Cihadın Fazileti
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Cihadın faziletleri nelerdir? Allah yolunda cihadın fazileti ile ilgili hadisler.
Kur’ân-ı Kerîm’de; Mekke’den Medîne’ye hicretten sonra, tedrîcî olarak Müslümanların savaşmalarına izin verildi.
CİHADIN FAZİLETLERİ
Mekke’de sabır, sebat ve tahammül şeklinde gerçekleşen cihat; Medîne’de artık bir “İslâm site devleti”ne kavuşan Müslümanlar için nizâmî bir hâl aldı. Mekkeli müşriklerin tehditlerine karşı, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, mü’minleri cihâda hazırladı.
Nitekim daha Akabe Bey‘atlerinde Abdullah bin Revâha radıyallâhu anh ayağa kalkarak, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e:
“–Yâ Rasûlâllah! Rabbin ve kendin için bize istediğin şartı koşabilirsin.” demişti.
Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“–Rabbim için şartım, O’na ibadet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”
Medîne’den gelen mübârek sahâbe topluluğu sordular:
“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne var?”
Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem cevâben:
“–Cennet var!” buyurunca oradakiler:
“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu;) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)
Cenâb-ı Hak, Mekkeli Muhâcirleri malları ve canlarıyla cihât edenler olarak tarif etti ve onların Medîneli Ensâr ile kardeşliklerini medh ü senâ buyurdu:
“Îmân edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihât edenler ve (Muhâcirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır…” (el-Enfâl, 72)
Bedir Gazvesi, mü’minlerin ilk harbi ve ilk zaferi oldu. Îman asabiyeti, ırkî asabiyeti bertaraf etti. Öyle ki akrabalar, kardeşler, hattâ baba ile oğul, hak ve bâtıl dâvâları uğruna kılıç kılıca geldi.
Uhud’da ise cihat hususunda bazı imtihanlar yaşandı:
Başta istişâre esnasında Peygamber Efendimiz’in müdâfaayı tercih eden görüşüne muhalefet, Daha sonra harp esnasında okçuların mühim bir kısmının mevzîlerini terk etmesi ve, Müşriklerin orduyu arkadan kuşatması esnasında bazı Müslümanların dağılması gibi birtakım imtihanlar yaşandı.
Uhud Gazvesi’nden sonra Saff sûresi nâzil oldu. Bu sûrede; mü’minlere cihad hususunda “yapamayacakları iddiâlı şeyleri söylememeleri”[1] tâlim edildi. Cenâb-ı Hakk’ın böyle iddiâlı tavırlarla konuşanları değil, “bünyân-ı mersûs” / duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sevdiği bildirildi.[2]
Ashâbın cihâd hususundaki îman heyecanını gösteren bir sahne:
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî radıyallâhu anh, Uhud’da Fahr-i Kâinat Efendimiz’le birlikte müşriklere karşı savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı tâkip için müslümanları dâvet ettiğini işittikleri zaman:
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Peygamber Efendimiz’in yanından ayrılmadılar.[3]
Bu fedakârlıkları sergileyen mü’minler, şu ilâhî iltifata mazhar oldular:
“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden iyilik yapanlar ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 172)
Uhud Gazvesi’nden sonra nâzil olan Saff sûresinin sonunda da cihâda teşvik sadedinde şöyle buyruldu:
“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?
Allah ve Rasûl’üne îmân eder, (îmânın göstergesi olarak) mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
İşte bu takdirde Allah; sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn Cennetleri’ndeki o güzel meskenlere koyar. İşte bu, en büyük kurtuluştur.
Seveceğiniz başka bir şey daha var:
Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele!” (es-Saff, 10-13)
Hicretin altıncı senesinde; umre için çıkılan yolun sonunda, Saff sûresinde müjdelenen “Fetih ve Zafer”e bir adım daha yaklaşılmış, Hudeybiye Musâlahası akdedilmişti.
Bu dönemde civar kabîlelerin pek çoğu İslâm’a girdi.
Mûte’nin akabinde, dokuzuncu yılda; Bizans’ın büyük hazırlıklarına karşı, Tebük Seferi kararlaştırıldı. “Gazvetü’l-Usra: Zorluk Gazvesi” denilen bu sefer, mü’minleri Allah yolunda cihâda davet eden şu âyet-i kerîmelerle duyuruldu:
“(Ey mü’minler!) Gerek hafif gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edin!
Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)
Tebük’e katılmayanların; cihâdı kerih görmeleri ve korkaklıkları şu âyetle kınandı:
“Allah Rasûlü’ne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihât etmeyi çirkin gördüler:
«–Bu sıcakta sefere çıkmayın!» dediler. De ki:
«–Cehennem ateşi daha sıcaktır!»
Keşke anlasalardı!” (et-Tevbe, 81)
Samimî mü’minler ise büyük bir îman vecdiyle, fedakârca cihâda koştular ve ilâhî müjdelere nâil oldular:
“Fakat Peygamber ve O’nunla beraber inananlar; mallarıyla, canlarıyla cihât ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.” (et-Tevbe, 88)
Abdullah Zü’l-Bicâdeyn radıyallâhu anh bu seferde şehîd olmak için duâ istemiş, Peygamber Efendimiz de onu şehâdetle müjdelemişti. Sıcak çatışmanın olmadığı bu seferde, bu sahâbî hastalanarak şehîd oldu. Peygamber Efendimiz, onu kabrine bizzat kendi elleriyle koydu.
Ebû Hayseme radıyallâhu anh başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medîne’de kalmış, orduya iştirâk edememişti. İslâm ordusu yola çıktı. O günlerden birinde; bahçesindeki çardakta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu da davet etmişti.
Ebû Hayseme; ikramlara bakarken, Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem ve ashâbının kızgın çöllerdeki hâlini tefekkür etti. Bir anda aklı başına geldi ve kendi kendine:
“–Onlar bu sıcakta Allah yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?” dedi.
Sofraya elini bile sürmeden derhâl yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna yetişti. Onun geldiğini gören Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem sevindi ve:
“–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)
Tebük Seferi’ne mâzeretsiz olarak katılmayan üç sahâbî ise dönüşte çetin bir imtihanla karşı karşıya kaldı. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem bu üç sahâbî ile görüşme yasağı koydu. İhtilâttan men edildiler. Kimse onlarla muhatap olmadı. Selâmlarını bile almadılar. Âyet-i kerîmenin ifadesiyle, “yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi”.[4] Elli beş gün süren bu tecrîdin ardından, onların tevbelerinin kabulünü müjdeleyen âyetler nâzil oldu.
Ne kadar ibretlidir ki bu sahâbîler, o güne kadar gerçekleşen bütün harplere katılmışlardı. Biri hâriç, İslâm’ın ilk harbi olan Bedir’e dahî iştirâk etmişlerdi. Fakat yalnızca Tebük’e katılmamaları üzerine böyle ağır bir şekilde cezâlandırıldılar.
Demek ki, cihâd emrinin gerçekleştirilmesi hususunda; “Ben şu kadar gayret ettim, bu bana yeter!” gibi bahaneler, Allah katında aslâ makbul değildir.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allah yolunda infâk ediniz de kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz. Zira Allah (iyilikte bulunan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.” (el-Bakara, 195)
Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlünü bildiren şu kıssa da çok ibretlidir:
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallâhu anh iki kez İstanbul’a gerçekleştirilen seferlere katıldı. Bir defasında Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken; Medîneli bir cengâver, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler hayretler içinde;
“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” demişlerdi.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî şöyle dedi:
“–Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. (Biz Ensâr, Allah Rasûlü’ne misafirperverlik ettik, O’nunla gazvelere iştirâk ettik. Neyimiz varsa, Allah Rasûlü’nün yoluna bezlettik. Fakat daha sonra, yani) Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz; «Artık mallarımızın (ve hurma bahçelerimizin) başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım.» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu âyeti vahyetti.
Bu âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, Hak yolunda gayreti terk ve ihmâl etmemizdir.”
İşte bu ilâhî îkâza bütün samimiyetiyle kulak verip ittibâ eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri; dünyanın süsüne ve rahatına hiçbir zaman iltifat etmedi. Allah yolunda hizmetten geri kalmadı. Nihayet katıldığı İstanbul seferi esnasında şehîd olarak, surların yakınına (bugün kendi adıyla anılan Eyüp Sultan semtine) defnedildi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)
Zira cihad emrinde, namazdaki gibi vakit ve rekât sayısı; farz oruçtaki gibi gün tahdidi; zekâttaki gibi ne miktarda verilirse mes’ûliyetinden kurtulacağımızı belirleyen nisâb ve nisbetler yoktur. Hac gibi, ömürde bir kez edâsı da mükellefiyeti ortadan kaldırmaz.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allah uğrunda, hakkını vererek cihât edin!..” (el-Hacc, 78)
Cihâdın hakkı ise yakîn gelene kadar, yani son nefese kadar her türlü imkânla bütün gayretlerin Allah yolunda sarf edilmesidir.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte;
“Mü’min, sonunda varacağı yer cennet oluncaya kadar, işittiği hiçbir hayra aslâ doymaz.” buyrulmuştur. (Tirmizî, İlim, 19/2686)
İşte cihad nisâbının meçhul bırakılması sebebiyledir ki sahâbe-i kirâm son nefeslerine kadar Allah yolunda bütün güçleriyle gayret göstermişlerdir. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin İstanbul’a gelmesi gibi, Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh- o zamanın zor şartları altında Çin’e gitmiş, İbn-i Abbas’ın kardeşi Kusam -radıyallâhu anh- ve Hazret-i Osman’ın oğlu Muhammed -radıyallâhu anh- Semerkand’a İslâm’ın nûrunu taşımışlardır.
Bizler de kendimizi asr-ı saâdet toplumuyla mîzân ederek hâlimizi muhâsebe etmek durumundayız:
Ashâb-ı kirâmın bu cihâd aşkına mukâbil bizler, îman gayret ve heyecanımızı ne kadar artırabiliyoruz? Bilhassa emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker hizmetlerine ne kadar îtinâ gösterebiliyoruz?..
Cihatsız bir Müslümanlığın olamayacağını Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz açıkça beyân etmişlerdir:
Beşîr bin Hasâsiyye radıyallâhu anh anlatıyor:
“Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e bey‘at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.
Ben de şöyle dedim:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır.
İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum.
Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.»
Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:
«–Cihat yok, sadaka yok; peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!.»
Bunun üzerine;
«–Yâ Rasûlâllah! Bey‘at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim.” (Ahmed, V, 224)
Tebük’ten sonra nâzil olduğu bildirilen şu âyet-i kerîmeler de cihâdın üstünlüğünü tebârüz ettirdi:
“Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler bir olmaz. Allah; malları ve canları ile cihâd edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı.
Gerçi Allah hepsine de güzellik (Cennet) vaad etmiştir; ama mücâhidleri, (özür veya vazife îcâbı Medîne’de bırakılanlar hâriç) oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (en-Nisâ, 95-96)
Rivâyete göre bu âyet ilk nâzil olduğunda “özür sahibi olanlar dışında” ibâresi mevcut değildi. Âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm radıyallâhu anh üzüntüsünü belirtince, bu ifade ile âyet tekrar nâzil oldu. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 4/18)
İbn-i Ümmi Mektûm radıyallâhu anh; yine de bu fazîletten mahrum kalmamak için, o günden sonra yapılacak savaşlara katılacağını söyleyip sancağın kendisine verilmesini istemiştir.
Âmâ olduğu için harpten muaf olduğunu söyleyenlere şöyle dediği rivâyet edilir:
“–Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Çünkü ben âmâ olduğum için, düşman kılıçlarını ve harp meydanının dehşetli manzarasını göremem. Bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Sancağın korkusuzca düşman üstüne ilerlediğini gören müslümanların da kuvve-i mâneviyyesi ziyâdeleşir, cesaret, metânet ve yiğitlikleri artar.”[5]
Ne büyük bir îman heyecanı!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. es-Saff, 2. [2] Bkz. es-Saff, 4. [3] İbn-i Hişâm, III, 53. [4] Bkz. et-Tevbe, 118. [5] Bkz. Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1401-1405/1981-85, c. I, 364.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
CİHAT NEDİR?
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/cihadin-fazileti.html