Oruç ve Takvâ
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, oruç ve takvâ ile ilgili ayet-i kerimeyi açıklıyor…
ORUÇ VE TAKVÂ
Bakara Sûresi’nin 183-186. âyetleri okundu. Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak:
“Ey îmân edenler! Oruç sizden öncekilere, gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. «لَعَلَّكُمْ تَتَّقُون» Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)
Demek ki âhiret için geldik. Âhiret imtihanı içindeyiz. Kulluk imtihanı içindeyiz. Demek ki her namaz, oruç, zekât, hayır-hasenat, hac-umre, güzel ahlâk… Hepsinin husûsiyetlerinin toplanması lâzım bir mü’minde.
Oruçta da, burada da Cenâb-ı Hak “farz kılındı” buyuruyor, “diğer kavimlere farz olunduğu gibi. Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” Allâh’ı seven, Allah’tan korkan, havf ve recâ arasında yaşayan bir mü’min olursunuz…
Demek ki Rabbimiz, kulunun tezkiye olmasını istiyor. Kul temizlenerek gidecek dünyadan.
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Korkmayacak, üzülmeyecek.” (Yûnus, 62) Allâh’ın lûtufları gelecek. Onun için tezkiye olması zarûrî. İnsan, mükemmel olacak; mükemmel olan, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek.
Orucun da keyfiyeti ayrı. Oruç’ta Allâh’ın verdiği nîmetlerin kul, kadrini hatırlayacak. Yarım gün aç kalıyor, Allâh’ın kendisine lûtfettiklerine ne kadar muhtaç?!
Cenâb-ı Hak toprakla gıdalandırıyor, sofralar kuruluyor. Denizde yaşayanlarla, onlarla, balıklarla sofralar kuruluyor. Velhâsıl devamlı kula sofralar kuruluyor.
Demek ki burada, bir nîmeti hatırlayabilmek. Cenâb-ı Hak tavuğu bizim için yarattı. O, yumurtasının farkında değil. Ne kadar protein var, farkında değil. Otlayan hayvanlar öyle, sütünü içtiğimiz…
Velhâsıl kul, bir tefekkür edecek bu Ramazân-ı Şerîf’te. Allâh’ın nîmetlerini düşünecek. Bu nîmetlere nasıl bir teşekkür edecek, yarım gün aç kalmakla…
Tatlı su içiyoruz. Cenâb-ı Hak buyuruyor Vâkıa Sûresi’nde:
“Ya Biz diyor, gökten diyor, ona diyor, deniz suyu gibi tuzlu bir su indirseydik, o zaman ne yapardınız?” diyor. (Bkz. el-Vâkıa, 70)
Yani demek ki bu oruçlu hâlimiz bizim, Allâh’ın nîmetlerini tek tek bize düşündürmesi ve tefekkürümüzün artması, Rahmânî vitrinler seyretmemiz. Kalbimizi şeytânî vitrinlerden korumamız.
Ondan sonra orucun farz kılındığını, fakat Cenâb-ı Hak yine bir merhamet tecellîsi:
Eğer hasta olursa, yolcu olursa, tutamadığı günler için diğer günlerde tutmasını emir buyuruyor.
Yani bir kolaylık gösteriyor. Yani Cenâb-ı Hak o kadar merhametli ki, orucu tutmayanların, gücü yetmezse; çok ağır bir şeker hastalığı var, doktorlar “tutma” diyor veyahut da yaşlandı, ihtiyarladı, tâkat kalmadı, tutmaya imkânı yok; bu zaman da, bir fidye, yani bir müslümanın gönlüne bir sevinç verme, bir müslümanı sevindirme, bir fidye vermek sûretiyle bunu telâfi etme…
Yani tabi bunu kim birden fazla kişiye verirse o da çok daha ecirli olmuş oluyor. Fakat her şeye rağmen, yaşlılığa rağmen, vesaireye rağmen tutmanız da, o da sizin için daha hayırlıdır buyruluyor. Tabi tâkat yeterse. (Bkz. el-Bakara, 184)
Yani, burası âyet-i kerîmenin çok ibretli. Yani oruç tutmaya gücü yetmeyenler için fidye vererek, yani yapılamayan bir ibadetin bir gönül almak sûretiyle telâfi edilmesi. Yani nasıl İslâm’ın insana bir bakış tarzı.
Ondan sonra okunan âyet; Ramazân-ı Şerîf’in bir Kur’ân’la, Kur’ân’ın Ramazân-ı Şerîf’te inmesi. (Bkz. el-Bakara, 185) Yani Kur’ân’la Ramazân-ı Şerîf’in büyük bir izzet ve şeref kazanması. Büyük bir mağfiret iklimi olması.
Tabi daha da ileride Kadir Gecesi gelecek. Kadir Gecesi de Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nâzil olduğu, ilk âyetlerin nâzil olduğu bir gece olmuş oluyor. Bin aydan daha öteye geçiyor, fazîlet bakımından.
Demek ki Cenâb-ı Hak ne kadar kullarını seviyor ki devamlı kullarına bir ikram hâlinde. En son okunan âyet de, orada Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’e:
“Kullarım Sana, Ben’i sorduğunda (Cenâb-ı Hakk’ı sorduğunda, azamet, kudreti, sıfatlarını sorduğunda, onlara): Ben onlara çok yakınım (de). Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm…” (el-Bakara, 186) buyuruyor.
Demek ki Cenâb-ı Hak zaman ve mekândan münezzeh. Zaman ve mekân yok. Cenâb-ı Hak her an, bir hudut da yok. 8 milyar insan var, hepsinin yanında. Denizde trilyon, trilyon balık var, hayvanların yanında. Karadaki hayvanlar var, yanında. Melekler var, yanında. Cinler var, yanında. Yani yanında olmayan, yarattığı hiçbir varlık yok. Cenâb-ı Hak hepsinin yanında. Sonsuz bir azamet. İnsan muhayyilesinin çok çok ötesinde.
Cenâb-ı Hak Kehf Sûresi’nin sonunda;
“Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa, onlar misli olsa, onlar biter, Allâh’ın kelimeleri bitmez.” buyruluyor. (Bkz. el-Kehf, 109)
Demek ki Cenâb-ı Hak bir tefekküre bizi sevk ediyor. Fakat bir şart koşuyor. Ben yanındayım diyor, duâlarını kabul ederim diyor. Fakat şartı da:
“…O hâlde (kullarım da Bana itaat etsinler) davetime uysunlar…” (el-Bakara, 186)
Emir ve nehiylerime uysunlar. Yani farzlar, farzlara dikkat. Sünnet-i Seniyye’ye gayret etme, nâfilelere gayret etme, bunun mukâbili, haramlardan kaçınma. Bu şekilde olacak, Cenâb-ı Hak o kullarının da kendi yakınlık, kullarına ancak yakınlık istiyor. Yani Rabbimiz kuluyla dost olmak istiyor.
Dostluk nedir? İki kalp arasında bir cereyan hattıdır.
Yâkub -aleyhisselâm-’ın 12 oğlu vardı, en çok kendi hususiyetlerini Yusuf’ta gördü, Yusuf -aleyhisselâm-’da. Ona karşı muhabbeti arttı.
Bir kulda da Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları tecellî ederse, o kul Cenâb-ı Hak’la bir yakınlık olmuş oluyor. Mükâfat olarak da
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyruluyor.
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 88-89]) buyuruyor.
Rafine olmuş, tertemiz bir kalple Cenâb-ı Hak huzûruna davet edecek bizi.
Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf’te böyle bir mübârek ayın içindeyiz -elhamdülillâh-. Bir lûtuf ayı.
Geçen sene bazı dost-ahbap vardı, onlar bu sene yok. -İnşâallah- son Ramazan’ımız olmaz. Fakat sanki son Ramazan’ımız gibi Cenâb-ı Hak hepimize bir aşk, şevk, vecd ihsân eylesin -inşâallah-.
Âyetlerde de:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Her nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
Hayrımız, şerrimiz, her hâlimiz…
Yine:
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
(“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])
O, şah damarından yakındır, Cenâb-ı Hak. İçimizdeki düşünceleri bir biz biliyoruz, bir de Cenâb-ı Hak biliyor, başka kimse bilmiyor. Fakat Cenâb-ı Hak biliyor. Yani gizleyecek bir yer yok.
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Namaz da bir Mîraç hâline gelecek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacağız.
Velhâsıl bizim Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımız; O’nun emir, nehiylerine dikkat etmemiz ölçüsündedir. Bu emir ve nehiyleri, ihlâsla, büyük vecd ve duygu derinliği içinde îfâ etmeye gayret etmek zarûrîdir. Nitekim şöyle buyruluyor…
“Benim kalbim temiz” diyor bazı kişiler. Cenâb-ı Hak da onlara Ankebût Sûresi’nde:
“İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle kurtulacaklarını mı zannediyor?!” (el-Ankebût, 2) buyuruyor.
Demek ki kalp temiz. Eğer kalbin temizse, Cenâb-ı Hakk’ın sana bu kadar ikram ve izzeti karşısında, bu kadar lûtufları karşısında bîgâne kalırsan, o kalp nasıl temiz olur?!.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizden samimiyet istiyor. Güzel niyet istiyor. Ve bu dünyanın imtihan dünyası olduğunu unutmamamızı arzu ediyor.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- bu, kendisine dost olan kulların muhtevâsında bir hayatımız olmasını, Rabbimiz lûtfuyla, keremiyle ihsân eylesin -inşâallah-.
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/oruc-ve-takva.html