Tasavvuf ve Mânevî Eğitim
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Tasavvuf Nedir? Tasavvufta manevi eğitimde nelere dikkat edilir? Tasavvufta zikir nasıl yapılır? Tasavvufta tefekkür ve rabıta nasıl yapılır? Tasavvufta murakabeler nelerdir?
Tasavvuf Nedir?
Tasavvufta Mânevî Eğitimin Dört Esası
I. Gecedeki Sır ve Seher Vakti
II. Evrâd ü Ezkâr
a. Tevbe ve İstiğfar
b. Kelime-i Tevhîd
c. Salavât-ı Şerîfe
III. Tefekkür
IV. Tefekkür-i Mevt
V. Râbıta
VI. Letâifler ve Zikrullah
VII. Nefy ü İsbât
VIII. Murâkabeler
Netice
TASAVVUF NEDİR?
Dînin gâyesi, insana Yaratıcı’sını tanıtmak, O’na karşı vazîfe ve mükellefiyetlerini bildirmek, beşerî münâsebetleri Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye istikâmetinde adâlet, hakkâniyet, sulh ve sükûn üzere tesis etmektir. Yine dînin gâyesi; nâzik, zarif, ince ruhlu ve iç âlemini temizlemiş insan yetiştirmektir. Diğer bir ifadeyle mü’minin Hak dostluğuna ve cennete hazırlanmasını sağlamaktır.
Tasavvufun hedefi ise mü’mini, bütün bu hususları gerçekleştirebilecek kalbî keyfiyete ve mânevî kıvama ulaştırmaktır. Maddî bedenimizle îfâ edilen amellerle kalbimiz arasında müşterek bir âhenk oluşturabilmektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ ve tezkiye, hadîs-i şeriflerde zühd ve ihsan olarak ifadesini bulan tasavvuf, fıkh-ı bâtın (kalp ilmi) olarak da ifade edilegelmiştir.[1]
Tasavvuf, özü itibariyle gönül âlemimizin selîm bir hâle gelip, mârifetullah ve muhabbetullahtan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sâyede ilâhî vuslata medâr olabilecek bir kıvâma gelebilmesidir.
Tasavvufun, yaşandıkça tadılan ve idrâk edilen bir ilim olması itibâriyle, kelimelerin mahdud imkanları içinde kâmil bir sûrette îzâhı zordur. Bu sebeple Allah dostları, her kesitinden muhtelif ışıklar yansıyan o tasavvuf kristalinin kendilerine bakan vechesini nazar-ı îtibâra alarak farklı farklı târifler yapmışlardır. Bizler, bu gibi târiflere bakarak tasavvufun mâhiyeti hakkında ancak umûmî bir fikir sâhibi olabiliriz. Bu târiflerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Tasavvuf güzel ahlâk ve edeptir
Tasavvuf, nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesidir
Tasavvuf, sulhü olmayan mânevî bir cenktir. Nefisle yapılan büyük bir cihaddır.
Tasavvuf ihlâstır.
Tasavvuf istikâmettir.
Tasavvuf, rızâ ve teslîmiyettir.
Tasavvuf, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in o mübârek hayatının, kıyâmete kadar gelecek asırlara ve nesillere in’ikâsını sağlayacak bir gönül aynasından ibarettir. Diğer bir ifadeyle, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayatıyla zâhiren ve bâtınen bütünleşerek, engin bir muhabbetle kaynaşmaktır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinden hisse alabilmek ve rûhen O’nunla mezc olabilmektir. “Kişi sevdiği ile beraberdir.”[2] hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girebilme niyetiyle ibâdet, tâat, ahlâk ve muâmelâtta Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le müşterek bir hayat tarzına erişebilme gayretinde bulunmaktır.
Tasavvuf, aşk ile birleşen îman, vecd ile îfâ edilen ibâdet ve davranış güzelliğidir.
Tasavvuf, takvâya erebilme sanatıdır.
Tasavvuf, Allah ile dostluk kurabilme sanatıdır.
Tasavvuf, hayatın med-cezirleri (iniş ve çıkışları) karşısında muvâzeneyi bozmama sanatıdır.
Tasavvuf, değişen şartlar altında Allah’tan râzı olma sanatıdır.
Tasavvuf, şikâyeti unutma sanatıdır.
Tasavvuf, güzel ahlâka kavuşabilme sanatıdır.
Tasavvuf, mukaddes ve mübârek bir eğitimdir.
Tasavvuf, ruh olarak kendini ikmâl eden mü’minin, mahlûkâta şefkat ve merhametle yönelmesi ve onun eksikliğini telâfî etmesidir.
Tasavvuf, kulu Allâh’a kavuşturan yoldur.
Tasavvuf, Kitap ve Sünnet’in kalbî derinliklerle hissedilip vecd içinde yaşanmasıdır.
Velhâsıl tasavvuf, hakîkî muhabbete erme sanatıdır.
İşte esas tahsil ve eğitim, sayılan bu güzel vasıfların, şahsiyet ve karakter hâlinde yaşanabilmesidir.
TASAVVUFTA MANEVİ EĞİTİMİN DÖRT ESASI
Şu husus iyice bilinmelidir ki, tasavvufun üzerine binâ edileceği esas zemin, Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesidir. Bu itibarla Kur’ân ve Sünnet’i hayatımızın her safhasına tatbik edebilmek ve şahsımızda bir İslâm kimliği sergileyebilmek, bu mânevî yolda birinci esastır.
Akâidimizin (inançlarımızın) ehl-i sünnet akâidine, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtımızın da şer-i şerîfin bu alanlara yönelik esasları üzerine oturması zaruridir. Kendimiz, ailemiz ve çocuklarımız ne kadar İslâmî bir hayatın içinde bulunabiliyoruz? İşte böyle bir muhasebe, hayatımızın virdi hâline gelmelidir. İslâm’ı hayatımızın hiçbir alanında unutmamalı, Allah ve Rasûlü ile aramızdaki mesafe açılmamalıdır.
Helâl ve haram sınırlarını hassasiyetle korumak, şüphelilerden uzak durmak, üzerimizde bulunan hakları gereği gibi edâ etmek, ruhsatlardan ziyâde azimetle ameli şiâr edinmek, nâfilelerle de Hakk’a kurbiyetimizi artırmak, gönül âlemimizin mânen terakkî etmesi için son derece ehemmiyetli bir husustur. Bu çerçevede helâl gıda ile beslenmek de büyük bir önemi hâizdir.
İbâdetler, rûhu besleyen mânevî gıdâların yanısıra, bir de vücûdun maddî gıdâlardan aldığı güç ve kuvvetle îfâ edilebilmektedir. Bünyeye, helâl gıdâdan rûhâniyet ve feyz aksederken, bunun zıddı olan haram ve şüpheli gıdâlardan ise kasvet, sıklet ve gaflet sirâyet eder.
Allâh’ın emrine itaat, teslîmiyet ve rızâ hâlinde olan kalpler; hikmet, hayır ve feyz mecrâı olur. Bunun zıddına, haramlardan ve şüpheli şeylerden korunmayan kalp ve bedenler ise, baştanbaşa bir kötülük barınağı ve ahlâksızlık yuvasına döner.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- alınan gıdaların kalp tasfiyesindeki ehemmiyetine şöyle dikkat çeker:
“Bak evlâdım! Haram yemek kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nûrlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünya ile meşgul eder; lokma vardır ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyanın da zâhidi yapar; lokma vardır, seni dünya ve âhiretin Hâlıkı’na yöneltir. Haram yemek, seni dünya ile meşgul eder ve mâsıyetleri sana sevimli gösterir. Mübah yemek, seni âhiretle meşgul eder ve taatleri sana sevdirir. Helâl yemek ise kalbini Mevlâ’ya yaklaştırır.”
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da:
“Dün gece mîdeme birkaç şüpheli lokma indi ve ilham yolunu tıkadı.” buyurur ki, bu da alınan gıdânın maddî durumu kadar mânevî durumuna da dikkat etmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır.
Mânevî eğitimin ikinci esası, ihsan şuurunun kalbimizde bir idrâk haline gelmesine vesîle olması bakımından, istiğfar, duâ, zikir ve tesbihattan oluşan “evrâd ü ezkâr”a ehemmiyet vermektir. Nefsin tezkiyesi (arınması) ve kalbin tasfiyesinde, zâhirî ibâdet ve taatlerimizin büyük bir ihlâs, huşû ve vecd içinde îfâ edilmesinde ve yine ahlâk ve davranışlarımızın nezâket, zarâfet ve letâfet kazanmasında, “evrâd ü ezkâr”ın yeri pek büyüktür. Tarih boyunca, nebîlerin ve velîlerin şahsiyet eğitim vasıtalarından biri de hiç şüphesiz bu olmuştur.
Üçüncü esas, mânevî hâl sahibi bir mürşid-i kâmilin hâliyle hallenmeye (insibağ ve in’ikâs) vasıta olan “sohbet”tir. Sohbet, esâsen beraber olmak demektir. Haller sirâyet edicidir. Sâlih ve sâdıklarla beraber olmak, zamanla onlara benzemeyi temin eder. Sohbet, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashabını yetiştirme usûlüdür. Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-; “Yolumuz sohbet yoludur.” buyurmak sûretiyle mânevî eğitimin merkezine “sohbet”i yerleştirmiştir.
Sohbet, sadece kitap okuma ya da vaaz meclisi değildir. Sohbet, ilâhî feyz, rahmet ve sekînetin indiği rûhânî bir meclistir. Bu meclislerde gönüller yumuşar ve Allah ile beraberliğin mânevî hazzını tadar. Herkes kendi ihtiyacına göre mânevî bir reçete alır. İbâdet vecdiyle devam edilen sohbetlerin tadı târif edilemez.
Sohbeti tesirli kılan “ihlâs”tır. Kelimelere yüklenen mânâların kalbe aktarılarak kişinin şahsiyetini olgunlaştırması ve davranışlara intikâli, ihlâs sâyesinde gerçekleşir.
Seyr u sülûkte dördüncü esas, Allâh’ın kullarına ve hattâ bütün mahlûkâta şefkat ve merhametle hizmeti vazife bilmektir. Herkes, istidâdı ve imkânları ölçüsünde hizmet mes’ûliyetini yüreğinde hissetmek mecbûriyetindedir. Makbul bir hizmet; ihlâs, merhamet ve diğergâmlık dolu bir gönülle mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allâh’ın rızâsının aranmasıdır.
İlâhî rızâyı elde etme yolunda hizmetin yeri pek mühimdir. Bu itibarla, hizmet ehli kimseler, hizmet ettiklerinden maddî ya da mânevî bir karşılık beklemek yerine, Allâh’ın rızâsını kazanmasına vesîle olmaları cihetiyle, hizmet edilenlere karşı kalben müteşekkir olmalıdırlar.
Diğer taraftan hizmet, en önemli mânevî eğitim vasıtalarından biridir. Ülfet, infak, tevâzû, îsar ve fedâkârlık gibi daha nice güzel vasıflar, ancak hizmet sayesinde şahsiyetin ayrılmaz bir parçası hâline gelir. Hak yolculuğunda, ayakların kaymaması ve ilâhî yardımın kulun imdâdına yetişmesinde (tevfîk) de hizmetin ehemmiyeti pek büyüktür.
***
Mânevî terakkîde dikkat edilmesi gereken daha birçok usûl ve âdâb söz konusudur. Biz burada, bu usûl ve âdâbın belli başlıları üzerinde duracağız.
I- GECEDEKİ SIR ve SEHER VAKTİ
Cenâb-ı Hakk’ın geceye verdiği kıymet ve onun içine yerleştirdiği sırlar, sayısızdır. Bu hususta Rabbimizin:
“Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun!” (el-İnşikâk, 17) şeklinde kasem (yemin) buyurmasındaki sır, idrâkimize ve gönlümüze nice hakîkatleri seyrettirmek için açılan ilâhî bir penceredir.
Vahiyler, ekseriyetle gece vakitlerinde gelmiştir. Peygamberliğin ilk müjdeleri olan sâdık rüyâlar, ilham bahşeden gecelerin rûhâniyetinde vukû bulmuştur. Bizlere bir ikram sadedindeki “Rahmânî rüyâ” denilen Levh-i Mahfuz’dan istikbâle akseden parıltılar, feyizli gecelerin sînesinde zuhûr eden hikmetlerdendir. Tüm beşerin, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Habîbullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ilâhî huzûra kabul edilerek ezelî ve ebedî vuslatın hakîkatine erdiği Mîrac hâdisesindeki “İsrâ”, bir gece yolculuğudur.
Olgunluğa erişmiş mü’minler için geceler, derûnundaki sükûnet ve feyz dolayısıyla müstesnâ bir ganîmettir. Bu ganîmetin kadrini lâyıkı ile bilenler, bilhassa gece yarısından sonra bütün mahlûkâtın istirâhate çekilerek âlemi derin bir sükûnetin kapladığı hengâmda, duâ, ibâdet ve Hakk’a yanık ilticâların kabûlü için Rablerine teveccüh etmenin feyizli zemînini bulurlar.
Gece vakti her şey sükûna erdiğinden, kâinât kesretten vahdete doğru meyleder. Diğer bir ifadeyle kul, dünyevî meşgalelerin dağınıklığından kurtulur ve Hakk’a doğru yolculuğa teksîf olur. Bu itibarla vahdet ve vuslata ermek isteyenler için bu anlar, bulunmaz fırsat demleridir.
Seher vakitleri, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına husûsî dâvet anlarıdır. Kulun, Rabbinden gelen bu dâveti nîmet bilmesi ve teşekkürlerle karşılaması îcâb eder. Seherleri ihyâ etmek, kulun Rabbine duyduğu hâlisâne muhabbet ve tâzîmin bir ifâdesidir.
Gece ve seherleri uyanık geçirmek husûsunda Cenâb-ı Hak, gazab-ı ilâhîden sakındıkları için ebedî nîmetlere mazhar olarak cennette pınar başlarında dinleneceklerini beyân ile medhettiği bahtiyar kulları hakkında şöyle buyurur:
“Onlar geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfâr ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)
“(O Rahmân’ın kulları ki,) Rab’lerinin huzûrunda kıyâma durarak ve secdelere kapanarak gecelerini ihyâ ederler.” (el-Furkân, 64)
Gece namazı ve tesbîhâtı, âdeta Yüce Yâr ile buluşup sohbet etme mâhiyeti taşır. Seherler, feyz ve rûhâniyetini bütün bir güne taşıyacak bir vecd içinde ihyâ edilmelidir. Herkes uyurken uyanık olmak, Mevlâ-yı Müteâl’in rahmet iklîmine girmek, Hak Teâlâ’nın muhabbet ve merhamet meclisine dâhil olan müstesnâ kullarından olmak demektir.
Eğer mü’min, geceyi gâyeli kullanabilir ve zikrin rûhâniyetinden nasip alabilirse gecesi gündüzünden daha aydınlık olur. Lâkin gâyesiz ve uykuya mahkûm bir gece ise, taşa, denize ve çöle yağan yağmur gibi semeresiz ve telâfisi zor bir kayıptır.
Gecenin bediî manzarasının câzibesi ve sırları, onu ibâdet ve tefekkürde derinleşerek geçirenlere ayân olur. Bu sırra sahip olan kulların kalbî âlemleri, ulvî hasletlerle yerler ve gökler kadar genişleyip nice ilâhî tecellîlere mâkes olur ve mârifetullâh libâsına bürünür.
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Gecede bir saat vardır ki, Allah’tan dünya veya âhiretle alâkalı bir hayır taleb eden bir müslüman o saate rastlarsa, Allah istediği şeyi ona mutlakâ verir. Bu saat, her gecede vardır.” (Müslim, Müsâfirîn, 166)
Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne sordular:
“–Gece namazı kılanların yüzleri niçin güzel ve nurlu olur?”
Şöyle buyurdu:
“–Çünkü onlar, Rahmân ile başbaşa kalmışlardır…”
Bu beraberlik dolayısıyla âşıklar, gecenin nasıl geçtiğini anlayamadan iştiyak ve muhabbetleri artmış bir vaziyette sabaha ulaşırlar.
İlâhî sır ve hakikatlerin keşfi için gecelerin kıymetini ifade sadedinde Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri de şöyle buyurur:
“Geceler gündüz olmadan bana hiçbir şey fetholunmadı.”
Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri gece ibadetinden mahrûmiyetin sebebi hakkında der ki:
“Gece ibâdetine kalkmak, günahlar altında ezilen kişiye ağır gelir.”
***
Gecelerdeki mânevî sırrı idrâk eden ehl-i gönül bilir ki, gecelerin feyzinden istifâdeyi ihmâl edenler, sabaha yorgun ve uyuşuk çıkarak gündüzün bereketinden de mahrum kalırlar. Gecelerin nîmetini bilmeyen böyle kimseler için gündüzün hayrını düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla sabahın selâmetini elde etmek isteyen her insan, ilâhî ve mânevî manzaraların iklîmine girebilmek yolunda gecesini gâyeli kullanmak mecbûriyetindedir.
Bu itibarla Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:
“Farzlardan sonra en fazîletli namaz, gece kalkarak kılınan namazdır.” (Müslim, Sıyâm, 202-3; Tirmizî, Mevâkît, 207)
Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:
“Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi ve şöyle dedi: «…Hiç şüphe yok ki, mü’minin şerefi (değeri) teheccüd namazındadır…»” (Cem’u’l-Fevâid, I. 335)
Amr bin Abese -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vakitler içinde Allâh’a yakınlık bakımından, diğerlerine göre daha fazîletli olan bir vakit var mıdır?” diye sordum.
“–Evet, Rabbin kula en yakın olduğu vakit, gecenin son kısmının ortasıdır. Eğer o saatte Allâh’ı zikreden kimselerden olmaya gücün yeterse ol! Çünkü namaz (o saatte) meşhûddur (melekler o esnâda hazır bulunurlar).” buyurdu. (Nesâî, Mevâkîtü’s-Salât, 35)
Hayâtı gün ve gece periyodu içinde görmek, ayrı bir ilâhî ihtişam ve ibret levhasıdır. Bir mü’minin gecesini tamâmen uykuda harcayarak ilâhî feyz ve rûhâniyetten mahrum kalması, geceleri bir heykel donukluğu içinde uykuya kurban etmesi, büyük bir hüsrandır. Zira bizler, fânî lezzetleri ellerinden alınacak âhiret yolcularıyız. Bir yaz bulutu hâlinde gelip geçen dünya hayâtı, âhiret endişesi olmadan yaşanıyor ise bu, gündüzü akşamsız telâkkî etmekten başka bir şey değildir.
***
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mânevî terakkînin en mühim vâsıtalarından biri olan teheccüdün bütün ümmeti tarafından hassâsiyetle edâ edilmesini istemiştir. Bu husustaki telkinlerine öncelikle yakınlarından başlamış ve bir gece Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtımâ’nın kapısını çalarak:
“–Namaz kılmayacak mısınız?” buyurarak gecenin mânevî feyzinden istifâde etmelerini ısrarla tavsiye etmiştir.
Yine ashâbına da:
“Aman gece kalkmaya gayret edin! Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti ve Allâh’a yakınlık vesîlesidir. (Bu ibâdet) günahlardan alıkoyar, hatâlara keffâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî, Deavât, 101/3549) buyurmak sûretiyle onları seherlerde uyanık olmaya dâvet etmiştir.
Kâdî Beydâvî -rahmetullâhi aleyh-in verdiği şu bilgiler, ashâb-ı kirâmın gecelerini nasıl değerlendirdiklerini göstermektedir:
“Ümmet için beş vakit namaz farz olup da gece namazı sünnet hâline gelince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i saâdetlerinden dışarı çıkıp ashâbın evleri arasında dolaşmış ve o evleri Kur’ân kıraati, zikir ve tesbih sesleriyle arı kovanları gibi uğuldar bir hâlde bulmuştu.”[3]
Nâfile ibadetler husûsunda Cenâb-ı Hak, kullarına muhtelif lutuflarda bulunmuştur. Onlardan biri de şudur: Kişi, îtiyad hâline getirdiği bir ameli, herhangi bir mâzeret sebebiyle yapamadığında, Cenâb-ı Hak o kuluna aynen o ameli işlemiş gibi sevap verir.
Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyrulur:
“Bir kimse hastalanması veya (cihad ve hayır için) yola çıkması sebebiyle, yapageldiği nâfile ibadetlerini îfâ edemezse, ona evinde sıhhatli iken yaptığı amellerin sevabı yazılır.” (Buhârî, Cihâd, 134; Ahmed, IV, 410, 418)
Şu âyet-i kerîme de bu mânâyı ifade etmektedir:
“Fakat îmân edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.” (et-Tîn, 6)
Müfessirlerimiz bu âyet-i kerîmeden şu mânâları çıkarmışlardır:
Bir mü’min, nâfile ibadetlere istikrarlı bir şekilde devam ederse, yolculukların zor anlarında, hastalıklarda veya yaşlılıkta bunları îfâ edemediğinde, Yüce Rabbimiz aynı sevabı ona ihsân eder. Bedeni amel edemez olduğunda, hattâ vefat ettikten sonra bile onun ecri, ilâhî bir lutufla sonsuza kadar devam eder.
***
Geceler, tatlı ve yumuşak yatakları sırf Allah Teâlâ’nın rızâsı için terk ederek ilâhî huzûra yalnızca muhabbet ve aşk sebebiyle baş koyma zamanıdır. Dolayısıyla geceleyin herhangi bir farzıyyeti olmadığı hâlde kılınan namazların Allâh’a yakınlık bakımından ehemmiyeti büyüktür. Bu itibarla gönüllerde aşk ve muhabbet-i ilâhînin şiddeti ne kadarsa, gece namazına rağbet ve riâyet de o derecede olur.
Allah Rasûlü r, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Sordular:
“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ, Fetih Sûresi’nde sizi tamamen bağışladığını bildirmiş olduğu hâlde niçin kendinizi bu kadar yoruyorsunuz?”
Buyurdular:
“–Şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî, Teheccüd, 6)
Geceleri ihyâ edebilmek, pek kolay olmadığından, bazı hususlara riâyet îcâb eder. Bu yolda lâzım gelen, gece ibâdeti iştiyâkı yanında, başta akşam yemeklerini mümkün mertebe çok hafif yemek ve erken yatmaktır. Nitekim:
“Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yatsıdan önce uyumayı, yatsıdan sonra konuşup sohbet etmeyi yasaklardı.” (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 23)
Bunun, yâni erken yatıp yatmamanın istisnâsı, ancak Allah yolunda hizmet ve geceyi ihyâya mânî olmayacak istikâmette benzeri meşrû sebeplerdir. Bu incelik, gece namazına kalkmaktaki zorluğu bertaraf edebilmek ve uykuyla birlikte şeytanın ensemize attığı gaflet düğümlerini açabilmek bakımından dirâyetli ve azimli olabilmek içindir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Biriniz uyuduğu zaman şeytan, onun ense kısmına üç düğüm atar. Her düğüme de:
«Üzerine uzun bir gece var olsun (uyu)!» der. Uyanıp da Allâh’ın adını andığı zaman düğümlerin biri çözülür, abdest aldığında ikincisi çözülür, namaz kıldığında ise, düğümlerin hepsi çözülür. Böylece sabahleyin dinç ve neşeli olarak kalkar. Aksi hâlde (yâni bunları yapmazsa) tembel ve morali bozuk olarak kalkar.” (Buhârî, Teheccüd, 12)
Bir adam İbrahim bin Edhem Hazretlerine:
“–Gece ibâdetine kalkamıyorum, bana bir çâre öğret.” deyince İbrahim bin Edhem Hazretleri, ona şu cevâbı verir:
“–Gündüzleyin Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir. Günahkârlar bu şerefi hak edemezler!”
***
Geceden nasip alabilmek, “istiğfâr” ile başlar; tevhîd, salevât-ı şerîfe ve zikrin rûhâniyetine bürünmekle devâm eder. Seherlerdeki zikir, yâni kulun Mevlâ’sı ile buluşması, kalbin ihyâsı bakımından bulunmaz bir fırsat ve ihmâl edilemez bir ihtiyaçtır. Zira cesedimizin maddî gıdâya ihtiyâcı olduğu gibi, rûhumuzun da mânevî gıdâya ihtiyâcı vardır. Cenâb-ı Hak, seherlerde îfâ edilen zikre, sâir zamanlardakinden daha fazla kıymet vermektedir.
II- EVRÂD Ü EZKÂR
Seherlerde çekilen evrâd ü ezkâr, yâni gönlün Rabbi ile berâber olması, kalbin ihyâsı bakımından çok mühimdir. Hak dostları “Virdi olmayanın vâridi olmaz.” buyurmuşlardır. Yani düzenli bir şekilde zikirden nasibi olmayanın, gönlüne ilâhî füyûzât ve sünûhât lutfedilmez demektir.
Bütün evrâd ü ezkârın üzerine binâ edildiği en önemli virdimiz; sahih bir îtikad, huşû üzere bir ibadet hayatı ve Allah Rasûlü’nün üsve-i hasene (en güzel bir model) olarak bizlere takdim edilen hayatını kendimize esas almaktır.
Cenâb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bütün mahlûkâtına kendini tanıtmış ve onları dâimî bir sûrette zikir ile vazifelendirmiştir. Bu sebeple bütün varlıklar, yaratılışları muktezâsınca kendi hâllerine mahsus bir sûretle Rab’lerini tanırlar ve O’nu zikrederler.
Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- da bu hususta şöyle buyurur:
“Bütün varlıklar kendilerine has bir sûrette Allâh’ı zikrederler. Fakat bu hususta varlıklar farklı seviyelerdedir:
Mahlûkât içinde gafletten en uzak olanı cemâdâttır. Çünkü onlar, yemek-içmek, hava teneffüs etmek gibi ihtiyaçlardan müstağnîdirler. Cemâdattan sonra nebâtat gelir ki, ihtiyaç başlar. Zira, toprak, su ve güneşten aldıkları gıdâları ilâhî tâyinle terkîb edip rengârenk çiçekler, yapraklar ve meyveler vücûda getirirler. Daha sonra hayvânât gelir. Bunların hayatî fonksiyonları nebâtâttan daha mütekâmildir. Bundan dolayı ihtiyaçları çoğalmıştır. Nefsâniyet artmıştır. İnsanın ihtiyaçları ise bitmek tükenmek bilmez. Benlik, nefsânî hayaller ve dünyevî ihtiraslar onu devamlı gaflete sevk eder.”
Kâinât sayfalarındaki esrar ve hikmeti gerçek anlamıyla idrâk edebilmek, ancak gönül âleminde derinleşmeye bağlı bir keyfiyettir. Gönül gözüyle yeryüzüne ve semâya nazar eden bir mü’min, kalbinin bambaşka bir hissiyât ile dolduğunu fark eder. Kur’ân-ı Kerîm, göklerde ve yerde zerreden kürreye her şeyin Hâlık’ını zikr u tesbîhte bulunduğunu îlân etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmelerde göklerin, yerin, dağların, ağaçların, çimenlerin, güneşin, ayın, yıldız ve yıldırımların, hayvanların, yuvarlanan taşların, hattâ yere düşen sağlı sollu gölgelerin sabah-akşam secde ettiği şöyle bildirilir:
“Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah-akşam, ister-istemez, sadece Allâh’a secde ederler.” (er-Ra’d, 15)
“Allâh’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allâh’a secde ederek sağa sola döner.” (en-Nahl, 48)
Âyet-i kerîmeler, önümüze son derece ihtişamlı bir manzara seriyor. Bu manzarada secdeler, gölgelerin de iştirâkiyle çift hâldedir. Yâni biri varlığın; diğeri de o varlığın gölgesinin olmak üzere aynı anda çift secde… Kâinâtın her zerresi, isteyerek ya da istemeyerek hep birlikte Rabb’e ibâdet için secdeye varmış ve kendisini Hâlık’ının huzûrunda vazifesini îfâ etmeye vermiş…
Allah’tan başka ilâhlar edinen gâfiller de bilmezler ki, putlaştırdıkları eşyânın gölgesine varıncaya kadar bütün varlık, aslında o inkâr ettikleri Allâh’a yönelmiş hâlde ve Rabb’in bütün kâinâta koyduğu nizâma tâbî durumdadır! Bu ne büyük aldanış ve ziyandır!
Yine âyetlerde gölgelerden, eşyâdan, canlılardan ve meleklerden müteşekkil bir sahne tasvîr ediliyor. Hepsi bir ibâdet vecdiyle ve huşû içinde vazîfesini îfâ ediyor. Allâh’a ibâdet etmekten kaçınıp, emrine muhâlefet etmek bedbahtlığı ise yalnızca insanoğlunun şaşkın gâfillerine âit bir keyfiyet olarak kalıyor. Âyet-i kerîmeler, bütün mahlûkâtın ve hattâ gölgelerinin bile Rab’lerine boyun büküşünü, bu gâfillerle âdeta istihzâ edercesine yüzlerine çarpıyor.
Gerçekten etrafımızı ibret nazarıyla seyredersek, ufukların derinliklerine doğru uzanan göklerin yerlere kapanışı, dağların uzanışları ne değişik bir secde hâlidir. Ağaçların, çiçek ve çimenlerin, hayvanların ve insanların, sağdan soldan topraklara düşen gölgeleri, o heyecanlı secde hâlini ne güzel sergiler. Sanki toprak her varlığın gölgesinin bir seccâdesidir. Yağmur hâdisesi de, sanki bir semâvî ağlayış, çakan şimşeklerin arkasından gelen gök gürültüleri, semânın sînesinden fışkıran âşikâre feryatlardır.
Yerdeki ve göklerdeki mahlûkâtın hâlleri, duyarlı bir yürek için ne müthiş bir irşaddır. En küçük bir böceğin iğne ucu kadar kalbindeki niyazlarından, tâ cesim ve haşmetli hayvanların kükreyişlerine kadar hepsi ilâhî kudret akışlarının ayrı ayrı tezâhürleridir.
Bülbüllerin bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmeleri, kumrulardan yayılan “hû, hû”lar, leyleklerin “lek, lek”leri, alıcı gönüller için ne duygulu tesbihlerdir. Hak Teâlâ âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Görmez misin ki; göklerde ve yerde olanlar güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allâh’a secde ediyor…” (el-Hacc, 18)
Görüldüğü gibi varlıklar ve hattâ cemâdât, hep tesbihât hâlindedir. Ne yazık ki insanların bir kısmı Allâh’ın zikrinden gâfil kalmaları sebebi ile azâba dûçâr olacaklardır. Gerçekten cihandaki zerrelerden kürrelere kadar her şey Hâlık’ını tanımakta, kuşlar bile ibâdet ve niyazlarını bilmekte, dağlar, dereler zikr u tesbîhe devam etmektedir. Hâl böyleyken kâinâtın bu ihtişamlı zikir, tesbih ve ibâdet programı karşısında bile insanın intibâha gelmemesi ve bu ibretli manzaradan hisse alamayıp alık ve abus bir hâlde Hakk’ın zikrinden mahrum kalması, insanlık haysiyetiyle bağdaşmayan ne acı bir kayıptır.
Şüphesiz ki, ilâhî ünsiyetin yolu, kulun Rabbini unutmamasıdır. Basîret sahibi mü’minler hangi yöne baksalar O’nun zikir nûrunu; neye kulak verseler O’nun tesbih nağmelerini dinlerler.
Bizler de bu dünya hayâtında Rabbimizi ne kadar anarsak yarın ukbâda ilâhî vuslata o seviyede vâsıl oluruz.
Temiz bir vicdanla yaşamanın, îmanla ölüp ebedî huzur ve safâya kavuşmanın yolu Rabbi unutmamaktır. Zira âyet-i kerîmenin de ifadesiyle; “Kalpler ancak zikrullâh ile itmi’nâna (hakîkî huzura) erişir.” (er-Ra’d, 28)
Rabbini unutanın ömrü, bir gaflet girdabında ziyan olur gider. O gafletten ancak ölümle uyanılır. Lâkin o vakit her şey bitmiş ve büyük bir hüsranın içine düşülmüş olur.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
***
Allâh’ı zikretmek, “Allah” lafzını sâdece kelime olarak tekrarlamaktan ibâret değildir. Zikir, ancak tahassüs istîdâdının merkezi olan kalpte mekân bulduğu zaman niyet ve amellerin seviye bulmasına âmil olur. İşte bu keyfiyette bir zikir, kulun bezm-i elestte; “Evet! Sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde Cenâb-ı Hak ile yapmış olduğu ahdine vefâ göstermesi ve o sadâkatle Rabbini aslâ unutmamasıdır.
Peygamber Efendimiz’in hizmetçisi olan Vâkıd -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu nakleder:
“Kim Allah -azze ve celle- Hazretleri’ne itaat eder, emir ve yasaklarına hakkıyla riâyet ederse, O’nu zikretmiş olur; velev ki (nâfile) namazları, oruçları ve Kur’ân tilâveti az bile olsa!
Kim de Allah’a karşı isyân hâlinde bulunursa (günahları terk etmezse), Cenâb-ı Hakk’ı zikretmemiş olur; velev ki (nâfile) namazları, oruçları ve Kur’ân okuması çok bile olsa!” (Heysemî, II, 258)
Zikrullah’tan gâfil kalmanın büyük tehlikesinden dolayıdır ki Cenâb-ı Hak biz kullarına bu hususta pek çok îkazlarda bulunmuştur. Zira mü’min gönüllerin gaflet katılığından kurtulup ilâhî rızâya nâil olabilecek hassâsiyete ulaşmasının yolu, zikr-i dâimîden geçmektedir. Bu da bir müddet veya bir mevsim değil; bir ömür boyu, her nefes alıp verişte zikrullah şuurunu taşımakla mümkündür. Zira mânevî uyanıklık, ancak bu sâyede hâsıl olur.
Bu itibarla bizler de Rabbimize sonsuz bir muhabbet iklîmine girerek, dünyevî ihtirasların ve fânî menfaatlerin sarsamayacağı bir mânevî zindeliğe erişme gayreti içinde bulunmalıyız. Zira sevenler sevdiklerini dâimâ gönüllerinde taşırlar ve aslâ hatırlarından çıkarmazlar.
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zikir ve zikir meclislerinin fazîleti hakkında bir kudsî hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ben kuluma, Ben’im hakkımdaki zannına göre muâmele ederim. O Ben’i zikrettiğinde Ben onunla berâberim. O Ben’i, kendi içinde zikrederse, Ben de onu zikrederim. O Ben’i bir topluluk içerisinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içerisinde anarım.” (Buhârî, Tevhid, 15)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün ashâb-ı kirâma hitâben:
“–Amellerinizin Allah katında en temizini, derecelerinizin en yükseğini, altın ve gümüş sadaka vermenizden daha hayırlısını, düşmanlarınızla karşılaşıp boyunlarını vurmanızdan ve onların da sizin boynunuzu vurmasından daha hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordu. Onlar da:
“–Haber ver, ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh’ı zikretmektir.” buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 6)
Zikrullah ferdî olarak yapılabildiği gibi topluluk hâlinde de yapılabilir. Nitekim Muâviye -radıyallâhu anh- mescidde halka hâlinde oturan bir cemaatin yanına geldi ve:
“–Burada niçin toplandınız?” diye sordu.
“–Allâh’ı zikretmek için toplandık.” diye cevap verdiler. O tekrar:
“–Allah aşkına doğru söyleyin. Siz burada sadece Allâh’ı zikretmek için mi oturdunuz?” diye sordu.
“–Evet, sadece bu maksatla oturduk.” dediler. Bunun üzerine Muâviye -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
“–Ben sizin sözünüze inanmadığım için yemin vermiş değilim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e benim kadar yakın olup da benden daha az hadis rivâyet eden yoktur. Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- halka hâlinde oturan sahâbîlerinin yanına geldi de onlara:
«–Burada niçin oturuyorsunuz?» diye sordu.
«–Bize İslâmiyet’i nasip ederek büyük bir lutufta bulunması sebebiyle Allâh’ı zikretmek ve O’na hamdetmek için oturuyoruz.» diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Allah adına doğru söyleyin. Gerçekten siz burada sadece Allâh’ı zikretmek için mi oturdunuz?» diye sordu.
«–Evet, vallâhi sadece bu maksatla oturduk.» dediler. Bunun üzerine Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ben size inanmadığım için yemin vermiş değilim. Fakat bana Cebrâil gelerek Allah Teâlâ’nın meleklere sizinle iftihar ettiğini haber verdi de onun için böyle söyledim.» buyurdu.” (Müslim, Zikir, 40)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kalbî eğitim husûsunda ashâb-ı kirâmın istîdâdına göre zikir tâliminde bulunurdu. Ümmü Hânî ile arasında geçen şu konuşma bunu ne güzel misâllendirir:
Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hânî -radıyallâhu anhâ-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat ederek:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben ihtiyarladım ve zayıfladım. Bana oturduğum yerde yapabileceğim bir ibâdet tavsiye eder misin?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Yüz defâ «sübhânallâh»,
Yüz defâ «elhamdülillâh»,
Ve yüz defâ «lâ ilâhe illâllâh» de!” buyurdular. (İbn-i Mace, Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 344)
Bedenimizin maddî gıdâya ihtiyâcı olduğu gibi rûhumuzun da Hâlık’ını tanıyıp kulluk yapabilmesi için mânevî gıdâya ihtiyâcı vardır. Maddî gıdâlar nasıl ki tâ kılcal damarlara kadar yayılıp bedenin hayâtiyetini devâm ettirirse, mânevî gıdâ olan zikrullâhın da bütün letâiflerde mekân bulup mü’mini intibâha getirmesi zarûrîdir. Îmânlı ölmenin, ilâhî neşveler ve safâlara kavuşmanın yolu zikr-i dâimîdedir.
Zikrin temiz bir vicdanla îfâsı da son derece mühimdir. Bu sırra binâendir ki, ehlullah hazarâtı evrâd ü ezkâra umûmiyetle tevbe ve istiğfarla başlamışlardır.
a) Tevbe ve İstiğfar
Tevbe, Hakk’a dönüş demektir. Hakk’ı unutan ya da O’ndan gafil olan bir kulun, girdiği yanlış yolun farkına varıp yüzünü ve gönlünü Rabbine yöneltmesi ve affını dilemesidir. Böyle bir kulun kalbi büyük bir nedâmetle, için için yanar ve ılık gözyaşlarıyla Rabbine gönlünü açar. İşte bu yanış ve pişmanlık “tevbe”dir. Ardından af dilemek için kalplerden taşan niyazlar da “istiğfar”dır.
Başta peygamberler olmak üzere bütün velîler, sâlihler ve sâdıklar; darlıkta ve bollukta, kederde ve sevinçte dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmişler ve O’na niyâz hâlinde bulunmuşlardır. Duâ ve istiğfardan müstağnî kalabilecek hiçbir kul tasavvur olunamaz. Duâ ve istiğfar, gerçek mâhiyetiyle derûnî bir nedâmet ve ilticâ mânâsını ihtivâ ettiğinden, Allâh’a yakınlığın en mühim vâsıtasıdır.
Hiç günahımız olmasa dahî, lutfedilen ilâhî nîmetlere şükredebilmemiz, tâkatimizin üzerindedir. Bu bakımdan da acziyet içinde istiğfâr etmemiz, kulluğun zarûretindendir. Cihânı gönül gözüyle temâşâ ettiğimizde görürüz ki bütün mahlûkât, ilâhî nîmetlere şükürden önce acziyetlerini îtiraf mevkiinde bulunmaktadır. Bu itibarla irâde sâhibi olan ve bu irâdeyi kullanmakta hatâdan mutlak bir sûrette sâlim kalması mümkün olmayan Âdemoğlu için istiğfar, Allâh’a takarrub/yakınlaşma yolunda atılacak ilk adımdır.
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- şöyle der:
“Biz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir mecliste yüz defa:
رَبِّ اغْفِرْ لِى وَتُبْ عَلَىَّ إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
«Allâh’ım! Beni bağışla ve tevbemi kabul buyur! Çünkü Sen tevbeleri çok kabûl eden ve çok merhamet edensin.» dediğini saymıştık.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1516; Tirmizî, Deavât, 38/3434)
Allâh’a yöneliş ve kalbin ulvî bir seviye kazanmasında mühim bir yeri olan istiğfar, mânevî kirlerden temizlenmenin de en mühim vâsıtasıdır. Makbûl bir tevbe, kul ile Rab arasındaki engelleri ve perdeleri kaldırır, Allah Teâlâ’nın sevgisine mazhar eder. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah, çok tevbe eden ve çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222)
Seherlerden sonra nasıl ki şafak vakti gelip karanlıklar uzaklaşır ise seher vakitlerindeki istiğfarlar da, günah karanlıklarından kurtulup nurlu mağfiret şafaklarına kavuşmamızın rahmet iklîmidir!
Beşeriyet îcâbı herhangi bir günâha düşüldüğünde, derhâl tevbe ve istiğfâra sarılmak ve Allâh’a yönelmek îcâb eder. Zira Cenâb-ı Hak, râzı olduğu müttakî kullarını şöyle medhetmektedir:
“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman, Allâh’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe ve istiğfâr ederler. Zâten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri günahta bile bile ısrâr etmezler.” (Âl-i İmrân, 135)
“O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devâm ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet o günâhı terk edip istiğfâra sarılarak tevbeye yönelirse, kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar günahlara dönerse, siyah noktalar artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ Hazretleri’nin:
«Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) ameller sebebiyle, kalplerinin üzeri pas tutmuştur.» (el-Mutaffifîn, 14) diye bahsettiği durum budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83/3334)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir başka hadîslerinde, istiğfârın faydalarını şöyle beyan buyurmuşlardır:
“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona ummadığı yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518; İbn-i Mâce, Edeb, 57)
Diğer taraftan tevbe ve istiğfar, dünyada ve âhirette azaptan kurtuluş vesîlesidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ Hazretleri (şu âyetle) ümmetim için bana iki emân indirdi:
Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azâb etmeyecektir. (el-Enfâl, 33)
Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)
Seher vakitleri Hak Teâlâ Hazretleri’nin kullarına ikram ve ihsanlarının sağanak hâlinde yağdığı demlerdir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Rabbimiz her gece dünya semâsına iner ve:
«Tevbe eden yok mu, onun tevbesini kabûl edeyim? İsteyen yok mu, ona istediğini vereyim? İstiğfâr eden yok mu, onu bağışlayayım?» diye nidâ eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 168-170)
Tevbenin seviye kazanabilmesi için şu hususlara da ehemmiyet vermek îcâb eder:
Tevbe edenin kalbinden çıkan ilk söz, “acziyet”in îtirâfı olmalıdır. İçimizdeki sefil “ben”likten bir zerre bile kalmış ise, tevbe ve duâ gayesine varamamış demektir. Tevbede istenen, ilâhî rahmet ve berekettir. Tevbede dileriz ki, sonsuz bir kudret sahibi olan Hak Teâlâ bize acısın ve üzerimize lutfunu yağdırsın!.. Yani istiğfar, dilimizle muayyen bir sayıyı doldurma faaliyeti değildir. Engin bir tefekkür ve tehassüsün eşlik ettiği bir yakarıştır.
Her amel-i sâlihte olduğu gibi tevbede de samîmiyet ve ihlâs şartı vardır. Öyle ki, birçok ehlullâh, ettikleri tevbelere dahî tevbekâr olmuşlardır. Yâni tevbeye muhtaç tevbelerden Allâh’a sığınmak ve âyette buyrulan “tevbeten nasûhâ” sırrına nâil olmak zarûreti vardır. Çünkü nefs ve şeytan, gönlü çelmeye yol bulamayınca, sûret-i haktan görünürler de bu defa güzellikleri ve iyilikleri telkin eden birer üstad kesilirler. Böylece kulu tuzağa düşürerek tevbeleri yele verirler.
Tevbe, bir af dileme olduğundan samîmî pişmanlığın gerçekleşmesi ve affı istenen günahın bir daha yapılmaması husûsundaki kat’î azmi îcâb ettirir.
Bunun için Cenâb-ı Hak şöyle îkaz buyurur:
“…Sakın şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)
Tevbe ve istiğfârın son derece ehemmiyetli olması sebebiyledir ki rûhî tekâmül için bütün tasavvuf yollarında seherlerdeki evrâd ü ezkâra istiğfâr ile başlanır. En veciz istiğfar cümlesi:
أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ الْعَظِيمَ
“Şânı pek yüce olan Allah’tan bağışlanmamı diliyorum.” ifadesidir.
Büyük Tevbe
أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ، أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ، أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ الْعَظِيمَ الْكَرِيمَ الَّذِى لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ؛ اَلْحَىَّ الْقَيُّومَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ. وَنَسْئَلُهُ التَّوْبَةَ وَالْمَغْفِرَةَ وَالْهِدَايَةَ لَناَ، إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ؛ تَوْبَةَ عَبْدٍ ظاَلِمٍ لِنَفْسِهِ، لَا يَمْلِكُ لِنَفْسِهِ مَوْتاً وَلَا حَيَاةً وَلَا نُشُوراً.
Mağfiretini talep ediyorum Allâh’ım! Bağışlamanı diliyorum Rabbim! Kusur ve günahlarımdan beni tertemiz kılmanı istiyorum Yüce Mevlâm!
(Bir aciz kul olarak ben) Kerîm olan, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, dâimâ diri (el-Hayy) ve her şeyin kendisiyle ayakta durduğu ve varlığını sürdürdüğü (el-Kayyûm) Yüce Rabbimin mağfiretini (bağışlamasını) niyaz ederim. O’na yönelir ve Yüce Zât’ından bizlere tevbe, mağfiret ve hidâyet lutfetmesini talep ederim. Zira tevbeleri kabul eden ve kullarına son derece merhametli olan O’dur. Kendi nefsine zulmeden ve ölmeye de, hayatta kalmaya da, yeniden dirilmeye de kendi iktidârı olmayan aciz bir kul olarak Rabbime tevbe ederim.
Kul, “Estağfirullah” sözü ile hatasının farkında olarak, Cenâb-ı Hak’tan hiçlik duygusu içinde bağışlanmayı isterken, yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den nakledilen “Seyyidü’l-İstiğfâr” sözleri ile de Rabbine, yeniden bir kulluk sözü verir. Diğer bir ifadeyle “Elest bezmi”ndeki ahdini tazelemiş olur.
Seyyidü’l-İstiğfâr
اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّى لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ خَلَقْتَنِى وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ، أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَىَّ وَأَبُوءُ بِذَنْبِى؛ فَاغْفِرْ لِى ذُنُوبِى فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ.
“Ey Allâh’ım! Sen benim Rabbimsin. Sen’den başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Sen’in kulunum. Ve ben îmân ve ubûdiyetimde/kulluğumda gücüm yettiği kadar Sen’in ahd ü misâkın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Sen’in bana ihsân ettiğin nimetleri ikrar ve îtirâf ederim. Kendi kusur ve günahlarımı da ikrar ve îtirâf ederim. Yâ Rabbi! Sen beni af ve mağfiret eyle. Zira Sen’den başkası günahları af ve mağfiret edemez.” (Buhârî, Deavât, 2, 16)
b) Kelime-i Tevhîd
لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ.
“Bütün saltanat ve hükümranlık kendisinin olan (Melik) ve apaçık yegâne hakikatin ta kendisi olan Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.”
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ صَادِقُ الْوَعْدِ الْأَمِينُ.
Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allah Teâlâ’nın, vaadinde sâdık ve güvenilir bir Rasûlüdür.
Kelime-i tevhîd, Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir varlığın olmadığını ilan etmektir. Bir anlamda fâniliğin içine girmek ve hakikatte “Bâkî” olanın ancak Allah olduğunun şuur ve idrâkine ermektir.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma hitâben:
“–Îmânınızı yenileyiniz!” buyurdu.
Ashâb-ı kirâm:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, îmânımızı nasıl yenileyelim?” diye sordular.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–«Lâ ilâhe illallâh» sözünü çokça söyleyiniz!” cevabını verdi. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)
Kelime-i tevhîd, sadece lafızda kalmamalı, mutlaka kalpte yer etmelidir. Vahdâniyyet-i ilâhiyye, engin bir tefekkür ve şuurla gönle tam bir şekilde işlemelidir. Tevhîd inancı, eksik telâkkîlerle bir yara almamalıdır. Zira kalp, nefsâniyetin işgaline mâruz kalırsa, tevhîd anlayışı da yaralanacaktır. Bu itibarla kalbin, nefsin şirretinden ve hoyratlığından korunması gerekiyor.
Seherde çekilen kelime-i tevhîdlerin mânâ ve muhtevâsının gündüzlere de intikâl etmesi lâzımdır. Gündüz ne kadar “Lâ ilâhe”nin mânâsıyla yoğrulup mâsiyetten uzaklaşabiliyor ve “İllallâh”ın muhtevâsına girip Cenâb-ı Hak’la beraberliği temin edebiliyoruz? “Muhammedün Rasûlullâh”ın hakkını verme adına, Efendimiz’i ne kadar örnek alabiliyoruz? İşte kelime-i tevhîdlerimiz, gönlümüzde böyle telkinlere vesîle olabilmelidir.
Cenâb-ı Hak, kelime-i tevhîdi yaşamamızı, Zât-ı ulûhiyetini sevmemizi istiyor. Bunun için de “Lâ ilâhe” diyerek, bilhassa kalpte putlaşmaya başlayan her ne var ise reddetmek ve kalbi onlardan bütünüyle boşaltmak gerekiyor. Zira Rabbimiz, nefsimizin veya başkalarının putperesti olmaktan, yani zâhir ve bâtın bütün putperestliklerden sıyrılmamızı istiyor. “İllallâh” diyerek de kalbin yalnız Cenâb-ı Hakk’a tahsîs edilmesi gerektiğini bizlere hatırlatıyor.
Kelime-i tevhîdi kâmil mânâda yaşayabilmenin neticesi, Rabbimizin cemâl sıfatlarının üzerimizde tecellî etmesidir.
Meselâ “er-Rahmân” ismi bizde tecellî edecek olursa, merhametimiz âmm/umûmî ve şâmil/kuşatıcı olur. Yani Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanır ve şefkatimizi yalnız kendimize ve yakınlarımıza değil bütün yaratılmışlara karşı göstermiş oluruz.
“el-Afüv” sıfatı tecellî ederse, Allâh’ın kullarının bize karşı işlemiş oldukları kusur ve hatalarını kolayca affetmek mümkün hâle gelir. Îmân edenlere karşı gönlümüzde bir kin ve intikam duygusuna yer kalmaz.
“el-Vedûd” ismi tecellî ederse, müseccel Allah düşmanları hariç, herkese ve her şeye karşı derin bir muhabbet besleriz.
Hülâsa seherde başlayan tevhîdin rûhâniyeti önce gönüllerimizi ve sonra da gece ve gündüzümüzü ihâta ederse, son nefesimiz, yâni dünyadaki her şeye büyük vedâ, kelîme-i tevhîdin rûhâniyeti ile -inşâallâh- bir şeb-i arûsa dönüşür.
c) Salavât-ı Şerîfe
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ.
“Allâh’ım! Efendimiz Muhammed’e O’nun ehl-i beytine ve ashâbına salât ü selâm eyle ve üzerlerine dâimâ bereket ve lutfunu indir.”
Yüce Rabbimiz; “Kim Peygamber’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80) buyurmak sûretiyle, hem Habîbi’nin kendi katındaki mevkiine işâret etmiş, hem de kullarından O’na karşı tam bir itaat ve teslîmiyet göstermelerini emretmiştir.
Cenâb-ı Hakk’ın insanda tecellî eden bir sanat harikası olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, beşerî istîdat ve tâkat dâhilinde kâmilen kavrayabilmemiz mümkün değildir. Bu âlemden alınan intibâlar, O’nu îzah ve idrâkte kifâyetsiz kalır. Bir bardağa, bir ummânı sığdırmak mümkün olmadığı gibi, Hakikat-i Muhammediyye’yi idrâk de lâyıkıyla mümkün değildir.
Bu hakîkati ifâde sadedinde âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)
Âyet-i kerîmedeki ilâhî ferman mûcibince, O Fahr-i Kâinât’a salât ü selâm getirmek mecbûrîdir. Bu, Cenâbı Hakk’ın Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı bütün ümmetin yapmasını murâd ettiği ve emir buyurduğu âdabdandır. Cenâb-ı Hakk’ın sayısız melekleri ile birlikte kendisine “salât ve selâm”da bulunduğu O yüce Peygamber’in fazl ü kemâline yaklaşmak bir îman muktezâsıdır. Zira Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:
“(Rasûlüm) de ki: Eğer Allâh’ı sevdiğinizi iddiâ ediyorsanız, bana tâbî olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun.” (Âl-i İmrân, 31)
Muhakkak ki mü’min, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbeti karşısında, ilâhî bir ürperişle, edep duyguları içinde, rûhunu nefsâniyete âit bütün çizgi ve görüntülerden boşalttığı vakit, O’nun muhabbet ve örnek şahsiyetinden hisse alma yoluna girmiş olur. Zira O, en alt kademeden en üst kademeye kadar, bütün beşeriyetin kendisinden örnekler devşirebileceği yegâne “üsve-i hasene” (en güzel bir örnek)tir. Her mü’min, O’nun şahsında problemlerine bir çözüm yolu bulabilir. Yeter ki O’nu gereği gibi tanıyabilsin ve O’nun gönül dokusundan nasip alabilsin.
Kelime-i tevhîdde “Lâ ilâhe illallâh”tan sonra “Muhammedün Rasûlullah” cümlesi gelir. Her kelime-i tevhîd ve her salevât-ı şerîfe, Hakk’a muhabbet ve yakınlığın sermayesini teşkil eder. Dünya ve âhiretin saâdet hayatı ve bütün mânevî fetihler, O’nun muhabbet sermayesiyle kazanılır.
İlâhî feyz ve bereketin kalbe nakşolabilmesi için, bütün zaman ve mekânlarda, husûsiyle seher vakitlerinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le râbıtayı güçlendirmek ve O’nun rûhâniyetinden hisseler alabilmek için salevât-ı şerîfenin pek büyük bir ehemmiyeti vardır.
O’na salât ü selâm’da bulunmak o kadar ehemmiyetli bir ameldir ki, yalnız Allâh’a tahsis etmemiz gereken bir ibadet olan namazlarımızda bile Yüce Rabbimiz, Habîbi’ne selâm vermemize izin vermiş ve hattâ istemiştir. Nitekim namaz içinde tahiyyat esnasında:
“es-Selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtüh.” diyerek “Ey Nebiyy-i Ekrem! Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun.” şeklindeki selâm verişimiz, namazımızı bozmamaktadır. Hâlbuki bir başkasına namazda selâm verecek olsak, namazı iade etmemiz gerekecektir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakîkatinde hayat bulan Hak dostları, salât ü selâm getirmek ve bu vesîleyle Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yaklaşmaktaki fazîletleri şöyle sıralamışlardır:
1- Emr-i ilâhîye imtisâl ile Cenâb-ı Hakk’ın ve meleklerin salevâtına muvâfakat (eşlik) edilmiş olur. Allâh’ın, meleklerin ve ümmetin salât ü selâmları arasında mânâ cihetiyle farklılıklar olduğu muhakkaktır. Allâh’ın salâtı, nebîsine rahmet edip O’nu yüceltmesidir. Meleklerin salâtı, Hazret-i Peygamber için istiğfar ve duâdır. Mü’minlerin salâtı ise, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında duâda bulunmalarıdır.
2- Günahların affedilmesine vesîledir. Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Kim bana bir defa salât getirirse, Allah o kimseye on defâ salât eder, on hatâsı silinir ve on derece yükseltilir.” (Nesâî, Sehv, 55)
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mütebessim bir çehreyle ashâbının yanına gelmiş ve Hazret-i Cebrâil’in kendisine şu müjdeyi verdiğini bildirmiştir:
“Yâ Rasûlâllah! Ümmetinden biri Sana bir salât getirdiğinde, benim onun günahlarının bağışlanması için on defa istiğfâr etmem, o kimsenin Sana bir selâm göndermesi hâlinde, benim ona on selâm vermem Sen’i sevindirmez mi?” (Nesâî, Sehv, 55/1293)
3- Kıyâmette Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine salât ü selâm getirenin yanında olur. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları; bana en çok salât ve selâm getirenlerdir.” (Tirmizî, Vitr, 21)
4- Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, salât okuyana mukâbelede bulunur. Bu müjde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından şöyle ifade edilmiştir:
“Bir kimse bana selâm gönderdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ rûhumu iâde eder.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 96/2041. Ayrıca bkz. Ahmed, II, 527)
Yüksek bir makamdan gelen selâmların ne büyük bir sürur vesîlesi olduğu düşünülürse, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den gelen selâmların, ümmetinin yüreğinde nasıl bir bayram sevinci yaşatacağını tasavvur etmek zor değildir.
5- Her salât ü selâm getirenin ismi, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e arz edilir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Yeryüzünde Allâh’ın seyyah melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (ânında) bana ulaştırır.” (Nesâî, Sehv, 46)
“…Bana salât ü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun, sizin salât ü selâmınız bana ulaşır.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 96-97/2042)
6- Salât ü selâm okuyan kimse, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini diğer muhabbetlere tercih etmiş olduğu için, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmada seviye alır, kötü huylardan kurtulur, fazîlete erer.
7- Nebiyy-i Ekrem’in kendisine olan muhabbeti arttığı gibi, onun da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbeti artarak devam eder.
8- Allah Teâlâ’nın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bize ihsân ettiği lutuflar, sayıya gelmeyecek kadar fazla olmasına rağmen, salât ve selâm ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerimizdeki hakkını çok az da olsa ödemeye çalışmış oluruz.
9- Allah Teâlâ’nın rahmetinin üzerimize inmesine vesîledir. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kim bana bir defa salât ü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.” (Müslim, Salât, 70)
10- Unutulan sözün hatırlanmasına vesîle olur.
11- Duâların kabulüne vesîledir:
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazdan sonra Allâh’a hamdetmeden ve Peygamber -aleyhisselâm-’a salât ü selâm getirmeden duâ eden bir adam gördü. Bunun üzerine:
“–Bu adam acele etti.” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı ve şöyle dedi:
“–Biriniz duâ edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ etsin, sonra bana salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin.” (Tirmizî, Deavât, 64)
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Duâ eden bir kimse, Peygamber’e salât okumadığı müddetçe duâsı perdelidir. (Hedefine ulaşamaz.)” (Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, III, 165)
12- İlâhî itâba (tehdit va azâba) mâruz kalmaktan korunur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Yanında ismim zikredildiği hâlde bana salât ü selâm getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun! Ramazân-ı Şerîf’e girip de mağfiret edilmeden çıkan kimse rahmetten uzak olsun! Anne ve babası yaşlılık günlerini yanında geçirip de (onları memnûn ederek) cennete giremeyen kimse rahmetten uzak olsun!” (Tirmizî, Deavât, 100/3545)
“Asıl cimri olan kimse, yanında ismim zikredildiği hâlde bana salât ü selâm getirmeyen kişidir.” (Tirmizî, Deavât, 100/3546. Ayrıca bkz. Ahmed, I, 201)
“Kim bana salât ü selâm getirmeyi unutup ihmal ederse, cennetin yolunu şaşırır.” (İbn-i Mâce, İkâmet, 25)
13- Allah Teâlâ, Nebî’sine salât eden kulunun işlerinde ona yeter ve onun hem dünya hem de âhiret kederlerini giderir. Nitekim Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Hazret-i Peygamber’e:
«–Yâ Rasûlâllah! Ben Sana çok salevât-ı şerîfe getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir?» diye sordum.
«–Dilediğin kadar yap.» buyurdu.
«–Duâlarımın dörtte birini salevât-ı şerîfeye ayırsam uygun olur mu?» diye sordum.
«–Dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla yaparsan senin için hayırlı olur.» buyurdu.
«–Öyleyse duâmın yarısını salevât-ı şerîfeye ayırayım.» dedim.
«–Dilediğin kadar yap. Ama daha fazla yaparsan senin için hayırlı olur.» buyurdu. Ben yine:
«–Şu hâlde üçte ikisi yeter mi?» diye sordum.
«–İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için iyi olur.» buyurdu.
«–Öyleyse duâya ayırdığım zamanın hepsinde Sana salevât-ı şerîfe getirsem nasıl olur?» deyince:
«–O takdirde Allah bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.» buyurdu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 23)
Salât ü selâm getirmek, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetiyle irtibat kurmayı ve O’nun nûrundan istifâdeyi temin eder. Bu salevâtların mükâfâtı ise, kulun Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbeti ve ihlâsı ölçüsündedir.
Bizlere düşen, salevat-ı şerîfenin ruhâniyetine bürünebilmek ve Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tam bir teslimiyet göstererek O’na lâyık bir ümmet olmaya çalışmaktır.
III. TEFEKKÜR
Tefekkür, sadece insana değil, bütün mahlûkata verilmiş, hayâtî bir kâbiliyettir. Bu kâbiliyeti, her varlık, kendi dünyası içinde ve kendi yaratılışına uygun bir şekilde kullanır. Ağırlık merkezi de daha ziyade ten ve nefsâniyet plânına âittir. Yiyip içmek, daha iyi, daha rahat yaşayabilmek ve nesli devâm ettirebilmek gibi hususlar ön plândadır. Bunun için bir yırtıcı mahlûkun tefekkürü, ancak avını parçalayıp mîdesini doyurmaya yöneliktir. Bunun dışında onun, hayat, kâinat ve istikbâle dâir herhangi bir düşünce ve endişesi yoktur. Zaten ona verilen tefekkür kâbiliyeti de, ancak bu kadarına kâfî gelir.
Fakat insana gelince… Onun durumu farklıdır.
İnsanoğlu, varlıkların en şereflisi ve kâinâtın gözbebeği olarak yaratıldığı için, onun mes’ûliyet ve vazifeleri büyüktür. Buna göre de kendisine engin bir tefekkür kâbiliyeti ihsân edilmiştir.
Çünkü insan; yiyip içme, yaşama ve neslini devâm ettirebilme bakımından diğer mahlûkatla benzer özelliklere dâir nefsânî tefekkür ile değil, ancak kendisini inkişâf ettirecek ve bu vesîleyle cennet ve cemâlullâh’a nâil edecek olan rûhânî tefekkür ile insanlık haysiyet ve şerefini hâizdir. Fakat insan, rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, maalesef tefekkür istîdâdını nefsânî arzuların anaforunda helâk etmiş olur.
Rûhî derinliğe ulaşmış bir mütefekkir, bu hakîkati hulâsa ederek şöyle buyurur:
“Bu cihân, âkiller (akıl sâhipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ ve tefekkür); ahmaklar için ise yemek ile şehvettir!”
Dolayısıyla insanı insan yapan husus, onu şuur iklîminde yeşertecek olan rûhânî bir tefekkür derinliğidir. Allah Teâlâ da kullarından, gerek îmânın, gerekse ibâdetlerin yüksek bir şuur ve idrâk içinde tezâhürünü istemektedir. Bu da ancak ilâhî azamet ve kudret akışlarını tefekkür ile mümkündür.
Tefekkürde derinleşmek ve böylece rûhu inkişâf ettirmek, kulun en mühim mes’ûliyetlerinden biridir. Zira ibâdetlerde huşûya, kalbin rikkat kazanmasına, muâmelâtta nezâkete ve ahlâkta kemâle erebilmek, ancak rûhu inkişâf ettirecek bir tefekkür ile mümkündür.
Hayat ve kâinâtı ibretle seyrettiğimizde, cevapları rûhumuzun derinliklerinde gizli pek çok suâl ile karşılaşırız:
Bu cihâna nereden geldik? Niçin yaratıldık? Bu cihan nedir? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Nasıl yaşamalıyız? Nasıl düşünmeliyiz? Yolculuk nereye? Fânî hayâtın hakîkati nedir? Ölüm gerçeğinin sırrı nasıl çözülür? Ona nasıl hazırlanılır?..
İşte bu nevî tefekkürler, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliği ile ilâhî kudret ve azamet tecellîleri karşısında kulu hiçlik ve acziyetini idrâke sevk eder. Yoktan var edilen insana, varlık ve benlik iddiâsında bulunmanın ne büyük bir yanlış olduğunu hatırlatır.
Tefekkür ile ulvî bir ruh kıvamına eren mü’minin kulluk hayâtında ve ibâdetlerinde yüksek bir feyz ve rûhâniyet hâsıl olur.
Tefekkürle inkişâf eden rûh idrâk eder ki:
“İbâdette bedenin kıblesi Kâbe, her nefeste rûhun kıblesi ise Cenâb-ı Hak’tır.”
Bunun içindir ki Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- :
“İlimsiz ibâdette ve tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz azalır.” buyurmuştur.
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da şöyle buyurur:
“Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibâdetten üstündür.” (Deylemî, II, 70-71, no: 2397, 2400)
Nitekim böyle bir tefekkür de duyuşları derinleştirerek ibâdetleri kolaylaştırır, huşû hâlini ve şükrü artı
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/tasavvuf-ve-manevi-egitim.html