Nasıl Bakarsan Öyle Görürsün
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Allah’a (c.c) ve Resulü’ne (s.a.v) duyulan muhabbet kadar güzeli var mıdır? Kişiyi Ebubekir yapanda Ebu Cehil olarak andıranda bu muhabbet ve sevgidir. Kiminin kalbinde güller açarken, kimisinin kalbi çorak arazilere döner.
MEŞHUR MÜTEFEKKİRİ MUHAMMED İKBÂL’DEN BİR KISSA
Pakistan’ın meşhur mütefekkiri Muhammed İkbâl, bir Mevlânâ âşığıdır. Kendisi de onun gibi hakîkatleri kıssalarla ifâde etmiştir. Mücerredi idrâk etmek için müşahhas misâller vermiştir.
Nefsi tezkiye ederek kalbi aşkla doldurmanın ehemmiyetini ne güzel anlatır:
Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:
“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin fazîletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…”
Güvenin bu feryâdına mukâbil, pervâne, güveye yanık kanatlarını gösterdi:
“–Bak!” dedi. “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devâm etti:
“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”
İşte Ashâb-ı Kirâm böyleydi. O nûra hayran oldular, mest oldular, O’nun uğrunda kanatlarını yakmaya çoktan razı oldular. “Emret yâ Rasûlâllah! Canım, malım her şeyim Sana fedâ olsun.” dediler. Efendimiz r: “Şu mektubu Bizans Kralı’na kim götürecek, Mısır Mukavkısı’na kim götürecek?” diye sorunca ihtiyarı, genci “Yâ Rasûlâllah, bu vazifeyi bana ver.” dediler. Hiçbirisi “Ben çölleri nasıl aşarım, zorlu dağlardan nasıl geçerim. Gittiğim kralın huzurunda onun bir tek işaretine bakan bir sürü cellâdı vardır. Bu cellâtların yanında Allah Rasûlü’nün mektubunu nasıl okurum?” diye düşünmedi. Gâyeleri, yalnızca Allah Rasûlü’nün gönlünde yer edebilmekti. Ashâb-ı Kirâm, yalnızca bunun derdindeydi.
KENDİ KENDİMİZE SORALIM, BİZ ALLAH RASÛLÜ’NE ÜMMET OLMANIN NE KADAR SEVİNCİ İÇİNDEYİZ?
Büyük bir mutluluk yaşarken ayağımıza bir çakıl taşı batsa, içinde bulunduğumuz heyecan dolayısıyla acısını hissetmeyiz bile. Bu uğurda başımıza gelen sıkıntılar karşısında da aynı davranışı sergileyebilmeliyiz. Allah Rasûlü’ne ümmet olmanın sevincini duyabilmeliyiz.
Cenâb-ı Hak, bunu idrâk etmemizi istiyor:
“Allah, peygamber göndermekle mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur…” (Âli-İmrân, 164) buyuruyor.
Efendimiz’in bildirdiği üzere: “Allah Teâlâ (kıyamet günü) şöyle buyurur:
«Nerede Benim rızam için birbirlerini sevenler!»” (İbn Hanbel, II, 338)
Sevdiğimiz herkesi, sadece Allah rızâsı için sevmeliyiz.
Sevgilerimiz lafta kalmamalıdır. Biz bayram yaparken, kardeşimiz bir derdinden dolayı mahzunsa, böyle kardeşlik olmaz. Sevincimizi de ızdırâbımızı da beraber yaşamalıyız. Cenâb-ı Hak, mü’minlerin biyolojik kardeşlikten daha yakın olmalarını istiyor.
Hadîs-i şerifin devamında şöyle buyruluyor:
“Gölgem dışında hiçbir gölgenin olmadığı böyle bir günde onları kendi gölgemde
gölgelendireceğim.” (İbn Hanbel, II, 338) Benim himâyemden başka hiçbir himâyenin olmadığı böyle bir günde onları, özel himâyeme alacağım demek istiyor.
Zor durumlarda birbirimizin tesellîsi, sürûrlu anlarımızda da sevinci olmalıyız. İslâm kardeşliği, ancak bu şekilde yaşanır.
Gerçek din kardeşliği, en zor anlarda dahî, din kardeşini kendinden önce düşünebilmektir.
Cenâb-ı Hakk’ın kullarını sevebilme hususiyeti, Allâh’ın kuluna büyük bir ihsânıdır.
Allah cümlemize kullarını sevdirsin.
Allah’ın kullarının hizmetçisi olmalıyız. Efendimiz buyuruyor ki “Bir kavmin
efendisi, onlara hizmet edendir.” (Deylemî, II, 324)
İMANIN TADINA VARDIRAN 3 ÖZELLİK
“Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi îmânın tadına erer:
– Allah ve Rasûlü’nü herkesten çok sevmek,
Sahâbe Efendilerimiz bunu başarmışlardı. Allah ve Rasûlü’nü herkesten çok sevdiler.
Câbir bin Abdullah şöyle demiştir:
“Uhud Harbi’nden önceki gece babam beni yanına çağırdı ve:
«–Nebî ’nin sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullah’dan sonra, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde. Kardeşlerine dâimâ iyi muâmelede bulun.» dedi.”
Diğer bir rivâyete göre, bu îman heyecânını oğluyla da paylaşma arzusunu şöyle dile getirdi:
“–Câbir! Evde himâyeye muhtaç kızlar olmasaydı senin de şehîd olmanı isterdim!..”
Bunlar, Allah’a dost olabilmenin telâşesidir.
– Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmek,
Sevgide riyâ olmamalıdır. Seviyorsak, menfaat beklemeden, ivazsız garezsiz sevmeliyiz.
– Îmandan sonra küfre dönmekten, ateşe atılmaktan çekindiği gibi çekinmek.” (Buhârî, Îman, 9; Müslim, Îman, 67)
Bunlar, îmânın tadını bildiren üç husus. Bu aynaya bakıp kendimizi seyretmeliyiz.
Rasûlullah r Efendimiz, Allâh’ı sevmenin ve O’na olan îmânın bir gereği olarak kendisinin sevilmesini istemiş ve şöyle buyurmuştur:
“Size verdiği nimetlerden ötürü Allâh’ı sevin. Allâh’ı sevdiğim için beni sevin; beni sevdiğiniz için de âilemi sevin.” (Tirmizî, Menâkıb, 31)
SAMİMİ VE KÂMİL BİR SEVGİ BESLEYEN KİŞİ
Samimi ve kâmil bir sevgi besleyen kişi, sevdiğinden ayrılmaya katlanamaz. Bu sebeple ashâbdan Enes b. Mâlik, Rasûlullâh’ın Medîne’ye geldiği gün her yerin apaydınlık olduğunu ancak vefat ettiği zaman karanlıklara gömüldüklerini ifâde etmiştir. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn Mâce, Cenâiz, 65)
Esasında gün, aynı gün; ışık, aynı ışık.
Hattâ Fâtıma Vâlidemiz şöyle buyuruyor:
“Fahr-i Kâinât’ın ukbâ âlemini teşrîfleri ile benim üzerime öyle musîbetler döküldü ki, şâyet bu musîbetler gündüzlerin üzerine dökülseydi o nurlu gündüzler kapkara gece kesilirdi.” (İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ, II, 803, 813, İbn-i Seyyid, Uyûnü’l-eser, II, 451; Kastalânî, II, 501; Diyârbekrî, II, 173)
Kalbin seviyesine göre, insanın hayata bakışı değişmektedir. Efendimiz’in Ebû Cehil ve Ebû Leheb de gördü, Hazret-i Ebû Bekir’de gördü. Ebû Cehil ve Ebû Leheb onda kendi kalplerinin çirkin sûretini gördüler. Hazret-i Ebû Bekir ise kendi sûretini gördü ve dönen pervâneler gibi O’na hayran oldu. Demek ki gözü yönlendiren, kalptir.
Allah Rasûlü Efendimiz buyuruyor. “Birbirinize hediye verin, böylece birbirinizi seversiniz ve aranızdaki düşmanlık gider.” (Muvattâ, Hüsnü’l-hulk, 4)
Hediyeleşmek güzel bir davranıştır. Fakat bu hususta dikkat etmemiz gereken bir nokta bulunmaktadır. Hediyeleşelim, derken ifrâda kaçmamalıyız. Meselâ umreye, hacca gidenlerden, vakitlerini ibadetle değerlendirecekleri yerde çarşı pazar gezenler oluyor. Onları uyardığında ise, “Hediye almak sünnet değil mi?” diyorlar. Mübarek beldelere, çarşı-Pazar gezmek için gidilmez. Hediyeleşmenin sünnet olduğu doğrudur. Ancak önemli olan, kişiye ihtiyacını giderecek bir şey hediye etmektir.
Sami Efendi Hazretleri, karşısındakinin durumuna göre hediye verirdi. Yazıp çizen biriyse kalem, yolculukta bulunan biriyse çakı hediye ederdi. Ne hediye alayım diye çarşı pazar dolaşmazdı. Zaten esasında hediyelerin en mühimi, din kardeşine duâ etmektir.
Efendimiz (s.a.v), bize ne güzel ölçüler koymuştur. Bunlara dikkat etmeliyiz.
“Sevdiğin kimseyi ölçülü sev ki, bir gün sevmeyeceğin bir kişi olabilir. Sevmediğin bir kimseyi de ölçülü şekilde sevme ki, günün birinde çok sevdiğin bir kimse olabilir.” (Tirmizî, Birr, 60)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mârifet Mektebi – Seminer Notları
İslam ve İhsan
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/nasil-bakarsan-oyle-gorursun.html