İhlas İle İlgili Örnekler

İhlas İle İlgili Örnekler

İhlas ne demektir? İslam’da ihlasın önemi nedir? Amellerde ihlasın fazileti ve ihlas ile ilgili örnekler. 

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ameller, niyetlere göredir…” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 41; Müslim, İmâre, 155)

Bu itibarla başta ibâdetler olmak üzere bütün hayırlı amellerin, Allâh rızâsı için yapılması esastır. Bu da, ancak ihlâs ile tahakkuk edebilir. Diğer bir ifâdeyle, yapılan amelleri, ancak ihlâs ile ulvî bir gâyeye bağlayarak ibâdet vasıf ve derecesine yükseltmek mümkündür. Dolayısıyla Allah katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır.

İHLAS NE DEMEKTİR?

İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsânî gâyelerin gölgesini düşürmemektir. Beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız amel, özden mahrum kuru bir yorgunluktan ibârettir.

İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşabilme gâyesiyle her türlü dünyâ menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.

İhlâs, amellerin, başta riyâ ve ucub olmak üzere her türlü mânevî kirden arınmasıdır. Zîrâ bunlar, ihlâsı bulandıran ve onu yok eden kalbî hastalıklardır.

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından gayri bütün emelleri gönülden söküp atmak, müslümanın îfâsına mecbûr olduğu büyük bir vazîfedir.

Lâkin şuna dikkat etmek lâzımdır ki, ihlâs sâhibi kimseler her an nefsâniyetin galebesi neticesinde bu güzel hâllerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Zirvede durmak nasıl zor ise, ihlâsı muhâfaza edebilmek de o derece güçtür. Nitekim bu hususta Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’nin şu sözü pek meşhurdur:

“Bütün insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır. Bütün âlimler uykudadır, ilmiyle âmil olanlar bunun dışındadır. İlmiyle amel edenlerin de aldanma ihtimâli vardır, ancak ihlâslılar bundan müstesnâdır. İhlâslılar da (dünyâda her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar…”[1]

Bütün zorluğuna rağmen ihlâsı muhâfaza edebilen kullar ise pek çok ilâhî lûtuflara mazhar olurlar. Ezcümle:

İhlâs, kulları en büyük hayır olan ilâhî rızâya nâil eyler. Çünkü Allâh’ın, insanların amellerinden murâdı, ancak kendi rızâsının hedeflenmiş olması, yâni ihlâstır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

(Ey Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de dîni Allâh’a has kılarak ihlâs ile kulluk et!” (ez-Zümer, 2)

“De ki: Ben, dîni Allâh’a has kılarak ihlâslı bir şekilde O’na kulluk etmekle emrolundum.” (ez-Zümer, 11)

İhlâs, mü’mini, en büyük düşmanı olan şeytanın tasallutundan kurtarır. Zîrâ o, ancak ve ancak ihlâsta zaaf gösterenlere musallat olabilmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

(Şeytan) dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlakâ azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!” (el-Hicr, 39-40)

İhlâs sâhibi olanlar, Ccehennem azâbından âzâd olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın; (Azaptan) ancak Allâh’ın hâlis kulları istisnâ edilecektir.” (es-Sâffât, 40) buyruğu, bu hakîkati müjdelemektedir.

İhlâsla yapılan amel, az da olsa, sâhibinin kurtuluşuna kâfîdir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan az amel bile sana kâfî gelir.” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 341)

İhlâs, ilâhî nusreti celbeder. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

“Allâh bu ümmete, zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” buyurmuştur. (Nesâî, Cihâd, 43)

İhlâsın gâlip geleceğinden şüphe etmemek lâzımdır. Zîrâ ihlâslı gayretler korunur ve hiçbir zaman zâyî olmaz. Târih boyunca ihlâslı ve sabırlı fertlerden oluşan nice az sayıdaki ordular, sayı ve techizat bakımından kendilerinden katbekat fazla olan ordulara Allâh’ın izniyle gâlip gelmişlerdir. Bu durum da gösteriyor ki ihlâs, zaferlerin temelidir.

İHLAS HAKKINDA ÖRNEKLER

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtı ihlâsın zirvesini teşkil eden misallerle doludur. Nitekim tebliğin ilk döneminde vukû bulan şu hâdise, bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir:

Müşrikler, amcası Ebû Tâlib vâsıtasıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber göndererek dâvâsından vazgeçmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cevap olarak amcasına şöyle buyurdu:

“–Amca! Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allâh, onu bütün cihâna yayar, vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!”[2]

İslâm nûrunun doğuşundan rahatsız olan müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla yaptıkları teşebbüslerin netîcesiz kalması karşısında, bu defâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geldiler ve şu tekliflerde bulunmaya cür’et ettiler:

“–Zengin olmak istiyorsan, sana istediğin kadar mal verelim; öyle ki kabîleler arasında senden zengin kimse bulunmasın!

Reislik arzusundaysan, seni kendimize baş yapalım; Mekke’nin hâkimi ol!

Şâyet asîl bir kadınla evlenmek fikrinde isen, sana Kureyş’in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim!

Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu dâvâdan vazgeç!”

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de o gâfillere, yaptıkları ve yapacakları bütün süflî ve nefsânî tekliflerin hepsine birden cevap mâhiyetinde şöyle buyurdu:

“–Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat, ne reislik, ne de kadın! Benim tek istediğim, tapmakta olduğunuz âciz putlardan vazgeçerek yalnız Allâh’a kulluk etmenizdir!”[3]

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, hayâtını Allâh’ın dînini tebliğ gayretiyle yaşamış ve bunun için insanlardan müstağnî kalarak şahsı için hiçbir şey talep etmemiştir. Efendimiz ve diğer bütün peygamberler:

“Yaptığım bu dâvete karşılık ben sizden herhangi bir ücret talep etmiyorum. Benim mükâfâtımı ancak âlemlerin Rabbi olan Allâh verecektir.”[4] sözünü tekrarlamışlardır.

Musa Aleyhisselam’ın İhlası

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şu hâli, ne muhteşem bir ihlâs tezâhürüdür:

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de iki kadın gördü, (hayvanlarını sudan) men ediyorlardı. Onlara:

«–Sizin bu hâliniz nedir?» dedi. Şöyle cevap verdiler:

«–Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine girip hayvanlarımızı) sulayamayız; babamız da çok yaşlıdır.»” (el-Kasas, 23)

Bunlar, Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızları Safura ile Süfeyrâ idi. Mûsâ -aleyhisselâm-, sekiz gündür aç olmasına rağmen, çok güç de olsa kuyudan su çekti ve onların hayvanlarını sulayıverdi. Hanımlar teşekkür edip oradan ayrıldılar.

Daha sonra Şuayb -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’yı evine dâvet ederek yemek ikrâm etti. Hazret-i Mûsâ, günlerdir aç olmasına rağmen yemekte tereddütlüydü. Şuayb -aleyhisselâm- sebebini sordu. Mûsâ -aleyhisselâm- şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Biz öyle bir âileyiz ki, bütün dünyâyı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben size bu yemek için değil, rızâ-yı ilâhî için yardım etmiştim.”

Şuayb -aleyhisselâm- bu cevâba çok memnûn oldu ve:

“–Bu ikrâmımız, yaptığın yardım için değil, misâfirimiz olduğun içindir; haydi ye!” buyurdu.

Bunun üzerine, çok yorgun ve aç olan Mûsâ -aleyhisselâm-, yemeği kabûl etti.

Bu misâl de gösteriyor ki, Allâh için yapılan hayırların ecrini zâyî etmemek için, niyetteki ihlâsı hiçbir dünyevî karşılık beklentisiyle zedelememek gerekmektedir.

İhlasın Sırrına Varmış Müminler

Tebük Seferi’nde yaşanan bir ihlâs misâlini Vâsile bin Eskâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde (sefere iştirâk edebilmek için ne bir maddî gücüm ne de bir bineğim vardı. Bu mübârek seferden mahrum kalmamak için) Medîne’de şöyle nidâ ettim:

“–Ganimet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?!”

Ensâr’dan yaşlı bir zât, münâvebe ile (sırayla) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini söyledi. Ben hemen; “Anlaştık!” deyince:

“–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!” dedi.

Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allâh ganimet de nasîb etti; hisseme bir miktar deve isâbet etti. Bunları sürüp (o yaşlı Ensârî’ye) getirdim. O ise bana:

“–Develerini al götür.” dedi.

“–Başta yaptığımız anlaşmaya göre bunlar senin.” dediysem de Ensârî:

“–Ey kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben sevâbına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm).” karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)

Bütün imkânlarını Allâh rızâsını kazanmak için cömertçe seferber eden ashâb-ı kirâm, hem Allâh yolunda gazâya çıkarken hem de bir mü’min kardeşine yardım ederken ihlâs sırrına son derece riâyet etmiş, Allâh için yaptıkları hayırlara fânî menfaatlerin en ufak bir gölgesinin dahî düşmemesi için âzamî bir titizlik göstermişlerdir.

Her Duaya Duayla Karşılık Verilmeli

Âişe -radıyallâhu anhâ- bir yoksula yardım ettiği zaman, yoksulun hayır duâsına karşılık aynı duâ ile mukâbelede bulunurdu. Kendisine:

“–Hem mal veriyorsun hem de duâ ediyorsun, bu nasıl oluyor?” diye sorulduğunda şu cevâbı vermiştir:

“–Onun yaptığı duânın, benim sadakamın karşılığı olmasından korkuyorum. Bana yaptığı duânın aynısını ona yapıyorum ki, sadakam hâlis olsun, böylece infâkımın mükâfâtını sâdece Allah’tan beklemiş olayım.”[5]

Ne muhteşem bir ihlâs numûnesi!.. Hakîkaten de o mübârek insanlar, ihlâslarını muhâfaza edebilmek için kılı kırk yararcasına bir hassâsiyet göstermişlerdir.

İman İle Şereflendiren İhlas

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ihlâstaki derinlik ve hassâsiyetini sergileyen şu hâdise ne muhteşemdir:

Bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Bu esnâda adam, iğrenç bir davranışa meylederek ansızın Hazret-i Ali’nin nurlu ve mübârek yüzüne tükürdü.

Ehl-i Beyt’in bahâdır bir ferdi ve “Allâh’ın Arslanı” olan Hazret-i Ali için savaş meydanında alt ettiği o kâfirin kafasını bir hamlede uçuruvermek, işten bile değildi. Fakat o, sırf Allâh için olan gazâ niyetine, o anda nefsinin müdâhalesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki Peygamber armağanı olan Zülfikâr isimli kılıcını yavaşça yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.

Yerde perişan vaziyette ölümü bekleyen adam, bu hâle pek şaşırdı. Zîrâ o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde, Hazret-i Ali’nin, öncekinden daha şiddetli bir mukâbele göstererek daha büyük bir hiddet ve öfkeyle kendisini öldüreceğini düşünmüştü. Fakat düşündüğü gibi olmadı; hayâl edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. İslâm ve gönül kahramanı olan Hazret-i Ali’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman, hayret ve merakla sordu:

“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Beni öldürmekten niçin vazgeçtin? Ne oldu ki şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin!.. Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin…”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

“–Ben Hazret-i Peygamber’in bana armağan ettiği bu Zülfikâr’ı, ancak Allâh yolunda kullanırım. Allâh düşmanlarının başını yine O’nun rızâsı için vururum. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam… Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni, nefsime tâbî olmak gibi, bir mü’mine aslâ yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gurûrumu tatmin için değil, Allâh için gazâ ederim.”

Neticede o düşmanın gönlü, öldürmeye geldiği bir insanın ulvî ahlâk-ı hamîdesi karşısında âdeta yeniden hayat buldu. Hazret-i Ali’nin îmânı, nefse mukâvemeti ve ihlâsından hisse alarak îmân ile şereflendi.

İbrahim Aleyhisselam’ın İhlası

Bağdat’ta bakırcılar çarşısında büyük bir yangın çıkmıştı. İki çocuk, yanmakta olan dükkânların birinde mahsur kalmıştı. Çocuklar “İmdât!” diye feryâd etmelerine rağmen, alevler çok şiddetli olduğundan hiç kimse kurtarmaya cesâret edemiyordu. Çocukların ustası ise dışarıda çâresizlik içinde:

“–Kim çocukları kurtarırsa ona bin altın vereceğim!” diye nidâ ediyordu.

O sırada oradan geçmekte olan Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri, bu hâdiseyi görünce hemen büyük bir şefkat ve merhametle ateşin içine daldı. Ateş, sanki ona gülistân oluverdi. Hazret-i Pîr, herkesin hayret dolu bakışları arasında, çocukları alevlerin ortasından Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sağ-sâlim kurtardı.

Çocukların ustası, büyük bir sevinç içinde Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri’ne altınları takdîm etti. Hazret-i Pîr ise birden kaşlarını çattı ve şöyle dedi:

“–Sen altınlarını al ve Allah Teâlâ’ya şükret! Şâyet ben şu yaptığımı Allâh için değil de, maddî bir karşılık ümîdiyle yapmış olsaydım, çocukları o alevlerin içinden aslâ çıkaramazdım!”

Bu misalde de görüldüğü gibi, ihlâs bereketiyle nice ateşler gülistân oluverir. Lâkin ateşe girebilmek, ancak Allâh’a Halîl olan Hazret-i İbrâhim’in hâli ile hâllenmekle, yâni “İbrâhimlik”le mümkündür. Çünkü İbrâhim -aleyhisselâm-’ın ateşten çekinmeyişi, kendisindeki Allâh aşkı ve muhabbetiyle teslîmiyetine mukâbil Cenâb-ı Hakk’ın bahşetmiş olduğu müstesnâ bir ikramdır.

İhlasla Verilen Sadaka

İhlâs, her işte tesirini gösterir. İnfâk edilen sadaka, hâlis niyetle verildiği takdirde, lâyık olmayan bir kimseye gitse bile onu veren, samîmiyeti mukâbilinde ecre nâil olur. İhlâsı nisbetinde, verdiği kimselerde de hayra doğru müsbet temâyüller meydana gelir. Bu hakîkate Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle işâret buyurur:

“Vaktiyle bir adam:

«–Ben mutlakâ bir sadaka vereceğim.» dedi.

Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı:

«–(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Sana hamd olsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.» dedi.

Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk:

«–(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlakâ yine sadaka vereceğim.» dedi.

(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk:

«–(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.» dedi.

(Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama:

«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14)

İşte ihlâs ve samîmiyetin berekâtı… Hadîs-i şerîfte, kişinin sadaka verirken kalbinde taşıması gereken ihlâs ve samîmiyete işâret edilmektedir. Ayrıca niyetin amelden daha hayırlı olduğu da ifâde edilmektedir. Fakat buradan hareketle sadakayı rastgele dağıtmanın fazîletli bir iş olduğu da zannedilmemelidir. Bilâkis mü’min, sadaka ve zekâtını verirken, gerçekten muhtaç olanı, imkânı dâhilinde araştırmalı ve onu en lâyık olan kimselere vermelidir.

Sadaka Vermede Niyet

Yukarıdaki hadîs-i şerîfin bir tezâhürü olan şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Sâmi Efendi Hazretleri’nin bir Anadolu seyahatleri esnâsında Ürgüp’te bir kişi otomobillerini çevirerek kendisinden sigara parası ister. Bir sehâvet güneşi olan Sâmi Efendi Hazretleri, bâzı yol arkadaşlarının kalbî muhâlefetine rağmen:

“–Mâdemki istiyor, vermek lâzım.” diyerek, etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı hiç düşünmeden verir. Buna memnun olan fakir de niyetini değiştirip:

“–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım.” diyerek sevinçle oradan ayrılır.

Bu, infâk edilen malın helâliyeti ve niyetin temizliği mukâbilinde meydana gelen hayır tecellîsine dâir âşikâr bir misaldir.

Gizlice İşlenen Amel

İslâm târihinin ilk yıllarında Medîne-i Münevvere’de bâzı fakirlerin kapılarına meçhûl bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konmamış. Sebebini merak ederlerken, o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu ve Medîne-i Münevvere, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın torunu Zeynelâbidîn Hazretleri’nin vefâtı haberiyle çalkalandı. Herkes derin bir mâteme büründü.

Bu Peygamber evlâdına karşı son vazîfeler îtinâ ile yapılmaya başlandı. Sıra mübârek nâşının yıkanmasına geldiğinde, bu şerefli vazîfeyi yapacak olan zât, mevtânın sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görünce şaşırdı. Sebebini anlayamadı. Yakınlarına sorduğunda ise, Ehl-i Beyt’ten orada bulunup bu sırra âşinâ olan bir kimse, şunları söyledi:

“–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136)

İşte, Hakk’a râm olmuş, merhamet dolu bir mü’minin yüreğindeki ihlâs tecellîsi ve yapılan hayırların ecrini, beşerin iltifatlarıyla zedelememek için ömür boyu riâyet edilen bir hassâsiyet…

Sultan Alparslan’ın Malazgirt Konuşması

Gönlü Rabbi ile beraber olan Sultan Alparslan’ın şu hâli, ihlâsa ne güzel bir misaldir:

Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesi’ne girmeden evvel bembeyaz elbiseler giydi ve; “Bu benim kefenimdir!” dedi. Yâni kendini cihan şöhretine değil, hâlis bir îman vecdiyle şehîdliğe hazırladı. Askerine, harbe girmeden önce şu veciz hitâbede bulundu:

“Ya muzaffer olur gâyeme ulaşırım; ya da şehîd olarak cennete giderim. Sizlerden beni tâkip etmeyi tercih edenler, tâkip etsin. Ayrılmayı tercîh edenler, gitsinler! Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zîrâ bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan bir gâzîyim. Beni tâkip edenler ve nefislerini yüce Allâh’a adayarak şehîd olanlar, cennete; sağ kalanlar gâzîliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, âhirette ateş, dünyâda da rezillik beklemektedir.”

Sultan Alparslan’ın bu ihlâsına mukâbil Cenâb-ı Hak ona, kendi ordusundan beş misli daha kalabalık bir orduya sâhip olan Romen Diyojen karşısında zafer nasîb etti.

Daha önce de ifâde edildiği üzere, insanlar içinde ancak ihlâs sâhibi olanlar gerçek kurtuluşa ereceklerdir. Ancak ihlâs sâhipleri de dâimâ büyük ve tehlikeli bir imtihan üzeredirler. Nitekim büyük İslâm kumandanı Alparslan’ın hayâtına mâl olan suikast da böyle bir imtihan mâhiyetinde gerçekleşmiştir. Şöyle ki:

Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Mâverâünnehir’e doğru sefere çıktı. Amuderya Nehri üzerinde bulunan Hana Kalesi’ni muhâsara etti. Kale komutanı, sapık bir fırka olan Bâtınîliğe mensup Yûsuf el-Harezmî idi. Kalenin fazla dayanamayacağını anlayınca teslîm olduğunu bildirdi. Bu hâin, Alparslan’ın huzûruna çıkarıldığında Sultan’a hücûm edip onu hançeriyle yaraladı. Yûsuf el-Harezmî’yi derhâl öldürdüler, fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. 25 Ekim 1072 târihinde şehîden Rabbine kavuştu. Son sözleri şunlar oldu:

“Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allah Teâlâ’ya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi. Kalbimden, «Ben, dünyânın hükümdârıyım, bana kim gâlip gelebilir!» diye bir düşünce geçti. İşte bunun neticesi olarak Cenâb-ı Hak, âciz bir kulu ile beni cezâlandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hatâ ve kusurlarımdan dolayı Allah Teâlâ’dan af diliyor, tevbe ediyorum. Lâ ilâhe illâllâh Muhammedü’r-Rasûlullâh!..”

Şüphesiz bu hâl, temiz bir yüreğin samîmî bir vicdan muhâsebesidir.

40 Yıl Duasını Aldı

Hak dostlarından bir zâta:

“–Efendim, ihlâs husûsunda sizi tesiri altında bırakan bir hâdise yaşadınız mı?” diye sordular. O da:

“–Evet, yaşadım.” dedi ve şunları anlattı:

“–Mekke-i Mükerreme’de para kesemi kaybetmiş, muhtaç durumda kalmıştım. Basra’dan para bekliyordum, fakat bir türlü gelmiyordu. Saçım sakalım epeyce uzamıştı. Bir berbere giderek:

«–Param yok, Allâh rızâsı için saçlarımı düzeltebilir misin?» diye sordum.

O esnâda berber, bir adamı tıraş ediyordu. Hemen yanındaki boş yeri gösterip; «Buraya otur.» dedi ve onu bırakarak beni tıraş etmeye başladı. O adam îtirâz etti. Berber:

«–Kusura bakmayınız efendim, sizi ücret mukâbilinde tıraş ediyorum, lâkin bu şahıs, Allâh rızâsı için kendisini tıraş etmemi istedi. Allâh için olan işler dâimâ önceliklidir ve bir bedeli yoktur. Allâh için olan işin bedelini kullar aslâ bilemez ve ödeyemez!» dedi.

Tıraştan sonra berber, cebime zorla birkaç altın sokuşturdu:

«–Âcil ihtiyaçlarını karşılarsın, imkânım bu kadar, kusura bakma!» dedi.

Aradan birkaç gün geçti, Basra’dan beklediğim para geldi. Berbere bir kese altın götürdüm:

«–Aslâ alamam! Allâh için olan işin bedelini ödemeye kulların gücü yetmez. Varın gidin siz yolunuza devâm edin, Allâh selâmet versin!» dedi.

Helâlleşip ayrıldım, lâkin tam kırk senedir geceleri kalkıp ona duâ ediyorum.”

İşte böyle hâlisâne, yâni sâdece Allâh için yapılan amel-i sâlihlerin ve hayırların karşılığını Cenâb-ı Hak, kendi şânına lâyık bir güzellikte lûtfedecektir.

İki Şeyi Unut

Osmanlı toplumunda Ramazan günlerinde pek çok zengin, hiç tanımadıkları muhitlerde tebdîl-i kıyâfet üzere gezerler, bölgedeki bakkal, manav ve dükkânlara giderek onlardan veresiye defterini çıkarmalarını isterlerdi. Baştan, ortadan ve sondan rastgele bâzı sayfalarda yazılı borçları toplattırıp çıkan miktârı öder ve:

“–Bu borçları silin! Allâh’ım kabûl eyle!” deyip, kendilerini tanıtmadan giderlerdi.

Borcu ödenen, borcunu kimin ödediğini; borcu sildiren de kimi borçtan kurtardığını bilmezdi. Gizli verilen nâfile sadakanın, açıktan verilenden daha makbûl olduğunu bilen zevât, yardımlarını mümkün mertebe gizlice yapmaya gayret ederlerdi. Ecdâdımız sağ eliyle verdiğini, sol elinden bile saklar, yaptıkları iyilikleri de hemen unuturlardı.

Kibâr-ı ehlullâh iki şeyi unut buyuruyor:

1. Yaptığın hayır-hasenâtı. Zîrâ sana benlik ve ucub vermesin.

2. Sana yapılan kötülükleri unut ki, kalbinde kin ve öfke tomurcuklanmasın.

Zor Muhafaza Edilen Cevher

Velhâsıl ihlâs, zor elde edilen ve zor muhâfaza edilen bir cevherdir ki, kıymetini Allah’tan başka kimse takdîr edemez. Zîrâ kalp pencereleri Allâh’a açıktır. İhlâs, kulu dünyâda ve âhirette yüksek mertebelere nâil kılan ve Allâh’a yaklaştıran ulvî bir haslettir. Allah Teâlâ, ihlâstan mahrum amelleri kabûl etmez. Ucub (kendini beğenme) ve riyâ gibi kalbî hastalıklarla yapılan ameller, kıyâmet günü, eskiyip dökülmüş bir paçavra gibi sâhibinin yüzüne çarpılır. İhlâsa ise Allah Teâlâ bereket lûtfederek kulunun azını çok yapar, ömrünü uzun ve feyzini dâim kılar.

Dipnotlar:

[1] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Beyrut 1990, V, 345.

[2] Bkz. İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64.

[3] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 236.

[4] Bkz. eş-Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; Yûnus, 72; Hûd, 29.

[5] Necati Yeniel – Hüseyin Kayapınar, Sünen-i Ebû Dâvûd Terceme ve Şerhi, İst. 1988, VI, 304.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

AMELLERDE İHLAS VE SAMİMİYETİN ÖNEMİ