlâ’nın; «(Hutame) Allâh’ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki tâ kalplere kadar işleyip yakar.»[7] âyet-i kerîmelerinde haber verdiği hâldir.” buyurmuşlardır.[8]
Kâfir ve günahkârların cehennemdeki yiyeceği ise, “zakkum ağacı”dır. Âyet-i kerîmelerin ifâdesiyle, cehennemin dibinde yetişen, tomurcukları şeytanların başlarına benzeyen, yendiğinde açlığı gidermediği gibi karında aynen erimiş mâden ve çok sıcak bir su gibi kaynayacağı bildirilen bu ağaç, onların yiyeceklerinden biridir.
Sonra bu yemeğin ardından kendilerine kaynar su ile karıştırılmış bir içecek verilecektir. Onlar da içleri yandığından, susuz kalmış bir deve gibi bu sudan içeceklerdir. Lâkin içtikçe susuzlukları daha da artacaktır. Ardından da çılgın ateşe atılacaklar ve üzerlerine de yine kaynar sular dökülecektir.[9]
İbn-i Abbâs radıyallâhu anh:
“Cehennem zakkumundan bir damla Dünya’ya indirilecek olsa, bütün insanların yiyecek ve içecekleri ifsâd olurdu.”[10] buyurmuştur.
Cehennem ehlinin, ezâ ve cefâ verici bir diğer yiyeceği ise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir edilmektedir:
“O gün birtakım yüzler zelildir. Çalışmış fakat boşuna yorulmuşlardır. Kızışmış bir ateşe atılırlar. Onlara kaynar su kaynağından içirilir. Onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur. O ise ne besler ne de açlığı giderir.” (el-Ğâşiye, 2-7)
Buradan, şiddetli bir açlığın da Cehennem azâbının ayrı bir türü olduğu anlaşılmaktadır. Câbir radıyallâhu anh şöyle anlatır:
“(Yemen’in) Ceyşân (şehrin)den bir adam geldi. Nebiyy-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e beldelerinde içtikleri, mısırdan yapılan ve Mizr adı verilen bir içeceği sordu. Nebî sallâllâhu aleyhi ve sellem:
«–O sarhoşluk veriyor mu?» diye suâl ettiler. Adam:
«–Evet.» dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem:
«–Her sarhoşluk verici şey haramdır. Allah’ın, sarhoşluk verici şey içene “Tıynetü’l-Habâl” içireceğine dâir ahdi vardır.» buyurdular. Oradakiler:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! “Tıynetü’l-Habâl” nedir?» diye sordular. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
«–Cehennem ehlinin teridir veya Cehennem ehlinin usâresidir (kan ve irinidir).» buyurdular.” (Müslim, Eşribe, 72; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5)[11]
Yine Nebiyy-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kibirli kimseler, kıyâmet günü insan sûretinde, küçük ve kırmızı karıncalar kadar haşrolunacaklardır. Zillet her taraflarından onları saracaktır. Cehennem’deki «Bûles» adı verilen bir zindana sürükleneceklerdir. Onları ateşlerin ateşi kuşatacak ve Cehennem ehlinin «Tıynetü’l-Habâl» denilen kan, irin ve pisliklerinden içirileceklerdir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 47/2492; Ahmed, II, 179; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 557)
Hasan-ı Basrî Hazretleri:
“Cehennemliklerden akan kan ve irinden bir kova Dünya’ya dökülse, yeryüzünde hiç kimse kalmaz, hepsi ölürdü.” buyurmuştur. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 52/34145)
Abdurrahman bin Yezîd şöyle anlatır:
“Atâ el-Horasânî g ile birlikte gazâya çıkardık. Gecelerini namaz ile ihyâ ederdi. Gecenin üçte biri veya yarısı geçtikten sonra çadırından bize seslenerek:
«‒Ey Abdurrahman, ey filân, ey falan!.. Kalkın, abdest alın, namaz kılın! Şu geceyi ibadetle değerlendirmek ve şu gündüzde oruç tutmak; Cehennem’de kan ve irin içmekten ve demirden elbiseler giymekten daha kolaydır! Acele edin, acele edin! Kendinizi kurtarın, kendinizi kurtarın!» der ve tekrar namazına devam ederdi.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, IV, 528, V, 417; Ebû Nuaym, Hilye, V, 193; Ahmed, Zühd, s. 309)
Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde Allâh’ı inkâr edenlerin, küfürlerinin çeşidine göre cehennemde cesetlerinin ve uzuvlarının büyütüleceğini şöyle haber vermişlerdir:
“(Cehennemde) kâfirin azı dişi veya köpek dişi, Uhud Dağı kadar, cildinin kalınlığı da üç günlük yol mesafesinde olacaktır.” (Müslim, Cennet, 44)
“Cehennemde kâfirin iki omuzunun arası, hızlı giden bir süvâri için üç günlük mesafedir.” (Müslim, Cennet, 45)
Kâfirin cehennemde oturduğu yer, Mekke ile Medîne arası kadar olacaktır.[12]
Hiç şüphesiz cehennemde kâfirlerin cesetlerinin bu şekilde büyütülmesi, onlarla cehennemin tamamen doldurulması ve azâbı iyice tatmaları içindir.
Düşünmek îcâb eder ki karıncayı yaratan da fili yaratan da Cenâb-ı Hak’tır. İsteseydi karıncayı fil büyüklüğünde yaratabilir veya fili karınca kadar küçültebilirdi. Yine balinayı da hamsiyi de yaratan O’dur. Cenâb-ı Hak için hiçbir zorluk yoktur.
Dolayısıyla Cenâb-ı Hak kıyâmet günü insanların ebatlarını daha büyük, mesafeleri de daha uzun yaratmaya elbette ki kâdirdir. Yani bu tür rivâyetler, mübâlağa değil, hakîkatin ifâdesidir. Bizlere sahih senetlerle gelen bilgileri aynen kabul etmek durumundayız. Daha evvel de ifâde ettiğimiz gibi âhireti, dünya şartlarıyla anlamaya çalışmamalıyız. Oranın farklı bir âlem olduğunu dâimâ göz önünde bulundurmalıyız.
Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cehennem ateşi, Cehennem ehlinin bazısının topuklarına, bazısının dizlerine, bazısının kuşak yerlerine, bazısının da köprücük kemiklerine kadar çıkar.” (Müslim, Cennet, 32, 33)
“Kıyâmet günü cehennem ehlinin azâbı en hafif olanı, iki ayağının altına iki kor parçası konularak bunların tesiriyle beyni kazan ve güğüm gibi kaynayan kimsedir.”[13] “…Bununla birlikte o, hiç kimsenin kendisinden daha şiddetli bir azap görmediğini zanneder. Hâlbuki kendisi, cehennemliklerin azâbı en hafif olanıdır.” (Müslim, Îmân, 364)
Katâde -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Bir kimse cehenneme sadece bir kovanın suya daldırılıp çıkarıldığı an kadar bile girse, bu bile çok büyük bir azaptır.” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Sıfatü’n-Nâr, s. 108, no: 164)
Cehennem ehlinin giriftâr olacağı en büyük azap ise, Cemâlullâh’ı temâşâ ve Allâh’ın rahmet nazarına mazhar olma nîmetlerinden mahrum bırakılmaları olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Hayır! Muhakkak ki onlar o gün Rab’lerinden (O’nu görmekten) mahrum bırakılacaklardır.” (el-Mutaffifîn, 15)
Cehennemlikler, aynı şekilde Cenâb-ı Hakk’ın rahmet nazarına da nâil olamazlar. Ebû İmrân el-Cevnî şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ bir insana nazar ederse, mutlakâ ona rahmet eder. Cehennem ehline de bakmış olsaydı, onlara da mutlakâ rahmet ederdi. Lâkin Cenâb-ı Hak onlara bakmayacağına hükmetmiştir.” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 314)
Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz cehennemde azap gören bazı günahkârların hâllerini ise şöyle haber vermişlerdir:
“Mîrac gecesi, bir kısım insanlara uğradım ki karınları evler gibi iri idi. Karınlarının içi yılanlarla doluydu ve bunlar dışarıdan görünüyordu. Ben:
«–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar fâiz yiyenlerdir!» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Ticârât, 58) Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Mîrâc’a çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve sadırlarını tırmalayan bir topluluğa rastladım.
«–Ey Cebrâil! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar, (gıybet ederek) insanların etlerini yiyen ve onların ırzlarına (şeref ve haysiyetlerine) dil uzatan kimselerdir.» cevâbını verdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878; Ahmed, III, 224)
Kulu Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırıp gazab-ı ilâhîye dûçâr eden günahlara dalmış olanlar, bir an evvel nedâmet gözyaşlarıyla tevbeye sarılmalı, ilâhî rahmetten aslâ ümit kesmeyip samimiyetle af dilemelidirler. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)
Câmilerde cenâze namazlarından önceki vakit namazının ardından müezzin efendiler ekseriyetle bu âyet-i kerîmeyi tilâvet ederek elleri duâya kaldırırlar. Evet, Allâh’ın rahmetinden ümit kesilmez, O bütün günahları affeder. Lâkin bunun bir şartı vardır. O şart da hemen peşinden gelen âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulmaktadır:
“Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O’na teslîm olun, sonra size yardım edilmez.” (ez-Zümer, 54)
Yani vakit kaybetmeden hemen tevbe ederek Cenâb-ı Hakk’a yönelmek ve ölüme günahlar içinde yakalanmamak îcâb eder.
Cenâb-ı Hak kullarından “tevbe-i nasûh” yani ihlâslı/samimî bir tevbe istemektedir. Kulun vazifesi, günahından nefret ederek ve ona bir daha dönmemeye azmederek pişmanlıkla tevbeye yönelmek; ardından da tevbesinin kabûlü için dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmektir. Kulun tevbesini, Rabbimiz dilerse kabul buyurur. Zira duâların ve ibadetlerin kabûlü gibi, günahların affı da O’nun dilemesine bağlıdır.
Diğer taraftan; “nasıl olsa tevbe ederim ve affolunur” düşüncesiyle günahlara dalmaktan da son derece sakınmak gerekir. Zira bu, nice insanın içine düştüğü şeytânî bir tuzaktır.
Cenâb-ı Hak, kullarını bu azap tuzağına sürüklenmekten îkaz sadedinde, âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Allâh’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!” (Fâtır, 5)
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin! Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın! O aldatıcı şeytan da, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)
Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin sonsuz olduğu gibi, azâbının da son derece şiddetli olduğunu hiçbir zaman unutmamak lâzımdır. Zira Cenâb-ı Hak “Rahmân” olduğu gibi, aynı zamanda “Kahhâr”dır.
Âyet-i kerîmede tavsif edildiği üzere Cenâb-ı Hak:
“Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azâbı çetin olandır!..” (el-Mü’min, 3)
Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu gibi kahrının da, cemâli gibi celâlinin de her an tecellî edebileceğini düşünüp dâimâ takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşamaya gayret etmek elzemdir.
Birçok âyet-i kerîmede bildirildiği üzere[14] Allâhʼın rahmetinden ancak kâfirler ümit keserler. Lâkin Ferîdüddîn Attâr gʼin Pendnâme’sindeki ifâdesiyle; “Allâhʼın azâbından korkmadan yaşayanlar da müʼmin değil, mutlak kâfirdirler.”
HELÂK EDİLMEYİ İSTERLER
Cehennemdeki acı azâbı tadan kâfirler, orada ölmeyi, mahvolup yok olmayı isteyeceklerdir. Lâkin bu mümkün olmayacaktır. Ne öldüren, ne de hayatta bırakan, usandırıcı bir azâb içerisinde kıvranıp duracaklardır. Ölemezler ki kurtulup gitsinler!.. Azapları dinmez ki hayatın tadına varabilsinler!..
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“En büyük ateşe girecek olan bedbaht kimse ise öğütten kaçınır. Sonra o, ateşte ne ölür ne de hayat bulur.” (el-Aʻlâ, 11-13)[15]
“Şüphesiz mücrimler Cehennem azâbında ebedî kalacaklardır. Azapları da hiç hafifletilmez ve onlar orada bütün ümitlerini keserler. Biz onlara zulmetmedik, fakat asıl zâlim kendileri idi. Orada:
«–Ey Mâlik! Rabbin işimizi bitiriversin (bizi yok etsin)!» diye feryâd ederler. O da onlara:
«–Siz hep burada kalacaksınız!» der.” (ez-Zuhruf, 74-77)[16]
Bu yardım çığlıklarının tasvir ettiği manzara, azaptan son derece bunalmış ruhlar ve her an tattıkları tarifsiz acıdan dolayı bitmiş ve tükenmiş bedenlerdir. Onların taleplerine verilen cevap ise, kendilerine zerre kadar değer verilmediğini, bilâkis aşağılandıklarını göstermektedir.
Yine âyet-i kerîmelerde cehennem ehlinin faydasız haykırışları şöyle bildirilmektedir:
“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (Cehennem’in) dar bir yerine atıldıkları zaman, orada;
«–Yetiş ey helâk!» diye haykırırlar. (Fakat onlara, istihzâ ve istihkār edilircesine şöyle denir:)
«–Bugün (yalnız) bir defa helâki çağırmayın, (bilâkis) birçok defalar helâke seslenin!»” (el-Furkân, 12-14)
Yani kâfirler, Cehennem’deki şiddetli azâba çarptırıldıkları zaman, helâk edilmeyi ve böylece yok olup gitmeyi cân u gönülden temennî edeceklerdir. Lâkin o çetin azaptan ölüp de kurtulmalarına imkân yoktur. Nitekim şöyle buyrulmuştur:
“…Orada kendisine kanlı-irinli su içirilir, yutmaya çalışır ama boğazından geçiremez. Her taraftan ona ölüm gelir fakat ölmez! Bunun ardından ise daha ağır bir azap gelir.” (İbrahim, 16-17)
Kur’ân-ı Kerîm’de azap tasvirleri, nîmet tasvirlerinden daha tafsîlâtlı bir şekilde yer almaktadır. Azap sahnelerinin daha teferruatlı anlatılması ise, hissiyât üzerinde daha tesirli ve nefs için daha korkutucu olması sebebiyledir.[17]
Nitekim sahâbe-i kirâmdan Şeddâd bin Evs -radıyallâhu anh- geceleyin yatağa girer, sağa-sola döner, ancak bir türlü gözüne uyku girmezdi. En sonunda:
“Allâh’ım! Cehennem korkusu uykumu kaçırdı!” diyerek kalkar ve sabaha kadar namaz kılardı.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 264)
Yine tâbiîn neslinin sâlihlerinden Sıla bin Eşyem g, gece olduğunda sık ağaçlı bir ormana gidip Allâh’a ibadet ederdi. Bir gün biri bunu fark etti ve gizlice onun ibadetini izledi. Sıla g’in sabaha kadar ibadetle meşgul olup seher vakti gelince de şöyle duâ ettiğine şahid oldu:
“Allâh’ım! Şüphesiz ki Sıla’nın Sen’den cenneti istemeye yüzü yoktur. Lâkin lûtfunla beni cehennemden muhâfaza eyle!” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 240)
CEHENNEME AÇILAN KAPI: ZÂHİRÎ VE BÂTINÎ HARAMLAR
Şu imtihan dünyasında her şey, iki zıt cihette dâimâ akış hâlinde:
“Îman ve küfür”, “hak ve bâtıl”, “hayır ve şer”, “güzel ve çirkin”, “helâl ve haram”…
İnsan, irâdesiyle bunlardan birini tercih ediyor. Böylece;
“Mü’min yahut kâfir”, “sâlih yahut fâsık”, “âdil yahut zâlim”, “merhametli yahut gaddar”, “cömert yahut cimri” olmak sûretiyle, bu iki akıştan birinde safını belirlemiş oluyor.
Bütün bu akışlar; ölümün dar boğazından geçip, kıyâmet nehrinden çağlayıp, Mahşer meydanına döküldüğünde, yine iki ayrı cihete doğru seyelân edecek.
Her ne kadar, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtını geçici bir müddet istifâde ettirip rızıklandırdığı bir âlem olan şu dünyada, mü’min de kâfir de, müttakî de fâsık da zâhiren karışık ve müsâvî imiş gibi bir manzara arz etse de, kıyâmet günü, hayır ve şer ehli, çok bâriz bir şekilde birbirinden ayrılacaktır. Nitekim âyet-i kerîmenin ifâdesiyle o Mahşer meydanında;
“Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!” (Yâsîn, 59) diye nidâ olunacaktır. Sonrasında ise, mü’min ve müttakîler cennete sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar ise Cehennem’e doğru sürüklenecektir.
Cenâb-ı Hak, dünyada iken tercihini Allâh’a değil de nefsine itaatten yana kullanan, dolayısıyla cehenneme sevk eden günahlara dalan bedbahtların hâlinden ibret dolu bir manzarayı âyet-i kerîmelerde şöyle beyân etmektedir:
“(Cennettekiler) mücrimlere:
«–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar da derler ki:
«–Biz namaz kılanlardan değildik,
Fukarâya yemek yedirmezdik,
Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık,
Cezâ gününü de yalanlardık.
O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.» Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 41-48)
Ömer bin Abdülazîz Hazretleri buyurur:
“Âhirette nereye gitmek istiyorsanız, hazırlığınızı ona göre yapın!”
Yani insan, öbür cihanda, Cennet veya Cehennem’e doğru iki muazzam akıştan hangisinde yer almak istiyorsa, kendisini oraya sevk edecek hâl ve fiillerin içerisinde bulunmaya gayret etmek mecburiyetindedir.
Son nefesimizin Hakkʼa vuslat olarak gerçekleşebilmesi için, hayatımızın da vuslat iştiyâkı içinde geçmesi îcâb eder. Âkıbetimizin Cennet ve Cemâlullah olmasını istiyorsak, buna münasip hâl ve davranışlar sergilememiz gerekir. Zira âhiretimizin Cennet veya Cehennem oluşunu, bu dünyadaki hâl ve amellerimizle kendimiz hazırlıyoruz.
“…Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmrân, 117) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu gibi, insan, başına gelecek saâdeti de felâketi de kendi elleriyle hazırlıyor.
Cehennem azâbı da Allâh’ın kuluna zulmü değil, uyarıldıkları hâlde kulak asmayıp azâba müstahak olan insanların kendi nefislerine yaptıkları bir zulümdür. Şu kıssa bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:
Behlül Dânâ Hazretleri, hikmetli nasihatleriyle devrinin insanlarını ve bilhassa Halîfe Hârun Reşid’i îkaz ve irşâd etmeye çalışırdı. Halîfe de onun bu samimî hâlini sever, saraya rahatça girip çıkmasına müsâade ederdi. Fakat Behlül Dânâ Hazretleri bir müddet ortadan kayboldu. Uzun bir süre saraya uğramadı. Karşılaştıklarında Hârun Reşid merakla sordu:
“–Behlül, çoktandır görünmedin, nerelerdeydin?” Behlül:
“–Bana Cehennem’i gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler.” diye cevap verdi. Hârun Reşid bu cevâba şaşırarak:
“–Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?” dedi. Behlül Dânâ, halîfeyi dehşete düşüren şu ibretli cevâbı verdi.
“–Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!..”
Demek ki Cehennem’deki alevleri tutuşturan, insanın kendi kötü hâl ve sıfatları; Cennet bağlarını yeşerten de, yine insanın kendi güzel sıfat ve ahlâkı olacaktır…
Zaman zaman meydana gelen büyük felâketlerde korkuya kapılıyoruz. Bir deprem oluyor, korkuyoruz; bir sel oluyor korkuyoruz. İflâs etmekten, maddî imkânlarımızı kaybetmekten korkuyoruz. Elbette, bunlardan da beşer olarak korkmamız tabiîdir. Fakat esas korkmamız gereken; bizi Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran ve kalbî hayatımıza zehir serpen günahlarımızdır.
Yahya bin Muâz Hazretleri buyurur:
“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de Cehennem korkusuyla günahtan perhiz eylemez.”
Velhâsıl, günahlarımızdan korkmalıyız. Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmalıyız. Merhamet ve şefkat fukarâsı olmaktan korkmalıyız. İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız. İslâmʼın güler yüzünü sergileyememekten korkmalıyız. Bu hatâ ve noksanlıklarımız sebebiyle âhirette karşılaşabileceğimiz dehşetli manzaralardan korkmalıyız.
Bütün günahlardan korkmalıyız ki; son nefeste meleklerin müjdelediği “korku ve hüzünden emin olan” bahtiyar kullardan olabilelim. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“…Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.” (el-Bakara, 276) buyurmaktadır.
Dolayısıyla günahlar, kulu Cehennem yolcusu yapmaktadır. Lâkin günahların da zâhirîsi ve bâtınîsi, yani görünen ve görünmeyeni, açık ve gizlisi vardır. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, günahların zâhirîsinin yanında, bâtınîsini de terk etmemizi şöyle emir buyurmaktadır:
“Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlakâ çekeceklerdir.” (el-En’âm, 120)
Demek ki insan; içki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm ve emsâli zâhirî haramlardan uzak durmak zorunda olduğu gibi, kalbe zehir saçan bâtınî haramlardan da sakınmak mecburiyetindedir.
Esâsen zâhirî günahlar da, bâtınî günahların eseri ve neticesidir. Ayrıca bâtınî günahlar, ekseriyetle fark edilmediği için daha çok işlenmektedir. Yine insanlar bu nevî günahları umûmiyetle hafife almakta ve onlardan kurtulmak ve korunmak için gereken dikkat ve hassâsiyeti göstermemektedirler. Hâlbuki kalbî hastalıklardan olan kibir, haset, pintilik gibi çirkin huyları kalpten kazıyıp atabilmek de, en az zâhirî günahlardan sakınmak kadar ehemmiyetlidir.
Nitekim Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecburîdir, aynı şekilde (ibadetlerin makbul bir kıvam kazanabilmesi için) gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertaraf etmek de zarurîdir.”[18]
“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”[19]
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına tâlip olan mü’min bir kulun, titizlikle sakınması gereken bâtınî haramların bir kısmı şöyledir:
Gurur-Kibir:
Gurur ve kibir; kendini beğenip diğer insanlardan üstün tutmak ve yine kendinden başkasını hor ve hakir görmektir. Birbirinden ayrılmayan bu iki çirkin huy, dünyada huzursuzluk, âhirette ise azap sebebidir.
Din kardeşlerini küçük görenler, âhirette büyük bir hüsrâna dûçâr olacaklardır. Zira Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İnsana günah olarak, Müslüman kardeşini küçük görmesi yeter.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 32)
Âyet-i kerîmelerde, cennete girmeye mânî olan “gurur” ve “kibir” gibi cehennemi vasıflar hakkında şöyle buyrulmaktadır:
“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuk yapmayı istemeyenlere nasîb ederiz. Sonunda kazançlı çıkanlar, fenalıktan sakınanlardır.” (el-Kasas, 83)
“Kibirlenip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah; kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokmân, 18)
“Onlara; «İçinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötü!» denilir.” (ez-Zümer, 72)
Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bir gün şöyle buyurmuşlardı:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îman olan hiç kimse, cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiç kimse de Cennet’e giremez.” (Müslim, Îmân, 148-149)
Ebedî saâdet için kalpteki îmânın ne büyük bir cevher olduğunu, buna mukâbil insanın rûhunu zehirleyen kibrin de, ne kadar vahim bir âhiret felâketi olduğunu vurgulayan bu nebevî beyan üzerine ashâb-ı kirâmdan biri:
“−Yâ Rasûlâllah! İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını istemez mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu karşılığı vermişlerdir:
“−Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever. Kibir (ise nîmetleri kendinden bilip o nîmetlerin gerçek sahibine nankörlük ederek) hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, Îmân, 147; Tirmizî, Birr, 61)
Yine Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, katı kalpli, kaba, cimri kimselerle birlikte, kurularak yürüyen kibirli insanların da Cehennem ehlinden olduğunu ifâde etmiş[20] ve:
“Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarıyla bakmaz.” buyurmuştur. (Müslim, Libâs, 42)
Gurur ve kibrin tarihi, İblis’ten başlayarak Nemrudlar, Firavunlar, Kârunlar ve Ebû Cehiller gibi nice ahmakların âleme ibret olan âkıbetlerinin bir sergisi mâhiyetindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, kibrin ilk temsilcisi olarak İblis gösterilmektedir. O, “Âdem’e secde et!”[21] emr-i ilâhîsi karşısında büyüklük taslamış, neticede bu kibri onu küfre sürüklemiştir. Allah Teâlâ, İblis’in bu davranışına karşı:
“«–Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa gerçekten yücelmiş olanlardan mısın?» dedi.” (Sâd, 75)
Böylece onun ilâhî emri çiğneyip secde etmeyişinin gerçek bir yücelikle alâkasının bulunmadığını ve sadece büyüklük kuruntusundan kaynaklandığını beyan buyurdu.
Nemrud da, Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’ın “tevhid dâvâsı” karşısında kibre kapılarak:
“–Ben, İbrahim’in söylediği semâların Rabbine harp îlân ediyorum.” diyecek kadar şaşkınlaştı. Böylece büyüklük taslayıp etrafındakilere böbürlenmek sûretiyle, kudret ve azametini değil, bilâkis hamâkat ve zavallılığını ortaya koymuş oldu.
Firavun da veziri Hâmân’a:
“–Bana tuğla pişirip yüksek bir kule yap ki şu Mûsâ’nın Rabbini araştırayım.” diyecek kadar ahmaklaşmıştır.
Ebû Cehil ve emsâlleri de Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in nübüvvetini vicdânen kabul ettikleri hâlde, nefsâniyetleri sebebiyle inkâr etmişlerdi. Zira îmân ederek, o zamanlar ekseriyeti fakir ve kölelerden oluşan mü’minlerin safında yer almayı gururlarına yediremedikleri için budalaca bir inada sürüklenmişler ve:
“…Bu Kur’ân, iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (ez-Zuhruf, 31) diyecek kadar gurur ve kibrin gayyâlarına düşmüşlerdi.
O müşrikler, Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ebedî saâdet dâvetini ve getirdiği istikbâl haberlerini, teşekkür ve minnetle karşılayacakları yerde, -ne hazindir ki- gurur ve kibirleri yüzünden çok çetin bir inatla, yüz kızartıcı menfîliklerle, alay, hakaret ve iz’açlarla karşılamışlardı. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler grubuna kaydedilir. Böylece zâlimlere verilen ceza ona da verilir.” (Tirmizî, Birr, 61/2000)
Haset:
Haset, başkalarına lûtfedilen nîmetleri kıskanarak bir mânâda Cenâb-ı Hakk’ın taksîmine kalben îtiraz etmektir.
Mesela Kârûn, kendisine mânevî ilimler verilmesine rağmen, Hazret-i Hârûn’u kıskanıp haset etmesi sebebiyle helâke dûçâr olmuştur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Yoksa onlar, Allâh’ın lûtfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar?..” (en-Nisâ, 54)
Kişide, haset illetinin mevcûdiyetini gösteren ilk alâmet, haset ettiği kimseden nîmetin zevâlini arzu etmek, nîmetin zevâlini gördüğünde ise rahatlayıp sevinç duymaktır.
Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz hadîs-i şerîflerinde biz ümmetini haset illetinden şöyle îkaz buyurmuşlardır:
“Haset etmekten sakının. Zira ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44/4903)
“Size eski ümmetlerin hastalığı sirâyet etti: Bu, haset ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır (yok edicidir). Bilesiniz ki; kazıyıcı (yok edici) derken saçı kazır demiyorum. O, dîni kazıyıcıdır…” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 57)
“Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz!” (Buhârî, Edeb, 57)
Hasetçi, haset ettiği kimseye karşı, kin, öfke, ihânet, intikam, hîle, ayıplama ve kötüleme gibi aşağılık hisler içinde çırpınır durur. Fânî ömrünü faydasız hayaller ve zararlı kuruntular içinde ziyân eder. Dolayısıyla kalbî hayatına zehir saçar.
Öfke:
Îtidâl ve muvâzeneyi bozan en mühim âmillerden biri olan öfke, insanın zayıflık ve liyâkatsizliğinin de bir göstergesidir. Aklî dengenin kısmen zaafa uğramasıdır. Çünkü öfke gelince akıl baştan gider. Nitekim cinayet ve zulümlerin büyük çoğunluğu, öfke neticesinde meydana gelmiştir. Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia tarihidir.
Hakîkaten öfke, şeytanın işini kolaylaştıran en mühim insânî zaaflardan biridir. İnsan öfkelendiğinde şeytan, bir çocuğun topla oynadığı gibi o kimseyle oynamaya başlar.
En akıllı insan, öfkesine hâkim olabilen kişidir. Yani öfke, aklın en büyük düşmanıdır. Nitekim:
“Öfke gelir göz kararır, öfke gider yüz kızarır.” denilmiştir.
Zira öfke denizi kabaran bir insanın, kendine hâkim olabilmesi çok zordur. Bu sebeple Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, bu dirâyeti gösterebilen mü’minler için şöyle buyurmuştur:
“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.” (Buhârî, Edeb, 76)
Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anh, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e:
“–Bana Cennet’e götürecek bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz kendisine:
“–Öfkelenme!” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73)
Cenâb-ı Hak da rızâ-yı ilâhîsini tahsil için öfkelerini yenebilen sâlih kulları hakkında şöyle buyurur:
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)
Ancak burada şunu da ifâde etmek gerekir ki öfke, nefsânî ve şeytânî yönden olunca kötü bir vasıftır. Eğer o, ilâhî cihettense, yani Allah yolunda ve sırf Allah içinse, bu takdirde bir fazîlet olur. Allâh’ın rızâsını kazanmak için öfkeyi yenmek mühim olduğu kadar, gerektiğinde Allah için öfkelenmek de son derece mühim bir vazifedir.
Riyâ:
İki yüzlülük, gösteriş, sahte davranış demek olan riyâ, amellerin sevâbını yok eden çirkin bir vasıftır. İslâm dîni, müslümanları hiçbir zaman iki yüzlü ve samimiyetsiz bir davranış içinde görmek istemez. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“Hâlbuki onlara ancak, dîni yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allâh’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.” (el-Beyyine, 5)
Bir diğer âyet-i kerîmede ise Rabbimiz, gösteriş veya birilerine duyurma (riyâ ve süm’a) niyetiyle yapılan hayır ve iyiliklerin, bir hiç uğruna hebâ edilmiş olacağını şöyle beyân etmektedir:
“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak, pürüzsüz bir kaya hâline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.” (el-Bakara, 264)
Unutulmamalıdır ki, tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Nitekim Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bir defasında:
“–Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştu. Yanındakiler:
“–Küçük şirk nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şu cevâbı verdi:
“–Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırlarken, Allah Teâlâ riyâ ehline:
«–Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız/amellerinizi göstermek istediğiniz kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)
Demek ki Allah için yapılması gereken amellerde riyâ ve gösteriş, insanı şirke kadar götürebilen son derece tehlikeli bir hâldir. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’ın naklettiği şu hadîs-i şerîf de ibadetlerinde ihlâsı kaybederek riyâya kaçan, benlik ve hevâlarını ön plâna çıkaran kimselerin fecî âkıbetini haber vermektedir:
“Kıyâmet günü hesâbı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nîmetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu îtiraf eder.
Cenâb-ı Hak:
«–Peki, bunlara karşılık ne yaptın?» buyurur.
«–Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim.» diye cevap verir. (Allah Teâlâ:)
«–Yalan söylüyorsun. Sen, “ne yiğit adam” desinler diye savaştın, o da denildi.» buyurur.
Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır. Bu defa; ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah ona da verdiği nîmetleri hatırlatır. O da hatırlar ve îtiraf eder. Ona da:
«–Peki, bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.
«–İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum.» cevâbını verir. (Cenâb-ı Hak:)
«–Yalan söylüyorsun. Sen “âlim” desinler diye ilim öğrendin, “ne güzel okuyor” desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur.
Sonra emrolunur, o da yüzüstü Cehennem’e atılır.
(Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nîmetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve îtiraf eder. (Allah Teâlâ:)
«–Peki ya sen bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» buyurur. (O varlıklı kul da:)
«–Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden (malımı) esirgemedim, sadece Sen’in rızânı kazanmak için verdim, harcadım.» der. (Cenâb-ı Hak ona da:)
«–Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını “ne cömert adam” desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi.» buyurur. Sonra emrolunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre, 152)
Cimrilik:
Cimrilik, Cenâb-ı Hakk’ın bir kimseye ihsân ettiği nîmetleri, o kişinin kendi nefsine hasretmesidir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“De ki, Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde olsaydı, onu harcayıp tüketmekten korkar, cimrilik ederdiniz. Zaten insan da pek cimridir.” (el-İsrâ, 100)
Hâlbuki Cenâb-ı Hak, kullarının ne cimri ne de müsrif olmalarını istemektedir. Bunun için de âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29)
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk!..” (Tirmizî, Birr, 41/1962)
“Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyâmet gününde zâlime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki ümmetleri helâk etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevk etmiştir.” (Müslim, Birr, 56)
“Her Allâh’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri:
«Allâh’ım! Malını verene yenisini ver!» diye duâ eder. Diğeri de:
«Allâh’ım! Cimrilik edenin malını yok et!» diye bedduâ eder.” (Buhârî, Zekât, 27)
Cenâb-ı Hak, dünya servetine gönül kaptırıp, onu rızâsı yolunda sarf etmeyen cimrilerin fecî âkıbetini, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurmaktadır:
“O ki mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 2-7)
Cimrilik, Allâh’ın lûtfuna değil, malına güvenip sığınmaktır. Malının kendisini ebedî kılacağını zannetmektir. Hâlbuki bir Hak dostu ne güzel söyler:
“Dünyadan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki sana da versin!”
Şu fânî dünya günlerini şuursuzca bir mal toplama ihtirâsı içinde geçirenler, kabre girdikleri gün avuçlarında topraktan başka bir şey bulamayacaklardır. Dünya malı yine dünyada kalacak, insan ise kendine biriktirdiği dünyalıkların ağır hesâbıyla karşılaşacaktır.
Cennetlikler Üç Kısımdır
Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hutbesinde ashâb-ı kirâma şöyle hitâb etmişlerdir:
“…Cennetlikler üç kısımdır:
Kuvvet sahibi, âdil, tasaddukta bulunan ve muvaffak olan kişi. Bütün yakınlarına ve müslümanlara karşı merhametli ve yumuşak kalpli olan kişi. İffetli, namuslu ve ehl ü ıyâl sahibi olduğu hâlde kimseden bir şey istemeyen kişi. Cehennemlikler Beş Kısımdır
Cehennem ehli de beş kısımdır:
Aklını, kendisini yanlışlardan korumak için kullanmayan zayıf irâdeli insan. Bunlar, aranızda tâbî olarak bulunurlar, âile ve mal edinmek (dînî, şahsî ve dünyevî bir fayda temin etmek) için gayret etmezler. Tamahkârlığını belli etmeyen hâin kimse. Böylesi, hangi kapıyı çalsa mutlakâ ihânet eder. Sabah-akşam her fırsatta malın ve ehlin hususunda seni aldatan kimse. Cimri ve yalancı. Kötü ahlâklı, çirkin ve kaba sözlü kimse.”
Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem sözlerine devamla;
“Allah Teâlâ bana; «Öyle mütevâzı olun ki, kimse kimseye karşı övünmesin, kimse kimseye karşı zulüm ve haksızlık yapmasın!» diye vahyetti.” buyurmuşlardır. (Müslim, Cennet, 63-64)
Şeyh Sâdî’nin, dünya metâına aşırı düşkünlükle cimrilikte bulunanlara yaptığı şu îkaz ne kadar ibretlidir:
“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar ve kurur. Sürekli bağışlamaya ve akıtmaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu derya eder.”
Dolayısıyla asıl mârifet; cömertlik, fedakârlık ve diğergâmlıkla gönlü bir rahmet deryası hâline getirip Hakk’ın lûtfettiği nîmetleri âhiret zenginliğine dönüştürebilmektir. Bu bakımdan malın hayırlısı, sahibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allah rızâsı istikâmetinde kullanılabilendir.
Es’ad Erbilî Hazretleri şöyle buyurur:
“Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyalarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlûmdur. Hâl böyle iken, insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyalarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur.” (Mektûbât, s. 16, no: 5)
İsraf:
İsraf, aşağılık duygusunu bastırmak için yapılan bir güç gösterisidir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
“…İsraf etmeyin; çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (el-En’âm, 141)
“İsraf edenler şeytanların arkadaşlarıdır…” (el-İsrâ, 27)
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ size; ana-babaya itaatsizlik etmeyi, verilmesi gerekeni vermeyip almaya hakkı olmayan şeyi istemeyi ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi haram kılmış; dedikodu yapmayı, çok soru sormayı ve malı israf etmeyi de mekruh kılmıştır.” (Buhârî, İstikrâz 19, Edeb 6)
Malı israf etmek, onu Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı bir sûrette harcamak demektir. Mal, insanın zarurî ihtiyaçlarını temin etmesine ve kimseye el açmadan huzur içinde yaşamasına vesîledir. Lâkin onu har vurup harman savuranlar, bir müddet sonra başkalarına muhtaç duruma düşerler. Diğer bir ifâdeyle, malı Allah yolunda harcayıp âhiret azığı yapmak, makbul ve sâlih bir ameldir. İhtiyacı olan yakınlarından başlamak üzere insan malını dilediği gibi harcayabilir; bu harcama helâldir. Dînin yasakladığı yerlere harcamak ise haramdır.
Bir de canın istediği, nefsin arzu ettiği yerlere yapılan mübah harcamalar vardır. İnsanların hâline ve mal varlığına göre farklılık arz etmekle beraber, bu nevî harcamalar ekseriyetle israf sayılmaz. Örf ve gelenekler de bu hususta bir ölçüdür. Çok zengin bir kimsenin bazı meşrû zevkleri için yaptığı bir harcama mâkul karşılanabildiği hâlde, orta halli birinin aynı şekildeki bir harcaması, israf sayılabilir.
Şu âyet-i kerîme, malın sarf edilişi husûsunda en sağlam ölçüyü ortaya koymaktadır:
“Rahmân’ın o has kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkân, 67)
Velhâsıl, israf da cimrilik de kökü cehennemde olan çirkin huylardır.
Tecessüs:
Ayıp ve kusur araştırmak demek olan tecessüs, esasen kötü zanna dayanan nefsânî bir davranıştır.
“Settâru’l-Uyûb” olan Cenâb-ı Hak, insanların umûmu alâkadar etmeyen şahsî kusur ve ayıplarının araştırılıp ortaya dökülmesine gazap eder. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Allah, zulme uğrayanın dile getirmesi dışında, çirkin sözün açıklanmasını sevmez. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (en-Nisâ, 148)
Zira gizli kalmış kötülük ve çirkinliklerin araştırılıp ortaya dökülmesi, onların âdeta bulaşıcı bir hastalık gibi toplumda revaç bulmasına sebebiyet verir. Bu yüzden, bu nevî hâllerin şuyûu, vukūundan beterdir denilmiştir. Yani bunların duyurulup yayılması, toplum ahlâkı için daha büyük bir tehlike teşkil eder.
Tecessüs illetinde ağırlıklı olarak, herhangi bir müslümanın bir ayıbını, kusurunu veya sırrını bir şekilde öğrenip açıklamak gibi kötü bir niyet mevzubahistir. Bu ise, hem Kur’ân’da hem de Sünnet’te yasaklanmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede Rabbimiz;
“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” (el-Hucurât, 12) buyurmaktadır.
Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz de bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanların ayıplarının, gizli durumlarının peşine düşer ve araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya onları buna zorlamış olursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 37)
“Kim bir topluluğun duyulmasını istemediği bir sözü öğrenmeye çalışır (tecessüs ile kulak hırsızlığı yapar)sa, kıyâmet günü kulaklarına eritilmiş kurşun dökülür.” (Buhârî, Tâbîr, 45)
Tecessüs, din kardeşliği hukukuyla aslâ bağdaşmayan bir vasıftır. Nitekim İbn-i Mesut radıyallâhu anh, kendisine getirilerek hakkında;
“–Bu, sakalından şarap damlayan falanca kişidir.” denildiğinde o kimselere:
“–Biz ayıp ve kusur araştırmaktan men edildik. Bir kusur veya ayıp, kendiliğinden ortaya çıkarsa biz onun gereğini yaparız.” cevâbını vermiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 37/4890)
Yine Ukbe bin Âmir -radıyallâhu anh-’ın kâtibi şöyle anlatır:
“Ukbe’ye:
«–Komşularımızdan bazılarının içki içtiğini fark ettim, zâbıtayı çağırayım da onları yakalasın.» dedim. Bana:
«–Öyle yapma, onlara önce nasihat et ve îkazda bulun!» dedi. Ben de dediği gibi yaptım lâkin vazgeçmediler. Bunun üzerine Ukbe’ye:
«–Onlara nasihat ettim fakat bırakmadılar, zâbıtayı çağıracağım.» dedim. Ukbe radıyallâhu anh:
«–Yazıklar olsun sana! Öyle yapma! Çünkü ben Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in;
“Kim bir mü’minin ayıp ve kusurunu örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur.” buyurduğunu işittim.» dedi.” (Ahmed, IV, 153)
Yalan:
Yalan söylemek, kişiyi Cehennem’e sürükleyen vasıfların başta gelenlerinden biridir. Nitekim bir gün Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz:
“–Yalan yemin ile bir müslümanın hakkını alan kimseye Allah -celle celâlühû- Cennet’i haram eder ve Cehennem’i farz kılar.” buyurmuştu.
“–Az bir şey olsa da mı yâ Rasûlâllah?” diye soruldu. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz:
“–Erak ağacından bir çubuk bile olsa!” buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı. (Müslim, Îmân, 218; Muvatta, Akdiye, 11)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk, hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (dosdoğru kimse) diye kaydedilir.
Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûra) sürükler. Fücûr da Cehennem’e götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında kezzâb (çok yalancı kimse) diye yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69)
Mâlum olduğu üzere yalan, dile ait bir âfettir. Dil ise, insanın bütün uzuvlarına ve amellerine tesir eden kalbin sözcüsü durumundadır. Dolayısıyla yalan söylememek hususunda diline hâkim olabilen kişi, kendisini hadîs-i şerîflerde haber verilen kötü âkıbetten büyük ölçüde korumuş demektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah amellerinizi sâlih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (el-Ahzâb, 70-71)
Ayrıca mü’min, ağzından çıkan her sözün melekler tarafından kayda geçirildiğini unutmayıp yalan sözden şiddetle sakınmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kāf, 18)
Nebiyy-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz de, yalan beyanda bulunmanın, kulu âhirette dûçâr edeceği âkıbete dâir şöyle buyurmuşlardır:
“Kim görmediği bir rüyayı gördüm deyip anlatırsa, âhirette yerine getirmesi mümkün olmayan bir işe, iki arpa tanesini birbirine düğümleme cezasına çarptırılır…
Kim de herhangi bir canlının resim (ve heykelini) yaparsa, o da kıyâmette, yapamayacağı hâlde, «haydi buna can ver» diye zorlanarak azâb edilir.” (Buhârî, Tâbîr, 45)
Gıybet:
Gıybet, bir müslümanın diğer bir müslüman kardeşinin gıyâbında konuşarak, duyduğunda üzüleceği veya utanacağı bir kusurundan bahsetmesidir. Allah Teâlâ, insanoğlunun izzet ve haysiyetine öyle büyük bir değer vermektedir ki, onun kusurlarının gıyâbında söylenerek şerefinin zedelenmesini, dînen çok ağır bir suç olarak îlân etmektedir. Bu keyfiyet, rahmeti gazabına gâlip olan Rabbimiz’in, günahkâr ve kusurlu kullarını dahî koruyup himâye ettiğini göstermektedir.
Bununla birlikte gıybetin men edilme sebebi, sadece Cenâb-ı Hakk’ın “günahkâr bir kulunun bile hakkını muhafaza edip ona sahip çıkma”
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/islamda-cehennem-nedir–cehennem-neden-var.html