İslam’da Tecrid (İdealizm)
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
İslam dünya görüşünün mücerred prensiplerinden tecrid (idealizm) prensibi.
Dünya görüşleri, metafiziğe değer atfedenler ve atfetmeyenler olarak ikiye ayrılır.
Bir kısmı fiziğe/maddeye ehemmiyet verip metafiziği/mâneviyâtı ihmal ederken, diğer kısmı da metafiziğe ağırlık verip fiziği ihmal etmektedir. İslâm ise fizik ile metafiziği, madde ile mânâyı, zâhir ile bâtını, beden ile rûhu, ilâhî bir denge ve âhenk içinde, en mükemmel ölçülerle mezcetmiştir.
Eflâtun gibi filozoflar dahî, bu maddî âlemin esas âlem olmadığını, gerçek bir âlemin gölgesi olduğunu hissetmişlerdir. Lâkin vahiyden uzak oldukları için şirke düşmekten kurtulamamış; bütün kâinâtın, Allâh’ın parçası olduğunu iddia etmişlerdir. Yani “Panteizm” denilen inkâr türüne kapılmışlardır.[1]
Hâlbuki Cenâb-ı Allah müteâldir, O’nun Zât’ı eşyada zuhûr etmez. Kâinat ise Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının değil, esmâ ve sıfatlarının tecellîsidir. Nasıl ki Güneş’in ışığına Güneş denilemezse, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfat tecellîlerinden ibaret olan yaratılmışlar âlemine de -hâşâ- Yaratıcı’nın Zât’ı veya parçası denilemez.
MAHLUKATI TEFEKKÜR
Kâinatta Zâtî tecellîye müsâit bir varlık yaratılmamıştır. İnsan idrâki ise bu âlemden aldığı intibâlarla düşünebildiği içindir ki Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı üzerinde değil, sıfatları üzerinde tefekkür etmemiz emredilmiştir.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zât-ı üzerinde düşünmeyin. Zira siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) aslâ takdir edemezsiniz…” (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)
Bu ifadeler de, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî mâhiyetini kavramanın, beşer idrâkinin üstünde bir keyfiyet olduğunu beyan etmektedir.
Akıl, “muhdes”tir, yani sonradan yaratılmıştır. Bu muhdes varlığın kadim varlığı, sınırlının sınırsızı, damlanın uçsuz bucaksız okyanusu lâyıkıyla idrâk ve ihâta edebilmesi, elbette mümkün değildir.
Allah Teâlâ, zaman ve mekândan münezzehtir. İnsan idrâki ise, zaman ve mekânla şartlanmış olduğundan, beşerî mantık, ancak zaman ve mekân kayıtları içinde bir faâliyet gösterebilir. Bir şeyi kavrayabilmek için o şeyin görülebilen âlemde bir benzerinin yahut zıddının ve bunun da zihinde bıraktığı bir intibâın olması lâzımdır.
Allah ise, “muhâlefetün lil-havâdis” yani yarattıklarına benzememe sıfatına sahiptir. Bu, sonradan meydana gelmiş olan her şeyden mutlak sûrette farklı, üstün ve mükemmel olmayı ifade eder. Nitekim İslâm âlimleri, Cenâb-ı Hakk’ın, beşerî idrâk ve tasavvurun çok çok ötesinde olduğunu ifade etmek için şu veciz kelâmı söylemişlerdir:
“Allâh’ın Zât’ı ile alâkalı aklına hangi düşünce gelirse gelsin, bilesin ki Yüce Allah onun dışındadır.”
Hâlık Teâlâ Hazretleri, -hâşâ- eseriyle aslâ mukâyese edilemez. O, bütün yaratılmışların üzerinde bir kemâl, azamet ve kudret sahibidir. Böyle olması lâzım geldiği de, aklî ve mantıkî bir zarûrettir. Bu itibarla eşi ve benzeri bulunmayan Allâh’ın Zâtî mâhiyeti hakkında fikir yürütmek, beşer için ne mümkün ne de doğrudur. Yine İslâm âlimleri;
“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâibdir.” diyerek, O’nun Zât’ını kavrayabilmenin, insanın sınırlı idrâk kapasitesini aşan bir durum olduğunu ifade etmişlerdir.
KALBEN TESLİMİYET
Diğer taraftan, yegâne hak din olan İslâm, neredeyse tamamen metafizik hakîkatler üzerine kuruludur. İslâm’daki bütün îman esasları, gayba îmânı temel alır. İslâm ile müşerref olabilmenin ilk adımı sayılan kelime-i şehâdet getirmek de bu esasları kalben kabul edip dil ile ikrâr etmektir. Yani Müslüman olmak, bir ön kabuldür, vahyin bildirdiği gaybî hakîkatlere kalben teslîmiyet göstermektir.
Dıştan bakınca şeklî birtakım hareketlerden ibaret gibi görünen namazda bile, onun müşahhas tarafını fersah fersah aşan mücerred bir muhtevâ ve ulvî bir mânâ iklimi mevcuttur. Namaz, hayatın akışından uzaklaşarak, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını temsilen Kâbe’ye yönelmek sûretiyle, mekân ve cihetten münezzeh olan Rabbimiz’in huzûrunda kıyâm, rükû, sücûd ve diğer rükünler ile âdeta bir ruh mîrâcı yaşamaktır.
Oruç, zekât, hac gibi mâlî ve bedenî ibadetlerde bile, dünyevî olandan uhrevî olana, fizik âlemden metafiziğe, gönül dünyasında derinleşmeye, Cenâb-ı Hakk’a kalben yakınlaşmaya, huşû, vecd ve rûhâniyete bir yönelme vardır. Istılâhî mânâda idealizmin muhtevâsında bulunan fedâkârlık, îsar, dâvâ uğrunda şehîd olmak gibi esaslar da İslâm’da kâmil mânâda mevcuttur.
İslâm, bir hayat nizâmıdır. Hayatın hiçbir sahasını ve ömrün hiçbir ânını boş bırakmadan, Kur’ân ve Sünnet ölçüleriyle tanzim eder. Bunu yaparken de her şeyin maddî ve müşahhas varlığını aşan bir îzah üslûbuyla, onlara ulvî bir gâye ve mânâ kazandırır. Yani hayatın bütün îcaplarını idealize eder. Bunun yolu ise, hâlisâne bir niyettir. Yani mü’min, günlük hayatının îcap ve ihtiyaçlarını bile, Hak Teâlâ’nın râzı olacağı hâlis bir niyetle yerine getirdiği takdirde, o davranışlarını da âdeta bir ibadet mâhiyetine dönüştürmüş olur.
Yüce dînimiz İslâm; mü’minleri nefsâniyet ve mâsivâdan uzaklaştırıp Rabbânî bir istikâmete yönlendirebilmek için, maddî ve zâhirî hâdiseleri dahî, mânevî bir gâyeye bağlayarak, onlara ulvî bir muhtevâ kazandırır. İnsanın, yalnız ibadet ve ahlâka dâir ulvî fiillerini değil, bedenî ve beşerî ihtiyaçlarından doğan günlük meşgalelerini dahî idealize eder. Meselâ yiyip içmek, insanın bedenî/biyolojik bir ihtiyacıdır. Fakat İslâm, bu maddî ihtiyacı da idealize ederek, onu ibadetlere kuvvet olması niyetiyle, bir ecir vesîlesine dönüştürür. Yani tamamen fizikî bir hâdiseye dahî, metafizik bir mâhiyet kazandırır.
Yine bu çerçevede, yemeğe besmele ile, yani Allâh’ın adını anarak başlamayı, yenilen her lokmada Allâhʼın lûtuf ve ihsanlarının büyüklüğünü tefekkür etmeyi, bütün bunlara mukâbil, Oʼna hamd, şükür ve zikirde bulunmayı telkîn eder. Yani İslâm, alınan bir gıdanın vücuda sağlayacağı maddî faydanın yanı sıra, onu mâneviyatla mezcederek bir nevi ibadet hükmüne girmesini de temin eder.
NİKAH, ALLAH ADINA SÖZ VERMEKTİR
Aynı şekilde; evlilik de, nefsânî duygu ve arzuları idealize etmek sûretiyle, güzel bir neslin yetişeceği aile yuvasının kurulmasını sağlar. Toplumu iffetli, temiz ve nezih bir hâle getirir. Anne, baba, evlâtlar ve akrabalar arasında; muhabbet ve hürmetle birlikte, mânevî hak ve mes’ûliyetleri meydana getiren bağlar kurulmuş olur. Diğer taraftan, nikâhsız beraberliklerine; “Bizim bir kâğıt üzerindeki imzaya, şeklî bir merasime ihtiyacımız yok!” şeklinde âmiyâne bir izah getirmeye çalışan zinâkârların yaptığı, idealizmin ters yorumlanmasından doğan bir sahtekârlıktır.
Hâlbuki nikâh, sadece kâğıda atılmış bir imzadan ibaret değildir. Onun büyük bir mânâsı vardır. Nikâh, iki tarafın Allah adına söz vermesidir. Bu akit neticesinde, pek çok hak ve hukuk terettüb edecektir.
Nikâhın olmadığı bir toplumda zinâ vardır. Bu da, ailenin çöküşüne, neslin bozulup toplumun fesâda uğramasına sebep olan bir fâciadır ve çok büyük bir günahtır. Çünkü insanı, diğer canlılar seviyesine düşürür. İnsan toplumu; aile olmazsa, hayvan sürülerinden farksız, hattâ daha aşağı bir hâle gelir. Nesep, iffet, haklar ve mes’ûliyetler ayaklar altında çiğnenir.
Aile, toplumu ayakta tutan en temel unsurdur. 1839 tarihli Tanzîmat’tan itibâren cemiyetimizdeki maddî ve zâhirî sarsıntılar dâimâ, sağlam aile yapımız sayesinde atlatılabilmiştir. Çanakkale Zaferimiz, İstiklâl Harbimiz ve son olarak 15 Temmuz’da halkımızın mukâvemeti, bunun en güzel misalleridir. Çünkü Tanzîmat’tan beri toplumda meydana gelen bozulmalar, aileye sirâyet edememiş, sadece Avrupâî tahsil görmüş olan belli bir kesimde kalmıştı.
Ancak üzülerek görmekteyiz ki, günümüzde, internet, televizyon, moda ve reklâmlardaki menfîlikler, aileye de sirâyet etmeye başladı. Eğer onu koruyamazsak, aile yapısı bozulursa -Allah muhafaza buyursun- toplum, istikbâldeki sarsıntılara tahammül edemez hâle gelir. Diğer bir misal:
Kazanılan paranın durumudur. Zira dürüstçe çalışarak ve ticarî faaliyetlerde bulunarak da para kazanılır; bunun zıddına faiz, karaborsacılık, gabn-i fâhiş ve aldatma sûretiyle de para kazanılır. İkisi de zâhiren paranın miktarını artırır. Lâkin biri helâldir, diğeri ise haramdır.
MÜMİNİN HESABINI KOLAY VEREBİLECEĞİ MAL
Vahyin rehberliğinden mahrum bir akıl, helâl-haram demeden ne elde edebilirse onu kâr zanneder. Hâlbuki bir mü’min için helâlden kazanılan bir kuruş, haramdan gelecek milyonlardan daha değerlidir. Mü’min için hesabını kolay verebileceği helâl mal, hayırlı maldır. Hesabını veremeyip azâbını çekeceği haram mal ise tam bir baş belâsıdır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 65)
Bunun zıddına faiz ise, Kur’ânî tâbiriyle, “Allah ve Rasûlü ile harp etmek”[2] kadar ağır bir cürümdür. Helâl de haram da zâhiren kazanç kapısı olabilir. Lâkin biri Allâh’ın rahmetini celb ederken, diğeriyse gazabına müncer olur. Bir başka misal:
Kâtil ile gâzi, dıştan bakıldığında her ikisi de aynı fiili işlerler. Fakat biri cinayet iken, diğeri ise fedakârlık ve kahramanlıktır. Yani ikisinin fiilleri arasında Cennet ve Cehennem kadar muazzam bir mânâ ve mâhiyet farkı vardır.
Bir savaş; insan topluluklarının birbirlerinden bir şeyleri gasp etmek için yaptıkları kavga olduğunda, en süflî ve en zâlimâne neticelerle dolu bir vahşettir. Meselâ daha güçlü, daha zengin ve daha büyük olmak gibi siyâsî emeller, maddî menfaatler ve nefsânî ihtiraslar için yapılan 1. ve 2. Cihan Harbi, 70 milyon insanın canına mâl olmuştur. Bu, insanlık adına büyük bir yıkım ve fâciadır.
Fakat “i‘lâ-yı kelimetullah” ve “nizâm-ı âlem” için gerçekleştirilen, neticede insanlığa sulh, sükûn, adâlet, emniyet ve huzur getiren cihâd ise, Allah katında çok değerlidir.[3]
Tabiî ki İslâm’da cihad; kan dökmek, toprak almak için savaşmak ve toprağı kanla sulamak değildir. Bu, yasaktır ve haramdır. Kılıç, ancak zulmü kaldırmak ve hidâyetlere vesîle olabilmek için kullanılır. Bu gâyeye hizmet etmeyen bir kılıç, ancak bir şer âletidir.
İşte yüce dînimiz İslâm -bu misallerde olduğu gibi- beşerî hayatın bütün îcaplarını ulvî bir gâyeye raptederek müʼminlere her an Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını tahsil edebilme fırsatları takdim etmiştir. Böylece bütün bir hayatın ibadet vecdi içinde idrâk ve ihyâ edilmesinin feyizli zeminini hazırlamıştır.
İSLAM, NİYET ŞUURU KAZANDIRIR
Bu fırsatları değerlendirebilecek derecede gönül uyanıklığına sahip olan mü’minlerin helâl kazanmak için çalışmaları, yiyip içmeleri, oturup kalkmaları, selâmlaşmaları, hattâ uyumaları bile -niyetlerindeki hâlisiyet bereketiyle- ibadet hükmüne girer. Muhammed bin Ali Tirmizî Hazretleri (vefatı hicrî 285) buyurur ki:
“Bir kimsenin himmeti (yani bütün gayretini teksif ederek en çok ehemmiyet verdiği husus) din olursa, himmeti hürmetine bütün dünyevî işleri de dînî hâle gelir. (Bunun zıddına) bir kimsenin himmeti de dünya olursa, niyeti sebebiyle bütün dînî işleri dahî dünyevî hâle gelir.”[4]
Bunun için İslâm, gönüllere mânevî bir terbiye ile güzel bir “niyet şuuru” kazandırmayı hedefler. Zira hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;
“Mü’minin niyeti (maksat ve ihlâsı) amelinden hayırlıdır.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 194)
Nitekim diğer bir hadîs-i şerîfte, bu hakîkat şöyle misallendirilmektedir:
“Kim Allâh’a gerçekten inanarak ve vaadine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihâd etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, (hattâ) gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır.” (Buhârî, Cihâd, 45; Nesâî, Hayl, 11)
Horasan melik ve kahramanlarından Amr bin Leys’in şu hâli de, hâlis niyetin Allah indindeki yüksek kıymetine güzel bir misaldir. Vefâtından sonra onu sâlih bir zât rüyasında görmüştü. Aralarında şu konuşma geçti:
“–Allah sana nasıl muâmele etti?”
“–Allah beni affetti.”
“–Hangi amelin sebebiyle affetti?”
“–Bir gün bir dağın zirvesine çıkmıştım. Yüksekten askerlerime bakınca, sayılarının çokluğu hoşuma gitti ve:
«–Keşke Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında yaşasaydım da O’na yardım edip destek olsaydım, (O’nun yolunda fedâ-yı cân eyleseydim)…» diye duygulandım. İşte bu niyet ve iştiyâkıma karşılık, Yüce Allah beni af ve mağfiretine mazhar eyledi.”[5]
Demek ki mânevî derinlik ve kalbî kıvam, İslâm’da çok mühimdir. Esas olan, şekilden ziyâde özdür; amelden ziyâde, ameldeki niyetin hâlisiyetidir. Kıyâmetten bir manzarayı anlatan şu hadîs-i şerîf, amellerdeki niyetin ehemmiyetini, çok bâriz bir sûrette ortaya koymaktadır:
“Kıyâmet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nîmetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu îtiraf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Peki, bunlara karşılık ne yaptın?» buyurur.
«–Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim.» diye cevap verir.
«–Yalan söylüyorsun. Sen; ‘babayiğit adam’ desinler diye savaştın, o da denildi.» buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü Cehennem’e atılır. Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah ona da verdiği nîmetleri hatırlatır. O da hatırlar ve îtiraf eder. Ona da:
«–Peki, bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.
«–İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum.» cevâbını verir.
«–Yalan söylüyorsun. Sen; ‘âlim’ desinler diye ilim öğrendin; ‘Ne güzel okuyor!’ desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur. Sonra emrolunur, o da yüzüstü Cehennem’e atılır. (Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nîmetleri ona da hatırlatır. O da hatırlar ve îtiraf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Peki ya sen bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» buyurur.
«–Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden esirgemedim; sadece Sen’in rızânı kazanmak için verdim, harcadım.» der.
«–Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını (îtibar kazanmak ve); ‘Ne cömert adam!’ desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi.» buyurur. Emrolunur, bu da yüzüstü Cehennem’e atılır.” (Müslim, İmâre 152)
İslâm’ın idealize etme husûsiyeti, başka hiçbir dünya nizâmında yoktur. Bu sebeple hiçbir sistem, insandaki rûhî ve derûnî açlığı, İslâm kadar tatmin edemez. İnsandaki ruh ve nefs gibi bu fizikî âlemle iktifâ edemeyen yapı, ancak bâkî olanla huzura kavuşup tatmin olur.
HER NEFİSTE FANİLİĞE İSYAN VARDIR
Nefsin mayasında, fânîliğe isyan vardır. Hazret-i Âdem ile Havvâ Vâlidemiz’in Cennet’te yasak meyveye meyletmeleri de, orada ebedî kalacaklarını söyleyen şeytanın bu iğvâsına aldanmaları neticesinde gerçekleşmişti. Ham bir nefs; ölümden hoşlanmaz, fânî misafirhanede yerli edâsıyla oturmak ister, malına-mülküne, makamına-mevkiine sığınarak bunların kendisini kalıcı kılacağını zanneder. Fânî haz ve eğlencelerle meşgul olsa da, sürekli bir tatminsizlik içindedir. Var olanla yetinemeyip hep daha fazlasını ister. Bu ise sınırları zorlamaya, hattâ hayvanlar gibi ölçü ve kâide tanımayan bir hayat arzusuna götürür.
Nitekim nefsânî arzuların tatmininde aşırı serbestliğin bulunduğu Batı ülkelerinde, uyuşturucu, sapkınlıklar ve intihar çok yaygındır. Uyuşturucu kullananlar, aslında hayatın ağır çalkantıları ve med-cezirlerle dolu gerçeklerinden sıyrılmak, sahte ve vücudu öldürücü bir hayal âleminde dolaşmak için, hayatlarını ve istikbâllerini ziyan etmektedirler.
Terör gruplarının da bu tarz ilaçlarla mensuplarını kandırarak, intihar saldırısı gibi faaliyetleri gerçekleştirebilecek hâle getirdikleri bilinmektedir. Hâlbuki insanın gerçek tatmini, mânevî ve rûhîdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” (er-Ra‘d, 28)
İnsan, bu mânevî tatmine ulaşamadığı müddetçe, yanlış limanlarda dolaşmaktan, sefâlet çarşısında saâdet aramaktan kurtulamayacaktır.
İslâm’ın maddî hususları da ihmal etmeyerek idealize etmesi, çok mühimdir. Çünkü, Budizm ve muharref Hristiyanlığın bilhassa Katolik şubesi gibi yollar, beşeriyeti mutlak bir zühde çağırmışlardır. Vahyin dışında saâdet arayıp fıtratın zıddına hareket ettikleri için, çok menfî neticelere dûçâr olmuşlardır. Bedene ıztırap vermek, ölüyü yakmak gibi yanlışlıklara sapmışlardır.
İslâm’da ise ifrat derecesinde bir zühd hayatı demek olan “ruhbanlık” yoktur. Ruh ve beden âhengi içinde huzurlu ve dengeli bir hayat vardır. Bir tarafa ehemmiyet verip diğer tarafı ihmal etmek yoktur. Her iki tarafın da hakkını gözetmek vardır. Zira insanın rûhu gibi bedeni de kendisine ilâhî bir emânet olarak verilmiştir. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâb-ı kirâma kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’ûn’un evinde toplandı. Aralarında Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali de vardı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibadetle geçirmeye, et yememeye, eşlerine olan muhabbet ve alâkayı azaltmaya, güzel koku sürünmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler.
Bu haber Peygamber Efendimiz’e ulaşınca, kalkıp Osman bin Maz’ûn’un evine gitti, fakat kendisini evde bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber bıraktı. Onlar da bir müddet sonra Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıktılar. Efendimiz, karar aldıkları hususları kendilerine tek tek sayarak:
“–Bu konularda ittifak etmişsiniz, öyle mi?” dedi. Onlar da:
“–Evet yâ Rasûlâllah! Bizim böyle karar almakta hayırdan başka bir gâyemiz yoktur.” dediler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Şüphesiz ki ben bunlarla emrolunmuş değilim. Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gece hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem ibadet ederim hem de uyurum. Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et yediğim gibi hanımlarımla da alâkadar olurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”
Sonra ashâb-ı kirâmı toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:
“Birtakım kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla alâkadar olmayı, yeme-içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû olan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar!
Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dînimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara kapanmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç,[6] ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır.
Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun.
Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dîni kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların bakiyeleridir.” Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide, 87) (Vâhidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)
Vehb bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Selmân-ı Fârisî ile Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anhumâ-’yı kardeş yapmıştı. Bu sebeple Selman, Ebu’d-Derdâ’yı ziyaret ederdi. Bir ziyaret esnâsında onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona:
“–Bu hâlin ne?” diye sorunca, kadıncağız:
“–Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malına ve zevklerine önem vermez.” dedi. O esnâda Ebu’d-Derdâ hazırlattığı yemeği Selman’a ikram edip:
“–Buyrun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selman:
“–Sen yemedikçe ben de yemem.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi.
Gece olunca Ebu’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selman ona:
“–Uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ uyudu. Bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selman yine:
“–Uyu!” diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğru Selman:
“–Şimdi kalk!” dedi ve her ikisi birlikte namaz kıldılar. Sonra Selman, Ebu’d-Derdâ’ya şöyle dedi:
“–Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, âilenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, gidip olanları haber verince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Selman doğru söylemiş.” buyurdu. (Buhârî, Savm 51, Edeb 86)
Yani İslâm’da, ifrat ve tefritten sakınarak îtidâl/denge üzere bir kulluk yaşamak esastır. Bu dengenin ölçüsü de Kur’ân ve Sünnet’tir. Ahmed Hamdi AKSEKİ dinlerin keyfiyetlerini, hulâsaten şöyle ifade etmiştir:
“Budizm, insana pasif, donuk ve âciz bir hiçliği tattırır. Âdeta miskinliği tâlim eder. (Nefsin arzularını terbiye etmek yerine yok ederek Nirvana’ya ulaşma gâyesiyle ruhları tatmin etmeye çalışır.)
Buna karşılık; hakkı tutup kaldırmak, mazluma yardım etmek, adâleti tesis etmek gibi aktif ve canlı olmayı, kudret ve faaliyeti gerektiren vazifeler, Budizm’de yoktur. Tek taraflıdır.
Bunun tam tersi olarak; Yahudîlik, beşer tabiatının yalnız maddî tarafını tatmin eder. Yahudîlik’te de insanî, derûnî, hissî ve vicdanî tecrid kaybolmuştur. Dinleri, dünyada azınlık olan bir toplumun, her türlü entrikayla siyâseten var olma mücadelesine dönüşmüştür. (Geriye yalnız) kavmî bir hamâset kalmıştır. Bu dinden, mâneviyat silinmiştir.
Hristiyanlık ise, beşer tabiatının muhabbet ve şefkat tarafını tatmin etmek ister, kudret tarafını tatmin edemez. İncil’in «Sağ yanağına bir tokat atana, sol yanağını çevir!» meâlinde olan nassı, bunun en bâriz delilidir. Hristiyanlık’ta ruhbanlık esası, beşerî temâyülleri baskı altına alan veya yok sayan ve tabiata aykırı olan bir şeydir. (Helâl de olsa bütün) dünyevî zevkleri kötü görmek, iyi bir hristiyan olmak için şarttır.
[Meselâ, beşerî müdâhalelerle aslından tamamen uzaklaşmış olan muharref Hristiyanlığın bozuk telâkkîsine göre, yıkanmak ve temizlenmek, dünyaya değer vermek demekti.
Müslümanlara ağır zulüm, işkence ve katliamlarıyla bilinen Kastilya Kraliçesi İzabellâ, koyu Katolik idi. Hiç yıkanmadığı için yanına yaklaşılmayacak derecede rezil kokardı. Tarihe Kirli İzabellâ diye geçmiştir. Ömrü boyunca sadece 2 kez yıkanmıştı. Bu ahmakça anlayış sebebiyle halk; Hristiyanlık taassubu yüzünden pis kokan hanımlarını bırakmış, sırf yıkanmaları sebebiyle hayat kadınlarına meyletmiş, yani toplumun uru olan fâhişelik revaç bulmuştu. Böylece aileyi çökerten zinâ hastalığı, ruhları ve nesilleri perişan etmişti. Tahrif edilmiş, insan mahsûlü bir dînin zavallı hâli!
Katolik ruhbanlar da evlenmezler. Fıtrata aykırı bir hayat sürdükleri için, ruhban sınıfı arasında, eşcinsellik ve çocukları istismar gibi çirkin hâdiseler vukû bulmuştur.
Yine Hristiyanlık, “Diğer yanağını çevir!” şeklindeki, -güya- saldırmaz duruşu da sürdürmemiştir. Haçlılar, dünyada eşi-benzeri görülmemiş vahşetlere imza atmış, hattâ mezhebi farklı olan kendi dindaşlarına bile katliamlar yapmaktan geri durmamışlardır.
Katolik Latinlerin, dördüncü haçlı seferinde (mîlâdî 1204) Ortodoks İstanbul’da yaptıkları zulüm, talan, katliam ve yıkım, hâfızalarda öyle yer etmişti ki, iki buçuk asır sonra Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul muhâsarası esnasında;
“‒Katoliklerden yardım isteyelim.” teklifine karşı Grandük Notaras;
“‒İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..” demişti.]
İslâm dînine gelince; bu din, insan tabiatını ve yaratılıştan gelen fıtrî temâyüllerini tatmin etmekte, her birine meşru bir şekil vermekte ve bunlardan hiçbirini baskı altında hapsetmeyip yok saymamaktadır. O, insanlar arasında Allah sevgisine dayanan bir kardeşlik ve buna göre bir yardımlaşma esası kurmuştur. Böylece şefkat ve sevgiyi tahkim etmiştir. Bununla beraber fıtratımızın en ince noktalarına kadar bütün duygularımızı tatmin eden ve aynı zamanda beşerî tabiatımızın öbür tarafını, yani kudret ihtiyacını da temin eden kâideler koymuştur.”[7]
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi İslâm’da “düalizm / iki veçhelilik” ve bu veçheler arasında “îtidâle riâyet”, en mühim esaslardandır. Bu sebeple İslâmiyet, tecrid prensibini de îtidâlde tutar. İbadetlerde kalbî keyfiyet kadar, şeklî husûsiyetlere de ehemmiyet verir. Sadece gönül temizliği veya hükmî temizlik ile iktifâ etmez, necâsetten tahâreti de şart koşar. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin!..” (el-Hucurât, 1)
Buna riâyet edilmediğinde, gözle görülmeyen ideal unsurlar, en ağır istismarlara uğrayabilmektedir. Bazı sahte sûfîlerin ve istikâmetten sapmış kimselerin; “Bizden şeklî ibadet kaldırıldı.” gibi hezeyanları, bu tecrid ve idealizmin ifratıdır. Mâneviyatta en ileri terakkîye sahip olan Allah Rasûlü’nden kalkmamış bulunan şeklî vazifeler, hiçbir kuldan da kalkmayacaktır. Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri der ki:
“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken, nurdan bir ses geldi:
«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle hoşnudum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim.» dedi. Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:
«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.» dedim. Bunun üzerine şeytan:
«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı. Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir fazl u keremi olduğu idrâki içinde şükürler eyledim.” Bu sözleri dinleyen cemaatten biri sordu:
“–Ey Abdülkâdir! Onun şeytan olduğunu nereden anladın?” Abdülkâdir Geylânî Hazretleri cevap verdi:
“–Sana haramları helâl kıldım, demesinden!..”
İşte bu, her mü’minin ömrü boyunca muhtaç olduğu bir firâsettir. Zira bir kul, sâlih amelleri ve güzel ahlâkı sebebiyle helâl-harama riâyet mükellefiyetinden muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muaf tutulurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir. Bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri:
“Bir kişiyi havada uçarken bile görseniz, hâli Kitap ve Sünnetʼe uymuyorsa bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.”[8] buyurmuştur.
Velhâsıl İslâm’daki tecrid/idealizm, hiçbir zaman gerçeklerden kopmaz. Zâhir ile bâtın arasında, ifrat ve tefritten uzak bir âhenk ve denge tesis eder.
Dipnotlar:
[1] Eflâtun (Platon) hissî ve aklî olarak kavrayabildiğimiz bu görünen âlemden başka, gerçek ve esas bir âlemin var olduğu (“ide”ler, “form”lar âlemi), dünyanın da o âlemin yansımasından ibaret bulunduğu fikrine varmıştır. Gerçeğe tefekkür ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini, insan rûhunun ölümsüzlüğünü, bedenin ölümünden sonra rûhun ideler âlemine gideceğini savunmuştur. Ancak vahiyden kopuk olduğu için bir Yaratıcı fikrine ulaşamamış ve ideler âlemini kadim zannetmiştir. Eflâtun’un hocası Sokrates, aklı ve vicdanı ile düşünerek; kâinâtın insan için yaratıldığını, görünen her şeyin arkasında başka bir sebep olduğunu, sebepsiz hiçbir şey yaratılmadığını keşfetmiştir. Fakat Sokrates, Atina site devletinin belirleyip dayattığı tanrı inancına karşı çıkıp, herkesin içine doğan sese kulak vermek sûretiyle huzur bulacağını savunduğu için, zehir içirilerek îdam edilmiştir. Sokrates’e göre iyi olan, bedenin değil mânevî yapının iyiliğidir. Bu müsbet düşüncelere rağmen, takipçileri vahiyden kopuk bir yorumlama ile, “iyi” ve “doğru”ya ancak akıl ve düşünce ile ulaşılabileceğini, en büyük fazîletin akılla elde edilebilen “bilgi” olduğunu savunarak, mutlak hakîkatin ancak vahiy ile bilinebileceği gerçeğini ihmal etmişlerdir. [2] Bkz. el-Bakara, 279. [3] Bkz. et-Tevbe, 111. [4] Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 566, İlim ve Kültür Yay. Bursa 1984. [5] Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29. [6] Nefsi tezkiye etmek, riyâzat ve mücâhede ile mânen tekâmül edebilmek, ibret alıp tefekkür etmek gibi gâyelerle, eskiden bir hayli zor olan, uzun ve meşakkatli seyahatlere çıkmak tavsiye edilirmiş. Peygamber Efendimiz bunun yerine, mü’minin çoluk-çocuğunun yanında ve toplumun içinde kalarak bu riyâzat hâlini oruçla yaşamasını tavsiye etmiştir. İbn-i Abbas v’dan rivâyete göre Kur’ân-ı Kerîm’de geçen her “seyahat” kelimesiyle de “oruç” kastedilmektedir. [7] A. Hamdi Akseki, İslâm Fıtrî, Tabiî ve Umûmî Bir Dindir, İstanbul 2004, sf. 31-32. [8] İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak; kâfir, münâfık, fâsık ve müteşeyyih kimselerden zuhûr eden bazı hârikulâde hâllerdir. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları kademe kademe helâke sürükler. (Bkz. el-A‘râf, 182-183)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/islamda-tecrid-idealizm.html