Peygamberimizin Çocukları ve İsimleri Nelerdir Kısaca

Peygamberimizin Çocukları ve İsimleri Nelerdir Kısaca

İslam dininde zorlama var mıdır? İslam’da iradecilik (volontarizm) ne demektir?

İslâm, ferdî irâdeyi esas alır. Bu irâde sebebiyle insanı mes’ûl addeder. İslâm; akâidde/inançta kalp ile tasdîki, amelde ihlâs ve samimiyeti, ahlâkta da terbiye edilmiş bir irâdeyi ister ve hedefler. İrâde terbiyesi için, nefsin tezkiye edilmesi zarurîdir.

İSLAM’DA ZORLAMA YOKTUR

İnanmak hususunda zorlama yoktur. Çünkü inançta zorlamak ancak nifak ve riyâyı doğurur, samimiyeti bozar. Mahlûkat arasında da insanın vaziyeti, irâdesine işaret eder:

Melekler; kötülüğe irâdesi olmayan, Allâh’ın emrettiği her şeyi isyan ve itiraz olmaksızın gerçekleştiren, hizmet ve ibadet için yaratılmış, şuur sahibi varlıklardır. Hayvanlar ise, insiyâkî olarak, sevk-i tabiîlerle (içgüdülerle) hareket eden, kendilerine çizilmiş muayyen sahanın dışına çıkmayan, mükellefiyetin şartı olan akıldan mahrum bulunan varlıklardır. Dolayısıyla meleklerde ve hayvanlarda, irâdeden bahsedilemez.

İmtihan için yaratılan insan ve cinler ise, akıl ve nefs sahibidirler. Dolayısıyla irâdeyle hareket ederler. İslâm, vaz ettiği sisteme, muhatabının, kendi irâdesiyle iştirâk etmesini talep eder. Kader bahsinde temas edeceğimiz üzere, Cenâb-ı Hak, insanın fiillerini de yaratandır. O’nun irâde ve yaratması olmadan bir yaprak bile dalından düşmez.[1] Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi, imtihan sırrına binâen -hayır ve şer- her şeyde mevcut olsa da, rızâsı sadece hayırdadır.

Rabbimiz, insanın yapacağı tercihleri de önceden bilir. Fakat bu hakîkatler, insanda cüz’î irâde olmadığı mânâsına gelmez, kulun mes’ûliyetini ortadan kaldırmaz. Yine insanın cüz’î irâdeye sahip olması, bu irâdeyi, Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine rağmen kullanabileceği mânâsına da gelmez. Ruhlar âleminde iken insana, Cenâb-ı Hak tarafından;

“…Ben sizin Rabbiniz değil miyim?..”[2] suâlinin tevcih edilmiş olması, insanın ruh hâlinde dahî irâde sahibi olduğunu gösteren bir delildir.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın Rabliğini kabul, O’na îman ve itaat hususlarında hürdür. Bu hürriyetin neticesi olarak, irâdesini doğru kullanırsa Cennet ehli, yanlış kullanırsa Cehennem ehli olacaktır. Yani insan dünyada iken irâdesini hangi yönde kullanırsa, gideceği istikâmeti de bizzat kendi eliyle çizmiş olmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede;

“Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yûnus, 44) buyrulmaktadır.

VOLONTARİZM NEDİR?

Kader dengesi içinde, insan, imtihanda mükellef tutulmaya yetecek derecede hürdür. Meselenin “Dünya Görüşü” ile alâkası ise şöyledir:

Volontarizm, “gönüllü” mânâsına gelen; “volunteer” kelimesinden geliştirilmiştir. Beşerî sistemlerde, gönüllülük esâsına riâyet edilmesi, irâdenin gözetilmesi ve ferdin tercih hakkına saygı duyulması son derece zayıftır. Çünkü beşerî sistemlerin birçoğu ihtilâlcidir. İhtilâller ve darbeler, güç kullanarak idare merkezini ele geçirir ve sistem herkese -istesin veya istemesin- zorla tatbik edilir. Hattâ sistemi kabul etmeyenler, bertaraf edilir.

Güyâ hürriyetçi görünen birçok sistemde dahî, gönüllülük ve irâde meselesi, mensuplarını menfaat veya mecburiyetlerle ikna safhasından öteye geçmez. Sistem bundan sonrasını, kanun ve müeyyide gücüyle sağlamaya çalışır.

Faşizm, nasyonalizm gibi sistemler, baskıyı, başlı başına bir metot olarak benimser. Toplumun faydası için, ferdin irâdesini hiçe sayar. Nitekim bu merhametsiz sistemler milyonlarca insanın kellesi üzerinde kurulmuştur. Meselâ kapitalizmde hiç kimse, gönüllü ve istekli bir şekilde vergi vermez. En ağır cezalar, vergi kaçırmaya karşı konulur. Komünizm de ağır baskılar ve zulümlerle tatbik edilmiştir. Mülkünü devlete hibe ederek, komünizmi talep eden yoktur. Hâlbuki İslâm’da zekât; bir ibadet vecdiyle, cân u gönülden, samimiyetle, seve seve edâ edilir. Hattâ veren, alana teşekkür edâsı içindedir. Kul, verdiği zekât yahut sadakaları kabul buyurması için ayrıca Rabbine duâ ve ilticâ hâlinde bulunur. Diğer din ve sistemlerde ise böyle bir faziletle karşılaşmak imkânsızdır. Bir misal vereyim:

Kırk-elli sene evvel İngiltere’ye gitmiştim. Gece on bir veya on iki civarıydı. Orada “underground” denilen yer altı trenleri var. O trenden çıkarken baktım; belki doksan yaşında bir ihtiyar kadın, bir kenarda titriyordu. Orada okuyan arkadaşıma dedim ki:

“–Burada muhakkak hastahaneler, bakım evleri vardır. Bu kadının hâli ne böyle? Niçin biri alıp oralara götürmüyor?” O da güldü:

“–Burada bir İngiliz araba tutacak da, bunu oraya götürecek de, bir saat vaktini ayırıp üstüne on sterlin para verecek de… Burada böyle şeyler yoktur. Birinin anası-babası hastahaneye yatacak olsa, kendi başına çantasını alır, hastaneye gider. Sonra da kendi kendine çıkar evine döner. En merhametli olan yakını, bir sefer hastaneye gider, bir kalıp sabun götürür, o kadar.” dedi.

İşte bu kadar bencil, pragmatist[3] ve oportünist[4] bir insan tipi! İslâm’da bu aslâ yok. Hodgâmlık ve merhametsizlik, yüce dînimiz İslâm’da kat’iyyen yasak. Bilâkis; dertlilerin derdini dinlemek, imkânlarını mahrumlarla paylaşmak, verirken de başa kakmadan, rencide etmeden, bilâkis teşekkür edâsı içinde bulunmak şart.

İslâm’da ibadetler bile, ancak gönüllü yapıldığında, yani ihlâsla, samimiyetle, muhabbetle, kalp ve beden âhengi içinde îfâ edildiğinde Hak katında bir değer kazanır. Yoksa mecbûriyet savma kabîlinden, zoraki, ruhsuz ve kuru bir şekilden ibaret olan bir ibadetin kıymeti yoktur. Zira ibadetler, âdeta rûha verilen mânevî vitaminler mesâbesindedir. Bütün bu hassâsiyetler, diğer din ve sistemlerde görülmez. Orada kerhen de olsa vazifeyi yerine getirmek kâfi görülür.

İrâdeye yapılan saygısızlık ve hıyânetlerden biri de kandırmaca ve sahtekârlıklardır. Hristiyanlıktaki misyonerlik teşkilâtı; haksız menfaat sağlamaktan yalan ve hileye kadar bütün metotları kullanarak, âdeta muhataplarını kandırarak ve sonrasında da yalanlarla beyin yıkayarak müntesipler elde etmeye çalışır.[5] “Akılcılık” prensibinde anlatılacağı üzere, îzah isteyene cevap verilmez, engizisyon ve benzeri tehditlerle sindirilir.

İslâm’da ise inanç kalpten beklenir. Îman, dil ile ikrâra ilâveten kalp ile tasdik neticesinde gerçekleşir. Hidâyet adı verilen şuurlanma ve intibâhın gönülde tahakkuku için, İslâm’ı kāl ve hâl ile tebliğ ve temsilden başka yapılabilecek bir şey yoktur. Dolayısıyla İslâm, gönülleri fethe tâliptir. Zira;

“Dîni kabul ettirmekte ikrah (zorlama) yoktur.” (Bkz. el-Bakara, 256; el-Ğâşiye, 22) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Hayber Gazvesi’nde Peygamber Efendimiz’den sancağı alırken;

“–Yâ Rasûlâllah! Yahudîlerle dövüşe dövüşe İslâmiyet’i onlara kabul ettirecek miyiz?” diye sormuş, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şu cevâbı vermiştir:

“–Hayır, Müslümanlığı onlara hilm ve sükûnetle teklif ediniz.” (Buhârî, Cihad, 143) Nitekim Hayber’in fethinden sonra, oradaki yahudîler, din hürriyeti içinde topraklarında bırakılmışlardır. İslâm’ın en büyük inkişâfı, Hudeybiye Musâlahası döneminde gerçekleşmiştir. Bunun akabinde Mekke, kan dökülmeden fethedilmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethettikten sonra da, kimsenin irâdesine ipotek koymamış, onları affetmiş, iyilik, ihsan ve ikramlarda bulunmuştur. Ancak bir sene sonra, hac mıntıkasının müşriklerden temizlenmesi istenmiştir. Bu da mühlet verilerek tatbik edilmiştir.

Tarih boyunca da, Hazret-i Ömer’in, Fatih Sultan Mehmed Hân’ın Emannâmeleri, İslâm âleminde gayr-i müslim tebaaya inançları hususunda baskı yapılmaması tatbikâtının nice şâhitlerindendir. Hattâ gayr-i müslim tebaaya İslâm’ı zorla kabul ettirme düşüncesine kapılan bazı idarecilere, bizzat şeyhulislâmlar mânî olmuştur.

Ancak, İslâm’da irâde hürriyetine verilen değerden, fısk u fücur ehlinin istifade etmesine izin verilmez. Îmân eden kişinin irâdesine yardımcı olunur. Ona nefsini tezkiyenin, ahlâkını güzelleştirmenin yolları öğretilir. İslâm’ın emir ve yasaklarının uygulanmasını da kolaylaştırıcı tedbirler alınır. Kötülüğe giden yollar kapatılır. Bir şey -meselâ içki- yasaklandıysa, onu satmak, üretmek, dağıtmak da yasaklanır. Böylece, müptelâ olarak, irâde gösteremeyecek kişiler muhafaza edilmiş olur. Fakat İslâm, mü’minlerin, sadece maddî ve içtimâî yasaklarla değil, “gönülden iştirâk” ile içkiden uzak durmasını sağlar. Nitekim 1930’da ABD’de içki yasaklanmaya çalışılmış, fakat gönüllere ve irâdelere hitap edilemediği için, başarısız olunmuştur. Suç sadece yer altına inmiştir. Bugün Batı ülkeleri bu hususta, acziyet içinde kıvranmaktadır.

Liberal sistemlerde de insan irâdesine hürriyet tanınır. Fakat orada ölçüsüz ve hudutsuz hürriyet; âdeta günahların, sapkınlıkların, eşcinsellik gibi yanlışlıkların emrine sunulmaktadır. Hiçbir içtimâî tedbir almadan, her şeyi, gönüllülüğe bırakmanın sonu anarşidir. Nitekim anarşistler, en temel emniyet tedbirlerini alan devlete dahî karşıdırlar. İslâm; bu derecede serbestlik ve sorumsuzluğu, nefs ve şeytana hizmet edeceği için kabul etmez.

İslâm’da; evlâtların terbiyesi anne-babalarına zimmetlenmiştir. Yetimlerin terbiyesi, velî ve vasîlerine zimmetlenmiştir. Meselâ yetim kişi; yetişkin çağa geldiği hâlde, hâlâ reşid davranışlar sergileyemiyorsa, malı kendisine teslim edilmez, velî veya vasî tarafından muhafaza edilir.

İçtimâî hayatta büyük günahların ulu orta işlenmesine de bu sebeple cezalar (ukubat) getirilmiştir ki, yine irâdeler, âhireti uzak görerek veya “Sonra tevbe ederim!” düşüncesine kapılarak, hatâya düşmesin. Aynı zamanda toplumda günahların özendirilip şuyû bulmasına da aslâ izin verilmez, buna karşı önleyici tedbirler alınır.

Gönüllülük

Günümüzde, “gönüllülük” denilince, “yapsan da olur, yapmasan da olur” tarzında bir serbestlik akla gelmektedir. Hâlbuki İslâm’da, her şeyin “gönülden” yani “kalpten” beklenmesi, keyfîlik meydana getirmek için değil, bilâkis “keyfiyet ve husûsiyet” arz etmesi içindir. Yani gönülsüz, cebrî, baştan savma, riyâkârâne değil; bilâkis samimiyetle, içten ve gönülden gelerek yapılması içindir.

İçten ve gönülden gelen muhabbetli bir sadâkat, hâriçten icbar ve ikrahla gerçekleşen zoraki bir itaatten elbette daha kıymetlidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede:

“Biz dilesek, onların (inanmayanların) üzerine gökten bir mûcize indiririz de, ona boyunları eğilip kalır.” (eş-Şuarâ, 4) buyurmaktadır. Yani Cenâb-ı Hak da kullarının kendi irâdeleriyle itaat ve teslîmiyetini arzulamaktadır. Nitekim gönüllerde bu kıvam gerçekleştiğinde, hâriçten bir îkaz veya zorlama olmasa bile her ferdin irâdesi kendiliğinden hakka ve hayra yönelecektir.

Beşerî İrâdenin Mâhiyeti ve Hudutları

Bir akâid kâidesidir:

“Teklîfin şartı, me’mûrun-bih’in kudretidir. Aksi hâlde teklîf-i mâ lâ yutâk olur.” Yani Cenâb-ı Hakk’ın kullarını dînî emir ve nehiylerden mes’ûl ve mükellef saymasının şartı, onların bu vazifeyi yerine getirebilecek kudrette olmalarıdır. Cenâb-ı Hak hiçbir kuluna tâkatinin üstünde bir yük yüklememiştir. Ancak tâkati miktarından mes’ûl tutmuştur. Meselâ Cenâb-ı Hak bize 25 kilo kaldırabilecek güç vermişse, biz daha azını kaldırdığımızda aradaki farktan mes’ûl oluruz. Buna mukâbil Rabbimiz bizden gücümüzü aşacağı için 30 kilo kaldırmamızı da istemez.

İnsan, sınırlı olan irâdesinin dışında kalan hususlardan mes’ûl ve mükellef değildir. Meselâ kolları olmayan birinden, abdestin dört farzından birinin sâkıt olması gibi. Nitekim Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede bazı mahrûmiyetlerin, kulu birtakım mes’ûliyetlerden muaf kılacağını, şöyle beyan buyurmaktadır:

“Âmâya vebâl yoktur, topala da vebâl yoktur, hastaya da vebâl yoktur (bunlar savaşa katılmak zorunda değildirler)…” (el-Fetih, 17; en-Nûr, 61) Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“Allah hiçbir kimseyi, güç yetiremeyeceği bir şekilde mükellef tutmaz…” (el-Bakara, 286)

İnsanın kaderinde, mükellefiyetlerini kolaylaştırıcı ilâhî yardımlar nasîb olmuşsa, bu nîmetlere şükredip etmediği hususunda da âhirette hesaba çekilecektir. Buna mukâbil, mükellefiyetini zorlaştırıcı şartlara mâruz kalmışsa, bunlar da uhrevî hesapta kulun lehine olarak dikkate alınacaktır. Bir misalle anlatacak olursak:

Gayrimüslim bir anne-babanın evlâdı, ehl-i fıskın yaşadığı bir çevrede dünyaya gelip yetişen kişi ile; dindar bir muhitte, müttakî bir anne-babanın terbiyesinde yetişen bir kişinin uhrevî hesapları aynı olmayacaktır. Bu tıpkı şuna benzer:

Doğu’nun ücra köşelerindeki bir köy mektebinde muallimlik yapan biri, talebelerinin imkânsızlık ve mahrûmiyetlerine rağmen gösterdikleri küçük bir başarıya bile “pekiyi” notu verebilir. Hâlbuki aynı öğretmen İstanbul’a tayin olsa, geldiği köy mektebinde “pekiyi” verdiği bir talebenin seviyesindeki öğrencilerine artık “orta” vermeye başlar. Yani not baremini değiştirmek durumunda kalır. Zira bu, nîmet ve mahrûmiyetin hesaba katılmasından doğan bir adâletin gereğidir. Dolayısıyla, kulların dünyevî imtihan şartlarında eşitlik yoktur. Fakat uhrevî hesapta, nîmet ve mahrûmiyetlerin dikkate alınmasıyla gerçekleşen bir adâlet vardır.

Yani şartlar ne kadar zor ve meşakkatli ise, muvaffakıyetin ecri o kadar yüksek, mes’ûliyetin sahası da o nisbette dar olacaktır. Buna mukâbil, şartlar ne kadar kolay ve elverişli ise, muvaffakıyetin ecri ona göre bir seviyede tutulacak, mes’ûliyetin sahası da o ölçüde genişleyecektir.

Cenâb-ı Hak verdiği tâkat kadarını soracak, herkes o tâkati kadar mes’ûl olacaktır. Meselâ on lirası olanın infak mes’ûliyeti ona göre, milyonları olanın infak mes’ûliyeti de ona göredir. Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm;

“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi.

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini (yani malının yarısını) infâk etti. Diğeri (ise hayli zengin biriydi. O da) malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu infâk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Zenginliğin mes’ûliyeti hakîkaten ağırdır. Sana gelip hâlini arz edene vermen gerektiği gibi, yüksek edep ve hayâ duygusu dolayısıyla istemekten çekinen mahrumu da arayıp bulacaksın. Cenâb-ı Hak; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Herkes zenginliği çok iyi, çok rahat zanneder. Oysa fakir sadece kendinden mes’ûl iken, zengin ise gücünün yettiği ve ulaşabildiği her yerden mes’ûldür. Nerede bir garip, yalnız, kimsesiz, yetim, dul var ise onu himaye etmekle vazifelidir. Yani Cenâb-ı Hak, mülk ve servet verdiği kişileri, ulaşabileceği fukarâdan sorumlu tutarken, rızkını ancak kendine yetecek seviyede tuttuğu kişiye bunu sormayacaktır.

Zenginlikten verdiğimiz misâli, bedenî kuvvet, ilim ve tahsil, makam ve salâhiyet sahalarına da tatbik edebiliriz. Meselâ Allah sana ilim verdi. Fakat bulunduğun yerde insanlar Fatiha’yı bile bilmiyor, abdestten, namazdan habersiz. Böyle bir durumda sen de onlara öğretmekten mes’ûlsün. Öğretmediğin takdirde, vebâl altındasın demektir. Bu sebeple, “Allah tâkatin üstünü istemez, fakat tâkati ister.” hakîkatini lâyıkıyla idrâk etmek lâzım gelir. Bunun için de, mü’minin irâdesini sonuna kadar kullanması ve tâkatinin hudutlarını zorlaması gerekir.

Velhâsıl; namazın ve orucun vakitlerini biliriz. Zekâtın şartları, nisâbı ve nisbetleri mâlumdur. Fakat İslâm’a hizmet, cihad ve tebliğ gibi vazifelerde ise “ucu açık” bir emir mevzubahistir. Mânevî nîmet ve imkânların nisâbı belli değildir.

Sahâbe-i kirâm, bunun endişesi içinde yaşadı. İslâm’ın telkin ettiği fedakârlık ve diğergâmlık şuuruyla kendilerini dünyanın gidişâtından, toplumun akışından mes’ûl addettiler. Îman nîmetinin şükrünü îfâ edebilmek için Allah yolundaki en büyük vazifelere de en küçük mes’ûliyetlere de büyük bir iştiyakla gayret hâlinde oldular, âdeta can attılar. Bu şuurla kimisi Çin’e kadar gitti, kimisi Semerkand’a, kimi Afrika’ya, kimi Endülüs’e (İspanya’ya), kimi İstanbul önlerine kadar ilerledi.

Beşerî İrâde Üzerindeki Muhtemel Müessirler

İnsan irâdesi üzerinde;

Biyolojik verâset (soyundan aldığı genetik husûsiyetler), Sosyolojik verâset (maddî-mânevî aile terbiyesi, çevresinden aldığı tesirler), Yaşadığı coğrafya ve iklim, Yediği gıdalar, Beraberinde bulunduğu arkadaşlar ve Aldığı eğitimin tesiri vardır.

Bunlardan, kendi irâdesi dışında olanları -yukarıda izah ettiğimiz üzere- kaderî bir hâdise olarak görmek ve ilâhî adâletin, bu tesirlerdeki dezavantajları, uhrevî hesapta kulun lehine değerlendirmeye katacağını bilmek gerekir. Ancak, kişinin kendi irâdesi içerisinde bulunan hususlarda, mes’ûliyeti vardır. Yani kişi, aldığı gıdaların, arkadaşlık ettiği şahısların ve bulunduğu mekânların tesirlerini, bizzat kendisi kontrol altına almalıdır. Yani helâl yemeli, şüpheli ve haramdan kaçınmalıdır. Sâlih ve sâdık arkadaşlarla beraber olmalı, fâsıklardan, gaflet mekânlarından, küfür ve isyan çevrelerinden uzak durmalıdır. Zira; gıda, arkadaş ve çevrenin, insan üzerinde -tıpkı radyasyon gibi- gözle görülmeyen fakat neticesi muhakkak olan bir tesiri vardır.

Kader Sırrı

Kişinin kendi irâdesi dışında olduğu hâlde, irâdesine tesir eden hususlar, kaderin sahasına girer. Bunlar irâdeyi hayra yönlendiren, müsbet tesirler ise; kişi bunları nîmet olarak görmeli ve Allâh’a şükretmelidir. Meselâ mü’min ve müttakî bir ailede, sâlih bir çevrede dünyaya gelmek, güzel bir İslâmî eğitim imkânına sahip olmak, Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve ihsânıdır. Menfî tesire gelince:

Kişi bu hususlarda Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâ ve teslîmiyet göstermelidir. Bunları şerre gitmenin mâzereti olarak görmemelidir. Çünkü hiçbir çevre şartı, bir kulun inkâr ve isyanına doğrudan ve zarurî sebep teşkil edemez. Zira Cenâb-ı Hak, enfüs ve âfakta, yani her insanın iç dünyasında ve dış âlemde Yüce Zât’ının varlığına ve birliğine işaret eden sayısız delil halketmiştir. Cenâb-ı Hak, ayrıca kullarının doğru yolu bulabilmeleri için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir.

Kulların gidişâtında çevre şartlarının tamamen tesir edemeyeceğini, insan irâdesi üzerinde zorlayıcı olmadığını unutmamak gerekir. Cenâb-ı Hak bunu îzah ve ispat için, peygamberlerini çok farklı şartlarda dünyaya göndermiştir:

–Kimisini Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- gibi zengin kılmış,

–Kimisini Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- gibi çok ağır hastalık ve kayıplarla imtihan etmiştir. Fakat Süleyman -aleyhisselâm- kalbini korumasını bilmiş; sahip olduğu muazzam servet ve saltanat, onu gurur, kibir ve şımarıklığa sevk edememiştir. Eyyûb -aleyhisselâm- da mâruz kaldığı ağır belâ, musibet ve hastalıklar karşısında sabretmiş, Rabbine karşı hamd, şükür ve rızâ hâlini korumuştur. Yani her ikisi de, birbirine zıt imtihan şartlarında muvaffak olmuşlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak onlar için; “نِعْمَ الْعَبْدُ : o ne güzel bir kul” buyurmuştur.[6]

–Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, olabilecek en kötü mekânlardan birinde, yani Firavun’un sarayında yetişmiş, fakat aslâ zulme meyletmemiştir. Daha sonra da Medyen çöllerinde yokluk ve açlık içinde kalmış, yine hâl ve istikâmetinde bir değişme olmamıştır.

–Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın yaşadığı toplumda ise, ona tevhîdi öğretebilecek hiçbir kimse yoktu. Fakat o, bu menfî şartlara rağmen tevhid mücadelesinden vazgeçmedi.

–Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-, fısk u fücûra dalmak için çok müsâit bir hayatın içinde, evlât edinilmiş bir köle vaziyetinde bulunmak mecburiyetinde kaldı. Fakat Allâh’a sığınarak iffet ve ahlâkını korumayı bildi. Bu mübârek zâtlar, çevre şartlarının menfî tesirlerinden Allâh’ın izniyle muhafaza olmuşlardır. Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla kulun irâdesi, en menfî görünen imtihan şartlarına dahî gâlip gelebilir. Dolayısıyla bir mü’min; hayatın med-cezirlerini ve acı-tatlı sürprizlerini, kullukta kusur ve ihmallere bahane etmemeli, Hakk’a kulluk hususunda hiçbir mâzeretin ardına saklanmamalıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, imtihan şartlarının zorluğu ve ağırlığı, muvaffakıyetin ecrini daha da artıracaktır. Nitekim bir zaferin değeri, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler nisbetinde büyüktür.

Diğer taraftan, kimi filozoflar, bazı insanların biyolojik olarak, fıtraten/yaratılıştan suçlu doğduklarını iddia ederler. Genler, beyin yapısı ve benzeri sebeplerle, bu kişilerin irâdelerini terbiye etmelerinin ve kendilerini suçtan alıkoymalarının mümkün olmadığını iddia ederler. Bu doğru değildir. Nitekim yanlış yoldan dönen, hatasından pişman olup hâlini ıslah eden pek çok insan mevcuttur.

Nitekim câhiliye devrinde kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, zulüm ve haksızlıkta birbiriyle yarışan yarı vahşî insanlar, hidâyetle şereflendikten sonra, günahlarının nedâmet yükü altında ezilerek âdeta iki büklüm olan, gözü yaşlı, gönlü rikkat ve merhamet dolu, derviş ruhlu yıldız şahsiyetler hâline gelmişlerdir. İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle buyurur:

“İnsan bal mumu gibidir. Terbiye ile ona -müsbet veya menfî- istenilen şekil verilebilir.” Şayet insandaki birtakım menfî husûsiyetlerin değişebilmesi mümkün olmasaydı lügatlerde “terbiye” diye bir kelime olmazdı. Eğer beyinde akıl hastalığı, şizofreni gibi kişiyi mükellef olmaktan çıkaracak derecede fizyolojik bir hasar varsa, elbette böyle kişiler, ilâhî imtihanın dışında olacaklardır. Fakat bu nâdirdir. Bazı filozofların iddia ettiği ise, toplum nazarında veya dînen suçlu/günahkâr addolunan kişilerin, fizyolojik sebeplerle suç/günah işledikleridir.[7]

Bu da doğru bir düşünce değildir. Şu hadîs-i şerîfler ışığında mevzuyu yeniden düşünelim:

“Sıdk (doğruluk), insanı iyiliğe, iyilik de Cennet’e götürür. Kişi, doğru söylemeye devam ettikçe, sonunda sıddîklardan olur. Yalan, kişiyi fücûra (günah ve ahlâksızlığa), fücûr da Cehennem’e götürür. Kişi yalan söylemeye devam ettikçe, sonunda Allah indinde yalancılardan yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69) Demek ki, kullara fücur ve takvâ ilham edilmiştir. Kul doğruluk ve yalancılık, iffet ve hayâsızlıktan birini seçmektedir.

Seçtiği istikamet yanlışsa, tevbe kapısı açıktır. Fakat ısrarla devam ederse, artık kalbi mühürlü, yani hidâyetten ebediyyen mahrum bir bedbaht hâline gelebilir. Lâkin bu da onun kendi tercihlerinin neticesidir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihâyet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta, Kelâm, 18)

Âyet-i kerîmelerde, kalp katılaşması, kalp mühürlenmesi, kalp paslanması ve ölü kalp tâbirleriyle ifade edilen de bu hakîkattir. Çeşitli suçları işleyip de hapse düşenler; “Kader mahkûmuyuz.” gibi sözler sarf ederler. Bu sözler kısmen tesellî ifade etse de, tam mânâsıyla doğru değildir. Rabbimiz ise Cehennem ehlinin hakîkati îtiraf ederek, şöyle söyleyeceklerini beyan buyurmuştur:

“Derler ki: «–Şayet (vahye) kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli Cehennem’in mahkûmları arasında olmazdık!»” (el-Mülk, 10)

Kader ve Hâle Rızâ

Tasavvuf; bilhassa rızâya ermektir. Şikâyeti unutma sanatıdır. Hayatın med-cezirlerine takılmamak, vesveselere kapılmamak ve değişen şartlar altında Allâh’ın takdîrinden râzı olabilme sanatıdır.

Günümüzde hâle rızâ çok ehemmiyet arz etmektedir. Çünkü devrimizde, maalesef egoizm ve dünyevîleşme, insanı dâimâ “arz-ı endâm”a sevk ediyor. Nefsânî düşüncelerle, servet, şöhret ve şehvetlere meylettiriyor. Kişi, o meylettiği hususların kendisinin aleyhine olabileceğini düşünmüyor. Herkes zengin olmak, meşhur olmak veya yüksek makamlara gelmek istiyor. Fakat o nîmetlerle imtihanda başarılı olup olamayacağını, onların uhrevî mes’ûliyetinden doğan ağırlığı kaldırıp kaldıramayacağını hesaba katmıyor.

Hâlbuki bir mü’min için hedef; zengin olmak, makam-mevki sahibi olmak değil, hangi durumda olursa olsun Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı güzel bir kul olabilmektir. Şu hadîs-i kudsî, sâlih kulların tefekkürü için ne kadar ehemmiyetlidir:

“Bazı mü’min kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir müslüman) eyler (onun îmânını korur); onu fakir etsem, bu durum onu ifsâd eder. Bazı mü’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar (îmânını korur); ona rızkı bol versem bu durum onu ifsâd eder. Bazı mü’min kullarım, kullukta bir derece ister. Fakat Ben, ucba girmesin, böylece kendini beğenmesi onu ifsâd etmesin diye, bu isteğini ona vermem. Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem bu durum onu ifsâd eder. (Râvî der ki: Zannediyorum şunu da söyledi:)

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak hastalık korur; onu sıhhatli etsem bu durum onu ifsâd eder. Ben kullarımın işlerini, kalplerine dâir ilmimle tedbir ederim; Ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olanım.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

Düşünmeliyiz ki kullarının işlerini kalplerine göre Cenâb-ı Hakk’ın tedbir etmesi, gönül âlemindeki takvâ veya şekvâ durumuna göre hükmünü tecellî ettirmesidir. Meselâ namaz, sâlih bir ameldir. Ancak onun sâlihliği ve makbûliyeti, kalbin takvâsına göre takdir olunur. Eğer kalp bozuksa, amel güzel görünse de mânen bozuk sayılır. Eğer kalp düzgünse, amel kusurlu da olsa Cenâb-ı Hakk’ın af ve merhameti ümîd edilir.

Ayrıca Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de “kişiyle kalbi arasına girdiğini” beyan buyuruyor.[8] Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bir kalbî kıvama sahip olan kullara, nice ilâhî lûtuf ve ihsanlar nasîb olur.

Nitekim, bıçak keskin olduğu hâlde, Hazret-i İsmail’in boynunu kesmemiştir. Ateş yakıcı olduğu hâlde Hazret-i İbrahim’e serin ve selâmet bir gülistan olmuştur. Yani takvâ sahibi bir kul, beşeriyet muktezâsı tamamen âciz kaldığı hususlarda, Cenâb-ı Hak ona kudretiyle müstesnâ lûtuflarda bulunur. Bedir Harbi’nde tecellî eden ilâhî nusretin hikmet ve hakîkati işte budur. Çanakkale destanındaki sır da budur.

Hâsılı; kalbin samimiyet, niyet ve mânevî keyfiyetine göre mahrûmiyetler veya mazhariyetler gerçekleşir. Kehf Sûresi’nde bildirildiği üzere; sâlih ve sâliha bir anne-babanın hiçbir haberi olmadığı hâlde Cenâb-ı Hak, onların, eğer yaşarsa gelecekte fâsık olacak evlâdını, böyle olmaması için çocukken alarak hem kendilerine hem de yavrucağızlarına ebedî bir lûtufta bulunmuştur.

Hayatın med-cezirleri içinde kulluk vazifelerini yüksek bir kalbî keyfiyetle îfâ etmenin Allâh’ın fazl u ihsânına nasıl vesîle olduğunu, şu kıssa ne güzel ifade eder:

Allah Teâlâ peygamberlerinden birine vahyederek şöyle buyurdu:

“‒Ben, filân kulumun, ömrünün yarısını fakirlik, yarısını da zenginlikle geçirmesine hükmettim. Hangisini evvel isterse onu vereceğim. Kendisine sor, arzusunu beyân etsin.”

O peygamber, bu adamı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi. Adam, sâliha bir hanım olan zevcesiyle istişâre etmek istediğini söyledi. İstişâresi üzerine de hanımı:

“–Zenginliğin evvel olmasını tercih et!” dedi. Adam:

“‒Zenginlikten sonra fakirlik zordur. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlıdır.” dediyse de hanımı:

“–Sen bu hususta benim dediğime bak!” karşılığını verdi. Adam, o peygambere gidip, evvelâ zenginliği tercih ettiğini bildirdi. Allah Teâlâ ona bütün zenginlik kapılarını açtı, adam büyük bir bolluk ve berekete kavuştu. O firâsetli hanım, kocasına dedi ki:

“–Eğer bu nîmetin, ömrünün sonuna kadar devam etmesini istiyorsan, Allâh’ın kullarına karşı cömert ol. Kendine bir elbise aldığın zaman, muhakkak bir fakire de elbise al…” Adamın ömrünün ilk yarısı böyle bolluk içinde ve şükür ile geçince, Allah Teâlâ o peygamberine şöyle vahyetti:

“–Ben o kulumun ömrünün yarısını zenginlikle, yarısını da yoksullukla geçirmesini takdir etmiştim. Fakat o kulum bütün nîmetlerime şükretti. Şükür ise nîmetin ziyâde ve devamlı olmasını gerekli kılar. O sâlih kuluma, ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçirmesini takdir ettiğimi müjdele!”[9]

Buna benzer misaller çoktur. Hikmet gözüyle bakabilene ve idrâk edebilene ne mutlu!.. Yine tefekkür etmeliyiz ki:

Herkesin zengin, herkesin âmir, herkesin yüksek mevkide olması; aklen ve mantıken de mümkün değildir. Zira bir toplumda, her kademeden insana ihtiyaç vardır. Kimi âmir, kimi memur olacak; kimi tüccar, kimi çiftçi olacak. Kimisi iş yeri kuracak, kimisi de onun yanında çalışacak. Bu vazifeler de toplumda; kâbiliyetler, imkânlar, tahsiller ve benzeri şartlara göre taksim edilir. Fakat bu, işin zâhirî tarafıdır. Aslında sır ve hikmetlerle dolu ilâhî bir istihdam, bütün kâinatta cârîdir. Zaten tefekkür edersek anlarız ki; o istîdat ve kâbiliyetleri de yaratıp takdir ve taksim eden, Allah Teâlâ’dır.

Kıyâmet gününde herkesin mes’ûliyet hesabı, şartlarına göre tahakkuk edecektir. Bu itibarla Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mes’ûliyet korkusundan hayatını dâimâ riyâzat hâlinde devam ettirdi. Kızı Hafsa Vâlidemiz’in, birazcık maîşetini genişletmesi teklifine karşı;

“‒Kızım! Yüküm hafif, hesabım kolay olsun!” dedi. Sonra ekledi:

“‒İki dost (Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Hazret-i Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Ebû Bekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”[10]

Bu misallerin ışığında, gönül gözüyle ve ibret nazarıyla bakıldığında görülür ki bu cihan; Allâh’ın esmâsının tecellîlerinden ibarettir. Bu dünyada kimisi el-Kābıd ve el-Mâni‘ gibi esmânın tecellîsiyle fakir olacak, kimisi el-Vehhâb ve el-Latîf gibi esmânın tecellîsiyle zengin olacak. Bazısı sıhhatli, bazısı hasta, bazısı sağlam ve güçlü, bazısı zayıf ve âciz olacak. Her insan, bu tecellîler içinde kendisine nasîb olan imkân ve şartlarla imtihana tâbîdir.

Allah Katında Kıymet

Burada şu hususa dikkat edilmelidir ki; bir kimsenin zengin olması, Allah Teâlâ’nın ona kıymet verdiği mânâsına gelmez. Aynı şekilde bir kimsenin fakir olması da, aslâ onun Allah katında değersiz olduğunu ifade etmez. Her şeyi dünyalıkla ölçen maddeci zihniyetin içine düştüğü bu gaflet, âyet-i kerîmelerde şöyle beyan buyrulmaktadır:

“İnsan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde der ki:

«–Rabbim bana ikrâm etti (beni değerli kıldı)Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise der ki:

«–Rabbim beni önemsemedi.»” (el-Fecr, 15-16)

İşte bu hâlet-i rûhiye, dünyanın bir imtihan âlemi olduğu gerçeğinden gafletin bir neticesidir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, nîmetleri de mahrumiyetleri de kullarını imtihan için verdiğini bildirmektedir. Bir başka âyet-i kerîmede; insanların doğup yaşadıkları toplum ve coğrafyanın, farklı husûsiyetlere sahip olduğu bildirilir. Devamında ise bu farklılıklar içerisinde Hak katındaki yegâne kıymet ölçüsünün “takvâ” olduğu şöyle beyan buyrulur:

“Ey insanlar! Doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Bu âyet-i kerîme, Medîne pazarında satılan bir köle hakkında nâzil olmuştur:

Herkesin talip olduğu bu güçlü-kuvvetli köle, hizmetinde bulunacağı kişiden tek bir şey istiyordu:

“Namazlarını Allah Rasûlü ile birlikte, cemaatle kılmasına müsâade edilmesi.” Nitekim bu şartı kabul edilerek satın alınan köle, beş vakit namazını büyük bir vecd ve şevk ile Peygamber Efendimiz’in ardında kılmaya başladı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de; bu sâlih mü’mine çok alâka gösterir, mescide geldiğinde mutlaka gözleri onu arardı. Öyle ki bu hizmetkâr hastalandığında, ashâbıyla ziyaretine gitti. Vefât ettiğinde ise, defnine kadar her şeyiyle alâkadar oldu. Muhâcir ve Ensâr, bu köleye gösterilen iltifat ve ihtimâma hayret ettiler ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, s. 411-412) Demek ki Allah katında da, Rasûlullah Efendimiz nezdinde de bir kulun en kıymetli husûsiyeti;

İslâm cemaati içinde, gönül vecdiyle Cenâb-ı Hakk’a secdeler ederek, Allah ve Rasûl’ü ile beraberlik iştiyâkı duymaktır. Bunun için de hayatın her safhasını Rasûlullah Efendimiz’in ölçüleriyle tanzim ederek, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bir takvâ hayatı yaşayabilmektir. Rabbimiz şöyle buyurur:

(Rasûlüm!) Sana; odaların ötesinden (kabaca ve nezâketsizce) seslenenlerin çoğu, akletmeyen (câhil) kimselerdir.” (el-Hucurât, 4) Demek ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıymetini takdir edememek, O’nu tanımamak, O’ndan mahrum kalmak, en büyük cehâlet ve nâdanlıktır. Diğer taraftan, insanın dünya hayatında; servet, evlât, güç ve kuvvet gibi şeylere istekli olması, nefsin bir husûsiyetidir. Yani bunlar, imtihan gereği konulmuş nefsânî câzibelerdir.

Mü’min; bu hususta dünya hayatına aldanmamalı, mahrum kaldığı dünya nîmetleri için üzülmemeli, her hâlükârda şükretmeli, Allah katındaki kıymeti, takvâ ve ukbâ ölçüsüyle değerlendirmelidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; insanın başka hayat ve kaderlere özenme duygusunu, şu hadîs-i şerîfleriyle hayra yönlendirmiştir:

“Hayat şartları sizinkinden daha aşağıda olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, Allâhʼın, üzerinizdeki nîmetini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

“…Kim dîni hususunda kendisinden üstün olana bakıp ona tâbî olur, dünyası hususunda da kendinden aşağıda olana bakıp Allâh’ın kendisine vermiş olduğu üstünlüğe hamd ederse, Allah o kişiyi şükredici ve sabredici olarak yazar…” (Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512) Diğer taraftan, herkesin mes’ûliyeti ayrıdır. Çünkü her ferdin mes’ûliyetinin hudutları, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetler ve imkânlar ölçüsündedir.

Sahâbe-i kirâm; İslâm nîmeti ve sahâbe olma lûtfunun bedelini ödeyebilmek için, dünyanın her tarafına tebliğe koştu. Büyük bir mes’ûliyet şuuru içinde, yılmadan, üşenmeden fedakârca gayret gösterdi. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“Sonra o gün (kıyâmet günü), nîmetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (et-Tekâsür, 8) Peygamberler dahî bu mes’ûliyetten âzâde değildir. Rabbimiz buyurur:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen toplumları da sorguya çekeceğiz, gönderilen peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu sebeple, Vedâ Hutbesi’nin sonunda üç sefer;

“–Tebliğ ettim mi?” diye ashâbına sormuş, onlar da;

“–Evet yâ Rasûlâllah! Tebliğ ettin!” diye cevap verince, yine üç sefer;

“–Şâhid ol yâ Rab!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Meğâzî, 77) Demek ki asıl meselemiz; dünyada daha fazla nîmete kavuşmak değil, nâil olduğumuz nîmetlerin şükrünü edâ edebilme gayreti içinde olmaktır.

Boş Vesveseler

Gâfil insan; içinde bulunduğu hâlin kıymetini idrâk edemez, perverde olduğu nîmetlere şükretmek ve onlarla Allâh’ın rızâsını tahsil etmek yerine, boş ve faydasız vesveselere kapılır. Ulaşamadığı nîmetlerin peşinde bir ömür boyu koşturup durmaktan, elindeki nîmetler için doğru düzgün şükretmeye vakit bulamaz. Üstelik nefis ve şeytan, zaman zaman sûret-i haktan görünerek telkinlerde bulunur. Meselâ bu telkinlere îtibar eden fakir biri;

“–Keşke zengin olsaydım, şöyle şöyle yardımlar yapardım!” lâkırdısıyla meşgul olur. Bedenen zayıf veya hasta ise;

“–Keşke sağlam ve güçlü olsaydım. Şöyle gayret ederdim!” diye kendini avutur. Nefsânî arzularına, şeytanın süslediği kılıflar bulur. Allâh’ın kendisine verdiği imkânlardan gâfil kalır da, imtihan îcâbı vermediği hususların peşinde nefes tüketir. Bu başka hayatlara özenmeler yüzünden, kendi hayatında yapabileceği gerçek kulluk ve gayretlerin farkına varamaz. Ömrünü boş heves ve temennîlerle israf eder.

Hâlbuki sahâbe-i kirâm efendilerimiz, infâk edebilmek için zengin olmayı beklememiş, fakirken de infâk ehli olabilmeyi başarmışlardır. Bir hurması varsa yarısını paylaşarak, hattâ kimi zaman kendi muhtaç olduğu nîmeti bir başka muhtaç kardeşine devrederek cömertliğin zirvesi olan “îsâr” ahlâkını sergilemişlerdir. Yani “Keşke zengin olsam da infâk etsem.” diyerek kendilerini avutmamış, ellerinde ne varsa onunla Allâh’ın rızâsını talep ederek hayırda yarışmışlardır. Yine onlar, hiçbir zaman takdîre rızâsızlık ve başkalarının elindekine hased etme gafletine düşmemişler, dâimâ Allâh’ın lûtfettiği istîdat ve imkânları terakkî ettirmeye gayret göstermişlerdir. Hulâsa; ömür sermâyelerini boş temennîlerle değil, dolu dolu gayretlerle değerlendirmişlerdir.

Tasavvufta; mâzî tahassürleri ve istikbâl kaygıları, insanı, içinde bulunduğu zamanı lâyıkıyla değerlendirmekten alıkoyan ve asıl menziline varmasına mânî olan ağır yükler ve engeller olarak görülmüştür. Bu sebeple; “İbnü’l-vakt / vaktin çocuğu” olmak, yani yaşanan ânı en iyi şekilde değerlendirme şuuruna sahip olmak teşvik edilmiştir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Eğer başına bir iş gelirse;

«–Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.» deme!

«–Allâh’ın takdîri böyleymiş; O dilediğini yaptı.» de. Zira; «Keşke şöyle yapsaydım.» sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.” (Müslim, Kader, 34)

Burada bahsettiğimiz mâzî tahassürleri, daha ziyade dünyevî değerlendirmelerdir. Elbette kul, geçmişte işlediği günahlarının muhasebesini yapacak ve; “Keşke yapmasaydım!” diye nedâmet duyacak, tevbe ve istiğfâr edecektir. Fakat; “Keşke paramı şuraya yatırsaydım, keşke şöyle bir evlilik yapsaydım, keşke şu mesleği seçseydim, keşke şuradan bir arsa alsaydım…” gibi dünyevî değerlendirmeler, zihni ve gönlü lüzumsuz yere yorup yıpratan ve rızâsızlığa sevk eden evhamlardır.

Vazifen Nedir?

Mü’min düşünmelidir:

Zenginse vazifesi nedir? —Sahip olduğu serveti;

Allâh’ın emâneti olarak görmek.— Riyâzat içinde yaşayıp fazlasını Allah yolunda infâk etmek. — İsraf ve pintilikten uzak durmak. — Allâh’ın verdiği imkânları, Allah yoluna sarf etmek. — Kendine zimmetli kardeşlerine sahip çıkmak. — Velhâsıl “ağniyâ-i şâkirîn”den / şükreden zenginlerden olabilmek. Nitekim Cenâb-ı Hak, zenginliğin vazifelerini yerine getiren Süleyman -aleyhisselâm- hakkında; “O ne güzel bir kul!” buyurmuştur. (Bkz. Sâd, 30)

Fakirse vazifesi nedir?

— Sabır ve hâle rızâ içinde, kendi imkânlarıyla kulluk ve gayretlere devam etmek. — Mahrumiyetleri, hatâ ve isyanlara mazeret kılmamak. — “Niçin, neden?” dememek, şikâyeti unutmak.Nitekim Peygamber Efendimiz’in de açlıktan karnına taş bağladığı zamanlar oldu. Fakat aslâ hâlinden şikâyet etmedi, dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâlinde yaşadı.

İşte bu hâl, “fukarâ-i sâbirîn”den / sabreden fakirlerden olmaktır ki; onların rızâ-yı ilâhîye nâiliyet bakımından şükür ehli zenginlerle aynı durumda bulundukları, hattâ Cennet’e onlardan daha erken girecekleri bildirilmiştir.

Hayatın bütün sıkletlerine tahammül gösteren Eyyûb -aleyhisselâm- hakkında da Cenâb-ı Hak; “O ne güzel bir kul!” buyurmuştur. (Bkz. Sâd, 44)

Hasta ise vazifesi nedir? Hasta, engelli ve benzeri durumda olan kişi;

— Hayatındaki sıkıntıların, kendisi için günahlara keffâret, terfî-i derecât ve bir ecir kaynağı olduğunu unutmamalıdır. — Mahrum olduğu her nîmetin, mes’ûliyet ve hesabından kurtulduğu için sevinmelidir. — Eğer sabredebilirse, nâil olacağı ecirleri tefekkür ederek huzur bulmalıdır. — Muhtelif hastalıklarla imtihan edilen peygamberleri kendisine örnek almalıdır. Bir âmâ belki de kıyâmet günü, dünyada âmâ olarak yaşadığına şükredecek; “–Fânî hayatta gözlerim görseydi, kendimi bazı menfî hâllerden koruyamayacaktım. Gördüklerim sebebiyle belki pek çok günaha sürüklenecek ve şimdi onların hesabını veremeyecektim.” diye sevinecek. Hastalara hizmet eden yakınları da; “–Bu hasta bana zimmetlidir.” diye düşünmeli, onu kendisi için bir ecir vesîlesi olarak görmeli, ona hizmet ederek hayır duâlarını almaya gayret göstermelidir.

Güçlü-kuvvetli ise vazifesi nedir? Cenâb-ı Hak âhirette bütün kullarına;

“–Sana verdiğim gücü-kuvveti nerede kullandın?” diye soracaktır. Bu sebeple mü’min; bütün imkânlarını, tıpkı sahâbe-i kirâm gibi, Allah yolunda seferber etmelidir. Güçsüzlerin kendisine zimmetli olduğunun idrâki içinde yaşamalıdır. Çünkü Allah yolunda hem bedenimizle, hem vaktimiz ve gücümüzle, hem de maddî imkânlarımızla gayret ve hizmet etmemiz gerekmektedir.

Gençse vazifesi nedir?

— Gençliğin kıymetini bilmelidir. — Heyecan ve enerjisini Allah yolunda kullanmalıdır. — İlkbahar mevsiminde tabiatın nasıl coştuğuna ibretle bakıp kendine örnek almalıdır. Bu mevsimi değerlendirme hususunda idrâki; ağustos böceği gibi vız vız etmek değil, karıncalar gibi gayret etmek olmalıdır.— Unutmamak îcâb eder ki gençlik, hayatta bir seferdir. Verilen fırsatların tamamı bir defaya mahsustur. Bu bakımdan gençliği, ashâb-ı kirâmın gençlerini örnek alarak ihyâ etmek elzemdir. Onların, gencecik yaşta nefsâniyetin değil rûhâniyetin hazzı içinde yaşayıp Allah Rasûlü’nün etrafında nasıl pervâne olduklarını hatırdan çıkarmamak gerekir.

Yaşlıysa vazifesi nedir?

— Ömrünün sonuna kadar ibadet şuuruyla, yeni nesillere güzel bir örneklik içinde, şefkat ve merhametli bir insan olmaya gayret etmelidir.

— Sonbaharın sararan yapraklarından ve kuruyan ağaçlarından ibret alıp, bu manzara içinde kendi hâlini, yani ömrünün resmini görmelidir. Çünkü insan, hayatının başında tıpkı ilkbaharda muazzam bir canlılık, yeşerme ve verimlilik yaşarken, yaşlılık vaktinde de sonbahar gibi bunun tersini yaşar. Görür ki artık selviler el sallamaya başlamış. Bu bakımdan kerâhat vakti içinde olduğunu iş işten geçmeden idrâk etmeli ve âhiret hazırlığını artırmalıdır.

İdareciyse vazifesi nedir?

— Emri altındakileri adâlet ve hakkâniyetle idare etmeli, mes’ûliyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. — Makam ve mevkînin getirebileceği enâniyet, gurur ve kibir gibi zehirli duyguları kalbinden temizleme gayretinde olmalıdır. — Bütün muvaffakıyetleri Allah’tan bilip, kusurları nefsine izâfe etmelidir…

Başkasının emri altındaysa vazifesi nedir?

— Kazancını helâl ettirme gayreti içinde, dürüstçe çalışmalıdır. — İnsanlara faydalı olmalıdır. — Yaptığı işi; en güzel şekilde ve olması gerektiği gibi yapmalıdır…

Anne-baba ise vazifesi nedir?

— Evlâtları ilâhî bir emânet olarak görmelidir. — Onlara İslâm şahsiyet ve karakterini miras bırakmalıdır. — Kur’ân tahsilini ve ahlâkını kazandırmalıdır. — Onlara mutlaka helâl lokma yedirmelidir. — Sâlih ve sâliha bir ebeveyn olarak, onlara güzel bir örneklik sergilemelidir.

Faydalı Tesellîler

Hâle rızâ için, şu telkinlere ihtiyaç vardır:

Meselâ yoksul bir kişi, kalbine şunu söylemelidir:

“Allâh’ın benim için takdir ettiği hâl, benim için en iyisidir. Zengin olsam belki de; Kārun’un durumuna dûçâr olup ömrümü ziyan edecektim. İsraf ve dalâlete düşecek, hesabını veremeyecektim…” Nitekim Ömer bin Abdülaziz kendisine;

“–Neyi seversin?” diye soranlara;

“–Ben yalnızca mukadderâtımı severim. (Yani Allah Teâlâ’nın benim hakkımdaki hükmünü severim.)” derdi. Meselâ çocuğu olmayan biri, şöyle bir tefekkürle huzur ve tesellî bulabilir:

Hazret-i Âişe’nin de çocuğu olmadı ve hiç şikâyet etmedi.

Kehf Sûresi’nde bildirilen Hızır -aleyhisselâm- kıssasında olduğu gibi, belki de evlâdım olsa, hakkımda hayırlı olmayacaktı. Mahrûmiyete teslîmiyetle sabretmem ise, benim için elbette daha büyük bir ecir kaynağıdır.”

Devrimizde artan psikolojik rahatsızlıklar; ekseriyâ, hâle rızâsızlıktan, iç dünyadaki ihtilâç ve şikâyetlerden kaynaklanmaktadır. Bizler; Rabbimizʼin bizim hakkımızdaki takdîrine râzı olacağız ki, Cenâb-ı Hak da bizden râzı olsun.

Hâle rızâ öyle kıymetli bir kulluk edebidir ki Rabbimiz, Cennet’e davet ettiği kullarının; “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” yani; “Allah’tan râzı (ve bu sayede) Allah da ondan râzı”[11] olarak oraya gireceklerini müjdelemektedir.

“Hâle rızâ” bahsinde şu hususa bilhassa dikkat edilmelidir ki; miskinlik, tembellik ve yapılması gerekenleri ihmâl etmek, hâle rızâ değildir.

İnsan, vazifelerini muhakkak yerine getirmelidir. Dünyası ve âhireti için îcâb eden ve üzerine düşen gayreti göstermelidir. Kimseye el açmadan rızkını elde etmeye çalışmalıdır. Hastaysa şifâ aramalıdır. Kimseye bâr olmamalı, bilâkis herkese yâr olmalıdır. Fakat kulun gayretlerinin netice verip vermemesi, yine ilâhî takdîre bağlıdır. İşte gerçek rızâ ve teslîmiyet, o netice ne olursa olsun, kulun Rabbine olan hüsn-i zannını, muhabbet ve rızâ hâlini kaybetmemesi, kalbin dâimâ Cenâb-ı Hakk’a râm olmasıdır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tâif’e tebliğe gitmiş, ebedî kurtuluşları için çırpındığı insanlar tarafından alay ve hakaretlerle taşlanarak çok ağır bir karşılık görmüştü. O mahzun hâldeyken bile Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâsını şu ifadelerle beyan etmişti:

“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!..

İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Cenâb-ı Hak, her hâlükârda kadere rızâ gösteren sâlih kullarından râzı olmaktadır. İşte bu rızâ hâli, tasavvufta nefs mertebelerinin en yüksek seviyelerini ifade eder. Rabbimiz buyuruyor:

“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, o bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.” (el-Hadîd, 22) Hadîs-i şerîfte de:

“Kadere îmân etmek, her türlü keder ve hüznü giderir.” buyrulmaktadır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 107)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler neticesinde Şam’a gitmekten vazgeçmişti. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer’e:

“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:

“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde!” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:

“–Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz.

Ne dersin, senin develerin olsa da, bir tarafı verimli diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” (Buhârî, Tıb, 30)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yıkılabilecek bir duvarın altından geçerken, yürüyüşünü hızlandırdı. Bunun sebebi sorulunca şöyle buyurdu:

“–Ben ansızın gelen ölümden hoşlanmıyorum.” (Ahmed, II, 356) Yani tedbir almak, kadere rızâsızlık değildir. Yine bir bedevî geldi ve sordu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Devemi bağlayıp da mı Allâh’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?” Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Önce onu bağla, sonra Allâh’a tevekkül et!” buyurdu. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 60)

İRÂDE VE KUVVELER

İnsanın suç veya günahı işlerken, vücudundaki birtakım hormonların yahut beyin fonksiyonlarının devreye girmesi de, irâdenin terbiyesine ışık tutan hakîkatlerdir. Zira insan, üç temel kuvve ile hareket eder:

Kuvve-i Akliyye Kuvve-i Gadabiyye Kuvve-i Şeheviyye

İmâm-ı Gazâlî, bu üç kuvvenin ifrat ve tefritten kurtarılarak, îtidâl noktasına getirilmesinin ehemmiyetini bildirir. Kuvve-i Akliyyede İfrat:

En öz ifadesiyle; akla aşırı güvenmek, ona haddinden fazla değer atfetmek ve taşkınlıktır. Onu gerçek sınırları ve kâbiliyetleri içerisinde değerlendirmeyip putlaştırmaktır. Her şeyi akla ve aklın gücüne bağlamaya kalkışmaktır. Oysa akıl, bir âlettir. İki uçlu bıçak gibidir. Hayra da şerre de kullanılır. Her iki yöne de vasıtadır.

Dolayısıyla nefsâniyete râm olmuş bir akla dayanarak hareket etmek; insanı şerrin, isyanın ve mâsivânın kucağına bırakıverir. En olmadık iddiaların peşinde helâk eder. Firavunlar, Nemrutlar ve Ebû Cehiller, bu gerçeğin en bâriz ve ibretli misalleridir.

Onlar gibi kendi burnunun doğrultusunda giden her akıl, bir bakıma dalâlet ve isyan çukurlarında geziyor demektir. Bu itibarla şair Fuzûlî, aklın bu ifrat zaafına dikkat çekerek der ki:

Ben aklımdan isterim delâlet,

Aklım bana gösterir dalâlet!

“Ben aklımdan bana doğruya rehberlik etmesini isterim. Aklım da tam tersine beni dalâlete/sapkınlığa ve bâtıla yönlendirir.”

Şunu ifade etmeliyiz ki; vahyin rehberliğinden mahrum akıllar, -filozofların aklı da olsa- kendilerini bile irşâd edebilmekten âciz kalmışlardır. Çünkü onlar, Allâh’ın verdiği aklı nerede ve nereye kadar kullanacaklarını idrâk edememişlerdir. “Akıllıyız” derken dünyanın en ahmakça işlerini yapabilmişler ve milyonlarca insanı hakîkatten uzaklaştırmışlardır.

Meselâ meşhur Aristo; ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kâidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, ilâhî vahyin rehberliğinden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saadete kavuşmuş bir fert veya toplum göremeyiz. Çünkü filozofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş; fikir ve fiilleri, vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır. Bu sebeple, sistemleri de konferans salonlarından veya kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır. İşte onların ve ârif kulların hâline bir misal:

Güve ile Pervane:

Büyük şair ve mütefekkir Muhammed İkbal’in temsîlî olarak dile getirdiği şu hakîkat ne kadar mânidardır:

Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervaneye şöyle dediğini duydum:

“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin «faziletler şehri» mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…”

Güvenin bu feryadına mukâbil, pervane; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:

“–Bak!” dedi; “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:

“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..” Yani pervane, yanık kanatlarını güveye göstererek hâl lisanı ile:

“Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi. Çünkü hayattaki ilâhî tecellîleri kavramak, başka türlü mümkün değildir. Nitekim yaratıldığından beri insanoğlunun idrâkini zorlayan muammâların başında gelen;

Dört ilâhî tecellî vardır:

Zâhiri de bâtını da hayır, Zâhiri de bâtını da kahır, Zâhiri hayır, bâtını kahır, Zâhiri kahır, bâtını hayır.

Zâhiri de bâtını da hayır:

Allah yolunda kullanılan güç-kuvvet, sıhhat, ilim, helâl mal gibi bütün imkânlar, anne-babasına hayru’l-halef ve sadaka-i câriye olan göz nûru bir nesil…

Zâhiri de bâtını da kahır:

Kişiyi isyâna ve uhrevî felâkete götüren dünyevî sıkıntılar; hastalık, iflâs vb. musibetler…

Zâhiri hayır, bâtını kahır:

Doğduğunda göz aydınlığı ve gönül sürûru olan bir evlâdın, ileride fısk u fücûra veya küfre dûçâr olarak ana-babasına ağır bir musîbet hâline gelmesi; sahibini şımartıp azdıran zenginlik, gurur ve kibre götüren ilim, makam-mevkî vs…

Zâhiri kahır, bâtını hayır:

Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhisselâm- kıssasındaki sâlih gemicilerin gemisini zâlim kralın gasbından kurtarmak için Hızır -aleyhisselâm-’ın gemiyi delmesi, yine Hızır -aleyhisselâm-’ın ileride dalâlete düşecek çocuğu öldürmesi, Allah yolunda çilelere katlanmak, şehid olmak vs…

Hiç şüphesiz ki hayat, bu dört ilâhî tecellî etrafında devam edip gitmektedir. Mühim olan, onlardaki sırrı kavrayabilmektir. Ancak o zaman insanın aklî ve kalbî dengesi yerini bulur.

Bilir ki, meselâ bir tüccar iflâs edebilir. Dıştan bakıldığında bu bir kahır hâlidir. Ancak meselenin iç yüzünde, yani hâdisenin bâtınında, bu işin büyük bir hayra vesîle olması muhtemeldir. Çünkü bu sayede insan; bir yandan acziyetini kavrayacak, bir yandan çevresini tanıyacak, bir yandan tecrübe kazanacak, bir yandan da sabır ocağında pişerek olgunlaşacaktır. Öyle ki, bazen böyle bir durum, kimisi için ahlâkını muhafaza etmeye ve îmânını kurtarmaya vesîle olacaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Unutmamalı ki aklın, hem derin hakîkatleri idrâk etmekte hem de mâkul davranışlar sergilemekte noksanlığı pek çoktur. Çünkü hapishanelerdeki yığınla mahkûmun hiçbiri akılsız değildir, hattâ kimisi pek zeki kimselerdir. Fakat akıllı ve zekî olmaları, kendilerine bir fayda temin etmemiş, onları taşkınlık ve yanlışlıklardan koruyamamıştır.

Dolayısıyla bütün kıymetine rağmen tek başına akıl, her zaman noksan ve kifâyetsiz kalmaktadır. Mantık ilmi de felsefe de, aklın bu noksanlık ve kifâyetsizliğini gidermeye muktedir olamamıştır.

Akıl, ilâhî vahyin rehberliği altında hakîkati idrâk etme yolundaysa değerlidir. Aksi hâlde kendi başına hareket eden bir akıl; ya ifrata sürüklenip rûhâniyeti idlâl eder, muvâzeneyi bozar, yahut da tefrite düşerek sefilleşir.

Kuvve-i Akliyyede Tefrit:

Akılda tefrit, hamâkattir/ahmaklıktır. Böyle bir akıl; anlama kıtlığı içerisinde olan, alık, şaşkın ve bön bir akıldır. Tefrite düşmüş en zeki insan da, aslında en ahmak insan demektir.

Şu fânî hayattaki en büyük hamâkat, dünyayı âhirete tercih etmektir. Yani âhireti bir tarafa bırakmış olan akıl, dünyada ne kadar zekice işler yapsa da esâsında ahmaklık içindedir. Onun bu fânî âlemde hangi dalâlet girdabında boğulacağı belli değildir.

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, bir kimseyle arkadaş olmuştu. Bir gün yolda giderken bir kemik yığınına rastladılar. O şahıs hemen:

“–Yâ Îsâ, ne olur bana İsm-i Âzam’ı öğret de ben bu kemikleri dirilteyim.” dedi. Hazret-i Îsâ îkaz etti:

“–Sen gücünü aşan işlere kalkışma, haddini bil! Böyle taleplerden vazgeç!” Bu sefer adam:

“–Yâ Îsâ, o zaman sen oku da bâri dirildiğini göreyim.” dedi.

Hazret-i Îsâ, ufak çocukların oyun oynamalarına benzeyen bu istek ve kendisindeki yüce mûcizeyle bağdaşmayan bu rastgele ve yersiz ısrardaki ahmaklığa hayret ederek şöyle mırıldandı:

“–Yâ Rabbi, bu nasıl iş ki; kendisi (kalben) ölü olduğu hâlde kemikleri diriltmeye kalkıyor?!..”

Kuvve-i akliyyede tefrite sürüklenen ahmak kimselere, öğüt, nasihat, îkaz ve hatırlatmaların umûmiyetle bir faydası olmaz. Bu sebeple istifâde edecek kimseler dururken onlarla vakit kaybetmek de yanlıştır. Bunun içindir ki Hazret-i Mevlânâ g:

“Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!” îkâzında bulunur. Yine bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde koşuyordu. Adamın biri, merakla ardından yetişerek niçin koştuğunu sordu. Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Ahmaktan kaçıyorum!..” deyince bu sefer adam:

“–Sen, nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu, duâsıyla ölülerin dirildiği «Mesih» değil misin? İstediğin her şeyi yapabildiğin hâlde ahmaktan niçin kaçıyorsun?” diye sordu. Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Yemin ederim ki İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum, onlar iyileşti; bir ölüye okudum, dirildi; bir fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine binlerce de­fa okuduğum hâlde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş ke­sildi de ahmaklığından vazgeçmedi!” dedi. Hayreti daha da artan adam, Hazret-i Îsâ’ya tekrar sordu:

“‒İsm-i Âzam duâsı, her hastanın şifâ bulmasına vesîle olduğu hâlde niçin ahmaklığa tesir etmiyor? Bunun hik­meti nedir?” Îsâ -aleyhisselâm- cevap verdi:

“‒Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise kahr-ı ilâhî’ye uğramayan iptilâlardır. İptilâ da bir hastalıktır; ancak sadece müptelâsına acınır. Ahmaklığa ge­lince, o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”

Kuvve-i Akliyyede Îtidâl:

Aklın her türlü ifrat ve tefritten, aşırılık ve gevşeklikten sâlim şekilde ilâhî bir denge içerisinde olmasıdır. Yani vahyin rehberliğine râm olarak makbul bir kıvam kazanabilmesidir. Kur’ân ve kâinatta sergilenen ilâhî sır ve hikmetlere vâkıf olabilmesidir.

İşte bunun için aklı vahyin belirlediği hudutlar içinde kullanmak şarttır. Nasıl ki gözün görme, kulağın da işitme mesafesi varsa, aklın da hiç şüphesiz ki bir idrâk mesafesi vardır. Akıl, o mes

KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/iradecilik-volontarizm-nedir.html

İçeriği Oyla
E-bültene Abone Ol Merak etmeyin. Spam yapmayacağız.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hızlı yorum için giriş yapın.

Başka Yazı Yok

Giriş Yap

VEYA
close

Subscribe