Kalbin Sırları

Kalbin Sırları

Kalbin sırları nelerdir? Kalpler, mânevî durumlarına göre kaç kısma ayrılır? 5 maddede manevi durumlarına kalpler…

İdrîs -aleyhisselâm-’ın hayatı bizlere, semâvî hayranlığın esrârını ve musaffâ (arınmış) bir kalbin, ilâhî tecellîlere nasıl mazhar olduğunu gösterir. Hayvanlardan aşağı derekelerle meleklerden üstün dereceler arasında bulunabilen insanın, zirveye ulaşarak melekî husûsiyetler kazandığını müşâhede imkânı sunar.

Bedenin ve rûhânî âlemin merkezi durumunda olan kalb, tasfiye ve tezkiye edilerek, Allâh’ın lutf u keremiyle öyle bir noktaya ulaşır ki, o kalbin sâhibi, görünüşte diğer insanlardan farklı olmamasına rağmen rûhânî yönüyle meleklerden daha yüksek derecelere vâsıl olur.

Bunlar, İdrîs -aleyhisselâm-’ın alâmet-i fârikaları olan husûsiyetler olduğu için, burada kalb âlemi hakkında biraz mâlumat vermek lüzûmu hissettik.

İnsanın dünyadaki en mühim vazîfesi ve en ciddî meşgalesi, sonsuz bir hayat olan ölüm ötesine hazırlanmak olmalıdır. Bu da ancak, kalbin hakîkatini bilmek, onu her türlü tehlike ve kötülükten ko­ruyarak güzel ahlâka yönlendirmekle mümkün olur. Dünyâdaki huzur ve saâdet de, âhi­retteki saltanat da kalb-i selîme sâhip olmakla elde edilebilir.

Kalb, lügatte bir şeyi zıddına çevirmek, şekil ve renk değiştirmek mânâlarına gelir. Bu karakteri sebebiyle kalbler; ya rûhânî ve melekî, ya da nefsânî ve şeytanî fiiller arasında bir ömür boyu çalkalanır durur.

Fert ve toplumda kemâl ve zevâl, hep kalbin terakkî ve tedennîsine bağlıdır. Rûhâniyet ile dolu kalblerde; güzel ahlâk, amel-i sâlih ve güzel hâller zuhûr eder. Böylece kul “ahsen-i takvîm”, yâni en güzel seviyeye ulaşır.

Nefsâniyet ile dolu kalblerde ise; küfür, şirk, kötü huy, şehvet ve vesvese bulunur. Bu durumda kalb, yaratılış gâyesinin zıddına döner ve körelir. Böyle bir kalbe sâhip olanlar “Belhüm edall”, yâni hayvandan bile aşağı bir derekeye düşerler. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“And olsun ki biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu (kendi irâdeleri ile hak edeceklerinden) cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler! İşte onlar, hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağıdırlar. İşte onlar, gâfillerin ta kendileridir.” (el-A’râf, 179)

Kalbi ifsâd eden nefs ve şeytanın hîle ve desîselerinden kalbin muhâfaza edilebilmesi ancak ibâdet, zikrullâh, rûhânî sohbetler ve güzel ahlâk ile mümkündür. Bunların neticesinde kulda takvâ hâli tecellî eder ki Allâh indinde gerçek üstünlük ölçüsü de budur. Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Şüphesiz ki Allâh indinde en değerli olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınızdır!..” (el-Hucurât, 13)

Bu takvâ hâlinin muhâfazası için de, sâdık ve sâlihlerle ülfet, sohbet ve beraberlik mecbûriyeti vardır. Kalblerin mânen muhâfaza ve takviyesi bakımından bu nevî meclislerde tecellî eden füyûzât-ı ilâhiyenin ehemmiyeti pek büyüktür. Bu meclisler, nûr-i nübüvvetten muktebes feyizlerin coştuğu kudsî mekânlardır. Hattâ ehlullâhın beyânına göre Feyyâz-ı Mutlak olan Cenâb-ı Hak’tan kulların gönüllerine lutfedilen bu feyiz ve nûrun ilk mecrâsı, Rasûlullâh Efendimiz’in sadr-ı şerîfleridir. Buradan sâlih ve sâdıkların sadrına intikâl eder. Onlardan da, müteselsilen onlara yakın­lık ve muhabbet duyanların gönüllerine akseder.

Günümüzde sosyal psikoloji biliminin de kabul ettiği gibi insan, çevresinden gelen tesirlere açık bir varlıktır. İnsanların huy ve hâlleri birbirine sirâyet eder. Çünkü rûhlar arasındaki mânevî alış-veriş inkâr edilemez bir gerçektir. Enerjik karakter­lerde dâimâ sirâyet özelliği vardır. Yâni faal ve müessir şahsiyetlerdeki rûhî temâyüller, onlarla birlikte bulunanlara kendi istîdâd ve istekleri nisbetinde intikâl eder. Böylece sâlih ve sâdıklarla ülfet edenler, onlar gibi sâdıklaşır, sâlihleşir. Nitekim âyet-i kerîmede ehemmiyetine binâen “takvâ sâhibi olmak” ile “sâdıklarla beraber olmak” peşpeşe emredilmektedir:

 “Ey îmân edenler! Allâh’a karşı takvâ üzere bulunun ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 119)

Kalb cevherini koruyamamak ve muhâfaza edememek, insanlık haysiyeti adına büyük bir cinâyet ve acı bir kayıptır. Kalblerini şeytânî arzulara kurban edenlere, cehennem acıklı bir mekân olacaktır. Kalb, aslında bir hak ve hakîkat pusulasıdır. Kulun irâdesinin ibresi, hayır veyâ şer, hangi tarafa yönelir ve amel ederse, insan, kulluk notunu ona göre alır. Hadîs-i şerîfte:

“Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, sizin sûretlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar!” (Müslim, Birr, 34) buyrulmuştur.

MANEVİ DURUMLARINA GÖRE KALPLER KAÇA AYRILIR?

Kalpler, mânevî durumlarına göre beş kısma ayrılır:

Mühürlü ve Kilitli Kalpler

Hiçbir mânevî meziyet taşımayan bu kalpler, tamâmen hayvânî bir hayata dalarak dünyâyı sâdece yemek, içmek ve eğlenmek gibi ten planındaki gelgeç heveslerden ibâret görürler. İnsanda ve kâinâtta bulunan ilâhî sır ve incelikleri keşfedebilecek basîret ve firâsetten fersah fersah uzaktırlar. Peygamberlerin ve Allâh dostlarının kalbleri ile tam bir zıtlık içinde olan böyle bir kalbe sâhip bedenler, âdeta mezar­dan farksızdırlar. Cesetler nasıl ki toprakta çürüyüp giderse, bu nevî kalbler de inkâr karanlık ve bataklıkları içinde öylece kaybolup giderler. Dalâlete (sapıklığa) dûçâr olan bu kalbler, yalnız kendilerini değil, kendilerine yakın olanları da hazîn bir âkıbete sürüklerler. Bunlar hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“On­lar, Kur’ân’ı in­ce­den in­ce­ye dü­şün­mez­ler mi? Yok­sa (on­la­rın) kalp­ler(i) üze­rin­de ki­lit­ler mi var?” (Mu­ham­med, 24)

Onlar, dünyâda Allâh’ın nîmetleri içinde yaşayıp, sâhibini inkâr etmek, O’nun emir ve yasaklarını çiğnemek gibi büyük bir nankörlük ve ahlâksızlık içindedirler. Cenâb-ı Hak, bu tip insanlar için âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:

“Onlar, sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple onlar, (hakîkate) dönemezler.” (el-Bakara, 18)

“Elbette sen ölülere duyuramazsın! Arkalarını dönüp giderlerken, sağırlara o dâveti işittiremezsin! Sen körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin! Ancak âyetle­rimize inanıp da teslîm olanlara duyurabilirsin!” (en-Neml, 80-81)

Cenâb-ı Hak bu vasıftaki kalblerin mühürlü ve kilitli olduğunu şöyle beyân buyurur:

“Allâh, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerinde de bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azâb vardır.” (el-Bakara, 7)

Âyette geçen mühürlü ve kilitli kalbe sâhip olanlar, hakîkat ve hayra karşı kapıları kapanmış, insanî ve mânevî hayatla alâkaları kesilmiş kimselerdir. Kalblerindeki mühürleri ve kilitleri açmak, ancak unuttukları Allâh’a kalmıştır.

Bu key­fi­yet, bü­tün in­san­lı­ğı kor­ku ve haş­yet­le ür­per­te­cek ilâ­hî bir sır ve hik­met ihtivâ etmektedir. Dün­yâ­da iken kal­bi mü­hür­le­nip hi­dâ­yet ka­pı­la­rı­nın kendisine ka­pan­dığı kimseleri bizler değil, ancak Allâh bilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, ölümünden önce dilediği kuluna hidâyet nasîb eder.

Kur’ân-ı Ke­rîm’de kalb­le­ri mü­hür­le­nen kim­se­ler­den bah­se­dil­mek­le bir­lik­te, bun­la­rı şa­hıs-be-şa­hıs tâ­yin et­mek müm­kün de­ğil­dir. Çün­kü âkı­bet meç­hul­dür. Fi­ra­vun’un si­hir­baz­la­rı mi­sâ­li, da­lâ­let üze­re ya­şa­yıp âhir ömür­le­rin­de hi­dâ­ye­te eren­ler ol­du­ğu gi­bi, Kâ­run ve Bel’am bin Ba­ura mi­sâ­li, hi­dâ­yet üze­re yü­rü­yüp, so­nun­da def­te­ri­ni hüs­ran­la ka­pat­mış olan­lar da mev­cuttur. Dolayısıyla mü’minler, bu gibi âyetleri yanlış anlayarak Allâh’ın dînini tebliğde ihmâlkâr davranmamalıdırlar. Öte yandan her bir kul, kendisinin de böyle bir tehlikeye düşebileceği endişesiyle Allâh Teâlâ’dan kalbini dâimî olarak îmân üzere sâbit kılmasını taleb etmeli ve uyanık bir hayat sürmeye çalışmalıdır. Zîrâ kalbler ihmâl edildiğinde hidâyetten uzaklaşmakta, Allâh’ın zikrine karşı katılaşmakta, hattâ taşlardan daha katı bir hâle bile gelebilmektedir. Âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle tasvîr edilir:

“Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; artık onlar taş gibi veya daha da katıdırlar. Hâlbuki taşlardan öylesi vardır ki onlardan nehirler fışkırır; bir kısmı da vardır ki yarılır da içinden su çıkar. Hem onlardan bâzısı da vardır ki, Allâh korkusundan düşüp yuvarlanır. Allâh yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (el-Bakara, 74)

Bu sebeple Allâh Teâlâ, kalblerini mühürlenip kilitlenmekten muhâfaza etmeleri için kullarını şöyle îkâz buyurur:

 “Allâh’ı unutan; bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini (öz hakîkatlerini) unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (el-Haşr, 19)

Hasta Kalpler

Bun­lar, sıh­hat­li kalplerle mühürlü kalpler ara­sın­da bir mev­kî­de­dir­ler. Kur’ân-ı Kerîm’de hasta kalpler hakkında şöyle buyrulur:

“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allâh da onların hastalığını artırmış­tır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azâb vardır.” (el-Bakara, 10)

Âyet-i kerîmede kalblerinin hasta olduğu bildirilen bu kimseler, sâdece dilleriyle inandıklarını söyleyen, lâkin nefsâniyetin sultası altında bulundukları için sâlih bir yaşayışı olmayan kimselerdir. Îmân, bunların kalblerine tam olarak yerleşmemiştir. Bu nevî­ kalb sâhiplerinin hâ­li, be­de­nen has­ta insan­la­rın ıztırap içindeki hâline ben­zer. Ne dün­ye­vî ha­yat­la­rın­da bir âhenk, ne de iç âlemlerinde hu­zur var­dır. İç âlem­le­rin­de­ki be­lir­siz­lik dış âlem­le­ri­ni, dış âlem­le­rin­de­ki dü­zen­siz­lik de iç âlem­le­ri­ni men­fî te­sir al­tın­da bı­ra­kır. Allâh Teâlâ bu kişilerin içine düştüğü durumu şöyle ifâde buyurur:

 “İşte onlar, hidâyet karşılığında dalâleti satın almışlardır. Onların bu ticâ­reti kazançlı olmamış ve doğru yolu da bulamamışlardır.” (el-Bakara, 16)

Al­lâh’ın âyet­le­ri­ni lâyıkıyla idrâk etmeye mâ­nî olan vasıflar; ki­bir, ucub, hased ve dün­ya sev­gi­si gi­bi kal­bî has­ta­lık­lardır. Bu kişiler, mânevî bir terbiye görüp nefslerini tezkiye etmediği müd­det­çe Allâh’ın râzı olduğu davranış güzelliğine kavuşamazlar ve Kur’ân’ın es­râ­rın­dan his­se alamazlar. Ni­te­kim:

“Dün­ya­da hak­sız ye­re ki­bir­le­nip bü­yük­lük tas­la­yan­la­rı, âyet­le­ri­mi ge­re­ği gi­bi an­la­mak­tan uzak­laş­tı­racağım…” (el-A’râf, 146) şeklindeki ilâhî tehdîd bu­nu açık­ça ifâ­de eder.

De­mek olu­yor ki kalb, mâ­ne­vî ter­bi­ye yoluyla te­rak­kî et­me­di­ği tak­dir­de, Kur’ân, kâinât ve in­sa­nın es­râ­rın­dan lâyıkıyla his­se ala­bil­mek müm­kün de­ğil­dir. Âyet-i ke­rî­mede Ce­nâb-ı Hak:

(Ey Ha­bî­bim! Sa­na kar­şı ge­len­ler) hiç yer­yü­zün­de do­laş­ma­dı­lar mı? (Şâyet yeryüzünü dolaşıp onu ib­ret na­za­rıy­la seyretmiş ol­sa­lar­dı), dü­şü­ne­bi­le­cek­le­ri kalb­le­ri, işi­tebile­cek­le­ri ku­lak­la­rı olur­du. Ger­çek şu ki, göz­ler kör ol­maz; lâ­kin gö­ğüs­ler için­de­ki kalb­ler kör olur.” (el-Hacc, 46) bu­yur­mak­tadır. Bu âyet-i kerîme, kâinâta ve hâdisâta gönül gözüyle ve ib­ret na­zar­ıyla bakarak ilâhî intikâmın tecellî ettiği kavimlerin âkıbetinden ders alabilmenin kalb­leri ih­yâ edip onlara şifâ vereceğini be­yân et­mek­te­dir.

Şu ha­dîs-i şerîf, kal­bi her türlü hastalıktan mu­hâ­fa­za­ etmenin zarûretini ne gü­zel ifâ­de eder:

“Ha­be­ri­niz ol­sun ki, bedende bir et par­ça­sı var­dır. O iyi olur­sa bü­tün be­den iyi olur; o bo­zuk olur­sa bü­tün be­den bo­zuk olur. İş­te o, kalb­dir.” (Bu­hâ­rî, Îmân, 39)

Âlimler kalbî hastalıkları, umûmî olarak îtikâdî ve ahlâkî olmak üzere iki kısımda mütâlaa etmişlerdir. Buna göre inkâr, nifâk, şirk, cehâlet ve şüphe gibi inanç sapmaları “îtikâdî hastalıklar”; şehvete düşkünlük, günâha temâyül, korkaklık, cimrilik, riyâ, kibir, haset ve dünya sevgisi gibi vasıflar da “ahlâkî hastalıklar” olarak tavsif edilmiştir.

Kalbdeki hastalığın esas sebebi, temeli cehâlet ve îtikad zayıflığına dayanan, nefsin hevâ ve heveslerine tâbî olmaktır. Mâsiyetin artması ise, hastalığın artmasına ve belki de kalbin kilitlenip mühürlenmesine sebep olur.

Menfî duygu, düşünce ve davranışlar sebebiyle perdelenen kalb, hakîkati göremez hâle gelir, görse bile eksik ya da yanlış görür. Bu ise, kalbin hak ve hakîkate karşı şüpheye düşmesine ve körelmesine yol açar. Îmânın mahalli olan kalb bu şekilde yara alınca, îmân da güç ve kuvvetini kaybederek sâlih ameller sergileyemez hâle gelir. Böyle bir kalb, Allâh ve Rasûlü’ne karşı gerekli hürmet ve muhabbeti gösteremediği gibi kulluğa da sıkıca sarılamaz.

Netice olarak; has­ta ve gâ­fil kalb­ler­le ya­pı­lan amel­ler, Hak ka­tın­da kıy­me­ti­ni kay­be­der. Kalb­ler, Hak nû­ruy­la ay­dın­lan­ma­dık­ça kör­le­şir ve his­siz­le­şir. Kâinattaki ilâ­hî es­râ­rın işlendiği bin­bir na­kı­şı ve ihtişâmı gö­re­mez hâ­le ge­lir.

Gâfil Kalpler

Kalbe ârız olan mânevî hastalıkların en önemlilerinden biri de gaflettir. Gaflet, kalbi ihâta ederek insanı mânevî yönelişlerden alıkoyar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…(İsyanları sebebiyle) kalbini Biz’i zikretmekten gâfil kıldığımız, nefsinin arzusuna uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme!” (el-Kehf, 28)

Diğer bir âyet-i kerîmede ise:

“Rab­bi­ni için­den, yal­va­ra­rak ve ür­pe­re­rek, yük­sek ol­ma­yan bir ses­le, sabah-akşam zik­ret! Sakın gâ­fil­ler­den ol­ma!” (el-A’râf, 205) buyrularak kalbin zikirden uzak kalmasının gaflet sebebi olacağı bildirilmiştir. Gafletin artması nisbetinde kalbde katılaşma meydana gelir. Cenâb-ı Hak böyle kimselerin acıklı hâlini şöyle beyân eder:

“…Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir dalâlet içindedirler.” (ez-Zümer, 22)

Diğer bir âyet-i kerîmede, zikirden uzaklaşan bir insanın, şeytanın tuzağına düşeceği, azgınlaşacağı ve neticede de insanlık haysiyetini kaybederek şeytanın oyuncağı hâline geleceği şöyle belirtiliyor:

(Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar.” (el-A’râf, 202)

Gâfil kalblerle yapılan ameller, Hak katında makbûl olmaz ve zâyî olur. Bu nevî hastalıklara dûçâr olan kalbler, mutlaka tedâvîye muhtaçtır ve mânevî bir eğitime girmek mec­bûriyetindedirler. Bunların tedâvîsi için bâzı hususlara dikkat etmek zarûrîdir. Bunların bir kısmı şöyledir:

Helâl Gıdâ

İbâdetlerimizi vücûdumuzun güç ve kuvvetiyle yapabilmekteyiz. Helâl gıdâ, bünyeye feyz ve rûhâniyet verirken haram ve şüpheli gıdâlar ise kasvet verir. Tasavvuf erbâbı, kalbî hayâtın inkişâfı için iki husûsa dikkat çekerek:

“Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana dikkat edin, bu hususta titiz davranın!” buyurur­lar. Ab­dül­kâ­dir Gey­lâ­nî -kud­di­se sir­ruh- da, lok­ma­nın kalb tas­fi­ye­sin­de­ki ehem­mi­ye­ti­ne şöy­le dik­kat çe­ker:

“Bak ev­lâ­dım! Ha­ram ye­mek kal­bi öl­dü­rür. Lok­ma var­dır, kal­bi­ni nûr­lan­dı­rır; lok­ma var­dır, onu ka­ran­lı­ğa bo­ğar. Yi­ne lok­ma var­dır, se­ni dün­yâ ile meş­gul eder; lok­ma var­dır, uk­bâ ile meş­gul eder. Lok­ma var­dır, se­ni her iki dün­yâ­nın da zâ­hidi ya­par, gönlünü dün­yâ ve âhi­re­tin Hâ­lı­k’ına yö­nel­tir. Ha­ram ye­mek, se­ni dün­yâ ile meş­gul eder ve mâsı­yet­le­ri sa­na se­vim­li gös­te­rir. Mü­bah ye­mek, se­ni âhi­ret­le meş­gul eder ve tâatleri sana sevdirir. He­lâl ye­mek ise kal­bi­ni Mev­lâ’ya yak­laş­tı­rır. Yiyeceklerin keyfiyeti ve te­si­ri an­cak mâ­ri­fe­tul­lâh ile bi­li­ne­bi­lir. Mâ­ri­fe­tul­lâh ise kalb­de olur, ki­tap ve def­ter­de de­ğil. Mâ­ri­fet-i ilâ­hi­yye, Hâ­lık’tan kal­be ih­sân edi­lir; mah­lûk­tan de­ğil. Bu ise tev­hîd-i ilâ­hî­yi tas­dîk ve ilâ­hî ah­kâm­la amel et­tik­ten son­ra ta­hak­kuk eder.”

Helâl nîmetleri kullanırken de dengeyi iyi muhâfaza etmek, isrâfa gitmemek gerekir. Âyet-i kerîmede:

“Bir de, akrabâya, yoksula ve yolcuya hakkını ver! Gereksiz yere de saçıp savurma! Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların arkadaşlarıdırlar. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27) buyrulmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte de:

 “Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 51) îkâzı yapılmaktadır. Helâl olmak şartıyla misâfire ikrâmda cömert davranmak tavsiye edilmiş ve bunun israf olmayacağı bildirilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’i Tefekkürle Okumak

Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürle okumak, yâni emir ve nehiylerin hikmetini düşünmek, kıssalardan ibret almak lâzımdır. Kalblerimiz ne kadar temizlenmiş ise, Kur’ân-ı Kerîm’in feyzi, bizleri o kadar tesiri altına alır. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbdeki mânevî hastalıklara şifâ olduğunu âyet-i kerîme şöyle beyân etmektedir:

“Biz Kur’ân’dan, öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.” (el-İsrâ, 82)

Ebû Zer -radıyallâhu anh- diyor ki:

“–Yâ Rasûlallâh! Bana öğütte bulun.” dedim.

“–Sana takvâyı tavsiye ederim, zîrâ takvâ her işin başıdır.” buyurdu. Ben tekrar:

“–Yâ Rasûlallâh! Bana biraz daha öğütte bulun.” dedim. Efendimiz:

“–Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır.” buyurdu. (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 78)       

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân’ı okuyup ona sâhip çıkan kimseye (âhirette): «Oku ve yüksel, dünyada nasıl ağır ağır okuyor idiysen öyle oku! Zîrâ senin makâmın, okuduğun en son âyetin seviyesindedir.» denilir.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 20)

İbâdetleri Huşû ile Edâ Etmek

Kalbin hastalıklardan temizlenebilmesi için ibâdetleri huşû ile yapmaya gayret etmek îcâb eder. Zîrâ Cenâb-ı Hak huşû­suz bir ibâdeti istememekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Vay o namaz kılanların hâline ki onlar namazlarından gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5)

Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir:

“–Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip, onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar,

–Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar,

–Vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp tehir ederler,

–Namazın terkinden müteessir olmazlar,

–Kıldıkları vakit de, Allâh için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar,

–İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları hâlde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tâzim içinde değil, gösterişle kılarlar.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, IX, 6168)

Mü’minûn sûresinde de:

“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyrulmaktadır.

Diğer bir âyet-i kerîmede ise namazı huşû ile kılmanın nasıl mümkün olabileceği şöyle îzâh edilmektedir:

“Sabır ve namaz ile Allâh’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Onlar ki kendilerinin hakîkaten Rab’lerine kavuşacaklarına ve O’na rücû edeceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46)

Huşûu, bâzıları korku, çekingenlik gibi kalbî fiillerden biri olarak târif etmiş; bâzıları da onu, gereksiz hareketleri terk etmek ve sükûnet içinde olmak gibi âzâlara âit fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalbde, tezâhürü bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe âit tarafı, Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi hiçliğini görerek, nefsi, Hakk’ın emrine baş eğdirmek, son derece yüksek bir edeb, tâzim ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alâkalı yönü de, vücut organlarında bu duygunun zuhûruyla bir sâkinlik meydana gelmesi, namazda gözlerin etrafa değil, önüne ve secde mahalline bakmasıdır.

Dikkat edilecek olursa âyet-i kerîmede, namazı huşû ile kılabilmek için kişinin, “Allâh’a kavuşuyormuşçasına” ve “O’na dönüyormuşçasına” bir hâlet-i rûhiye içinde bulunmasının lüzûmu açıkça belirtilmektedir. Yâni namazın beden ve kalb âhengi içinde kılınması zarûrîdir. Ancak böyle bir namaz mü’mini fahşâ ve münkerden koruyabilir.

Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’a sordular:

“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”

O da cevâben:

“–Dört şeyle.” buyurdular:

“1. Helâl lokma,

Abdest sırasında gafletten uzak durmak, İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilâhî’de bilmek, Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı aslâ unutmamak.”

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)

İbâdetlerde huşûu yakalayabilmek ve ibâdet hâricinde de sanki namazdaymış gibi mânevî bir hâlet-i rûhiye içinde olabilmek için diri bir kalble fuzûlî söz ve davranışlardan âzamî derecede uzak durmak gerekmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Diğer ibâdetler de böyledir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“O mü’minler ki, verdikleri (hayır ve sadakaları), kalbleri her an Rab’lerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek verirler. (Diğer bir kıraata göre ise): Yaptıkları her işi bu haşyet, korku ve ürperme hissiyâtı içinde yaparlar.” (el-Mü’minûn, 60)

“Şüphesiz ki Allâh, kullarının (samîmî) tevbesini kabûl eder ve (gönülden verdikleri) sadakaları alır!..” (et-Tevbe, 104)

Âyette sadakanın, yâni infâkın da, namaz gibi riyâdan uzak ve huşû içinde verilmesi istenmektedir. Bu incelik, hadîs-i şerîfte “sağ elin verdiğinden sol elin haberdâr olmaması” (Buhârî, Ezan, 36) şeklinde ifâde buyrulmuştur.

Zikrullâh’a Devâm Etmek

Kur’ân-ı Kerîm’de 250 küsur yerde “zikir” kelimesi geçer. Zikir, kulun Rabbini çokça anması ve O’nu unutmamasıdır. Âyet-i kerîmelerde Allâh Teâlâ’nın sabah-akşam, ayakta, otururken ve yatarken, hâsılı devamlı ve çok çok zikredilmesi emredilmektedir. Bu ilâhî beyanların bir kısmı şöyledir:

“Ey îmân edenler! Allâh’ı çok çok zikredin ve O’nu sabah-akşam tesbîh edin.” (el-Ahzâb, 41-42)

(O gerçek akıl sâhibi) mü’minler, ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allâh’ı dâimâ zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, “hiç kimsenin bulunmadığı tenhâ yerlerde Allâh’ı zikrederek, için için gözyaşı döken”lerin, kıyâmet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı bir anda Cenâb-ı Hakk’ın arşının gölgesi altında gölgeleneceğini müjdelemektedir.[1]

Kalbin tasfiye edilip mânen yükselebilmesi için Allâh’ı zikre devâm etmek büyük ehemmiyet arz etmektedir. Mü’minler zikrin ehemmiyetini kıyâmette daha iyi anlayacaklardır. Nitekim cennete giren mü’minler hakkında Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Cennet halkı, başka bir şey için değil, sâdece dünyâda Allâh’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları vakitlere hasret ve nedâmet duyacaktır!” (Heysemî, X, 73-74)

Geceleri İhyâ Etmek

Gece, dünyâ boyuna ve endâmına göre biçilmiş bir huzur ve nîmet elbisesidir. Madden ve mânen gizlenmek isteyenler için de, mükemmel bir örtüdür. Nitekim gecenin bu vasfı Nebe’ Sûresi’nde:

“Biz geceyi bir elbise yaptık.” (en-Nebe’, 10) buyrularak beyân edilmektedir. Gerçekten gecenin, sıhhî, ictimâî, ahlâkî ve bediî bir libâs olduğu muhakkaktır. İnsanın kendi iç dünyâsına dönebil­mesi ve gündüzün maddî-mânevî sıkletlerini (ağırlıklarını) atabilmesi, ancak gecenin sükûnetine bürünmesiyle mümkündür. Çünkü gündüzler, gecenin sıhhî ve rûhî istirahatini vermekten uzaktır. Gecelerin nîmetini bilmeyenler için gündüzün hayrını düşünmek mümkün değildir. Gecenin sû-i istîmâli ve boş şeylerle geçirilmesi, sabahın selâmetini ve hakîkatini zâyî etmekten başka bir şey değildir.

Kalb eh­li için ge­ce­nin sü­kû­ne­tin­den da­ha fe­yiz­li bir za­man ola­maz. Ge­ce­le­ri -bel­li mik­tar­da- uya­nık ge­çi­re­rek onun feyz ve be­re­kâ­tın­dan is­ti­fâ­de et­mek îcâb eder. Bu hu­sus­ta âyet-i ke­rî­me­ler­de şöy­le buyrulur:

(O mut­ta­kî kim­se­ler, ge­ce­le­ri na­maz kıl­mak ve is­tiğ­fâr et­mek için) yan­la­rı­nı (tat­lı) ya­tak­la­rın­dan kal­dı­rır­lar. Rab­le­ri­ne, azâ­bın­dan kor­ka­rak ve rah­me­ti­ni uma­rak duâ eder­ler, yal­va­rır­lar. Ken­di­le­ri­ne ver­di­ği­miz rı­zık­lar­dan da ha­yır yol­la­rı­na in­fâk eder­ler. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nîmetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez.” (es-Sec­de, 16-17)

“Ge­ce­nin bir kıs­mın­da O’na sec­de et! Ge­ce­nin uzun bir bö­lü­mün­de de O’nu tes­bîh et!” (el-İn­sân, 26)

Gecenin ilâhî ve mânevî manzaralarını müşâhede edebilmek için, onu gâ­yeli kullanmak mecbûriyeti vardır.

(Gerçekten takvâ sâhibi olanlar) gecenin az bir kısmında uyurlar. Seher va­kitlerinde hep istiğfâr ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)

“Gecenin bir kısmında da uyanıp sana has bir ilâve olmak üzere namaz kıl! Umulur ki Rabbin seni makâm-ı mahmûda (şefaat makamına) ulaştırır.” (el-İsrâ, 79)

Teheccüd namazı bu âyet-i kerîme ile Peygamber Efendimiz’e farz, biz ümmetine ise sünnet-i müekkede kılınmıştır. Cenâb-ı Hak bu mühim sünneti devâm ettirenleri şöyle methetmektedir:

(O Rah­mân’ın kul­la­rı ki,) Rab­’le­ri­nin hu­zû­run­da kı­yâ­ma du­ra­rak ve sec­de­le­re ka­pa­na­rak ge­ce­le­ri­ni ih­yâ eder­ler.” (el-Fur­kân, 64)

Di­ğer bir âyet-i ke­rî­me­de Ce­nâb-ı Hak şöy­le bu­yu­rur:

(Ey Ra­sû­lüm!) Al­lâh, (ge­ce na­ma­za) kalk­tı­ğın va­kit se­ni ve sec­de eden­ler ara­sın­da dolaşmanı gö­rü­yor.” (eş-Şuarâ, 218-219)

Bu âyet-i ke­rî­menin tefsîrinde Kâ­dî Bey­zâ­vî di­yor ki:

“Üm­met için beş va­kit na­maz farz olup da ge­ce na­ma­zı sün­net hâ­li­ne ge­lin­ce, Ra­sûl-i Ek­rem -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, as­hâ­bın ah­vâ­li­ni mü­şâ­he­de sa­de­din­de ge­ce vak­ti hüc­re-i sa­âdet­le­rin­den dı­şa­rı çı­kıp as­hâ­bın ev­le­ri ara­sın­da do­laş­mış ve o ev­le­ri, Kur’ân ti­lâ­ve­ti, zi­kir ve tes­bîh ses­le­riy­le arı ko­van­la­rı gi­bi uğul­dar bir hâl­de bul­muş­tu.” (Envâru’t-Tenzîl, IV, 111)

Sâlihler ve Sâdıklarla Beraber Olmak

Kalbin muhâfazası, selâmeti ve inkişâfı için sâlihler ve sâdıklarla berâber olmak îcâb eder. Kalb, yakınında bulunduğu kimselerin mânevî tesir alanına girer ve böylece şahsiyet transferi başlar. Rûhâniyet yönünden güçlü olanlar, mânevî yönden zayıf olanları etkileyerek onlar için bir ilham kaynağı olurlar. Yâni sâdıklar ve sâlihlerin, şefkat, merhamet, rûhî incelik ve meziyetleri, etrafındakilere sirâyet eder. Sahâbe-i Kirâm’ın, ümmetin en faziletlileri olmasının sebebi de Allâh Rasûlü’nün sohbetinde bulu­nup, O’nun feyzinden nasîb almalarıdır. Ce­nâb-ı Hak âyet-i ke­rî­me­de şöy­le bu­yu­rur:

“Ey îmân eden­ler! Al­lâh’tan it­ti­kâ edin ve sâ­dık­lar­la be­râ­ber olun!” (et-Tev­be, 119)

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de sâ­dık­lar­la be­râ­ber ol­ma­nın ehemmiyetini şu misâlle ne gü­zel ifâ­de bu­yu­rur:

“İyi ar­ka­daş­la kö­tü ar­ka­da­şın misâ­li, misk ta­şı­yan­la kö­rük çe­ken in­san­lar gi­bi­dir. Misk sâ­hi­bi ya sa­na ko­ku­sun­dan ik­râm eder ve­ya sen on­dan sa­tın alır­sın.

Kö­rük çe­ke­ne ge­lin­ce, o, ya se­nin bedenini veya el­bi­se­ni ya­kar, ya­hut da oradan sana pis ko­ku­ sirâyet eder.” (Bu­hâ­rî, Bu­yû, 38)

Yine Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, ha­yat­ta iken olduğu gibi öldükten sonra da sâ­lih­ler­le be­ra­ber­ olmanın ehemmi­yet­ini:

“Ölü­le­ri­ni­zi sâ­lih in­san­la­rın ara­sı­na def­ne­di­niz.” (Dey­le­mî, Müs­ned, I, 102) hadîs-i şerîfiyle ifâde buyurmuşlardır.

Sâlihlerle berâber olanlar, zaman içinde kâbiliyetleri nisbetinde sâlihleşirler. Fâsıklarla berâber olanlar da fâsıklaşırlar. Bunun için kalb, -müsbet veya menfî- bulunduğu her mânevî iklîmin dâimî bir tesiri altındadır. Çün­kü her uzuv­da bir irâ­de bu­lun­ma­sı­na rağ­men, yal­nız kalbde irâ­de yok­tur ve kalb, çev­re­sin­den ge­len te­sir­le­rin ken­di­si­ne tel­kîn et­ti­ği is­ti­kâ­me­te tâ­bî ol­mak te­mâ­yü­lünde­dir.

Ni­te­kim Lok­man -aley­his­se­lâm-’ın oğ­lu­na yap­tı­ğı şu tavsi­ye­ler de kalbin bu hassâsiyetine işâret ederek sâlih âlimlerle beraber bulunmanın ehemmiyetine dik­kat çek­mek­te­dir:

“Yav­rum! Âlim kim­se­ler­le be­râ­ber ol ve on­la­rın soh­be­tin­den ay­rıl­ma­ma­ya ça­lış! Zî­râ Al­lâh Te­âlâ, yağ­mur­la top­ra­ğı can­lan­dır­dı­ğı gi­bi, hik­met nû­ruy­la da kalb­le­ri can­lan­dı­rır.” (Ah­med b. Han­bel, Zühd, hd. no: 551)

Sa­hâbî ha­nım­lar, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sellem-’i gör­mek­te ge­ci­ken, bu hususta ağır davranan ve O’nunla uzun za­man gö­rüş­me­yen ev­lâdla­rı­nı îkâz eder­ler­di. Ni­te­kim Hu­zey­fe -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, bir­kaç gün Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in huzûr-i âlîlerine çıkmadığı ve sohbetinde bulunmadığı için an­ne­si tarafından azarlanmıştır. Huzeyfe Hazretleri bu ibretli hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:

An­nem ba­na sor­du:

“–Pey­gam­ber Efen­di­miz’le en son ne za­man gö­rüş­tün?” Ben de:

“– Bir­kaç gün­den be­ri onun­la gö­rü­şe­me­dim.” de­dim. Ba­na çok kız­dı ve beni fe­nâ bir şe­kil­de azar­la­dı. Ben de:

“–Dur kız­ma! He­men Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’in ya­nı­na gide­yim, onun­la be­ra­ber ak­şam na­ma­zı­nı kı­la­yım, son­ra da benim ve senin için is­tiğ­fârda bulunmasını ta­leb ede­yim.” de­dim. (Tir­mi­zî, Me­nâ­kıb, 30; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, V, 391-2)

Zâkir Kalpler

Bu seviyede beden, kalbin zikri ile nûrlanmış, nefse rûhâniyet hâkim olmuş, îmân cevheri kalb cevheri ile birleşmiş ve îmân itmi’nân derecesine ulaşmıştır. Hak Teâlâ, zikri en büyük ibâdet olarak tavsîf etmekte ve îman edenlere zikre devam etmelerini âyet-i kerîmelerde şöyle emretmektedir:

“…Allâh’ı zikretmek, elbette en büyük (ibâdet)’tir…” (el-Ankebût, 45)

“Rabbinin ismini zikret! Ve bütün varlığınla O’na yönel!” (el-Müzzemmil, 8)

“Siz Ben’i zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim. Bana şük­redin ve Bana karşı nankörlükte bulunmayın!” (el-Bakara, 152)

Yüce Rabbimiz zikrin hakîkatine varan ve onu bütün fânî lezzetlerin fevkinde gören kullarını methetmekte, onların, dünyânın zînetlerine aldanmadıklarını ve kalblerinin zikirle huzur hâline kavuştuğunu şöyle bildirmektedir:

“Öyle (sâlih) kimseler vardır ki, onları, Allâh’ın zikrinden ne ticâret alıkor, ne de alışveriş!..” (en-Nûr, 37)

“…Kalbler, ancak Allâh’ın zikri ile itmi’nâna erer!” (er-Ra’d, 28)

Cenâb-ı Hak:

“…Allâh’ı çokca zikreden erkekler ve çokca zikreden kadınlar…” (el-Ahzâb, 35) âyet-i kerîmesiyle de zikre devam eden erkekleri ve kadınları ayrı ayrı senâ etmektedir.

Zikrullâha devam etmek, kalbde Allâh Teâlâ’ya muhabbet filizlerini yeşertir ve onu fânî alâkalardan uzaklaştırarak muhabbetullâh ile doldurur. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Allâh’ı sevmenin alâmeti, Allâh Teâlâ’yı zikretmeyi sevmektir.” (Su­yû­tî, el-Câ­miu’s-Sa­ğîr, II, 52)

Bu bakımdan zikirden uzak kimseler, Allâh muhabbetinden uzak kaldıkları için ilâhî tehdîd altındadırlar.[2] Âyet-i kerîmede zikirden uzaklaşmanın tehlikesi şöyle bildirilir:

“Kim Rahmân (olan Allâh)’ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. O şeytana dost olan kimse, en sonunda bize (huzûrumuza hesâb vermeye) gelince arkadaşına: «Keşke, benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kötü bir arkadaşmışsın!» der.” (ez-Zuhruf, 36-38)

Bu sebeple insan, kendisini istikâmetten saptıracak ve dalâlet girdaplarına düşürecek olan şeytandan Allâh’ı zikretmek sûretiyle korunmaya ve güzel ahlâk sâhibi olmaya çalışmalıdır. Güzel ahlâk ve güzel hasletler ise, ancak Cenâb-ı Hak’tan korkmak, O’nu çok sevmek ve O’nu çokça zikretmekle elde edilebilir.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, zikir meclislerini över ve zikre teşvîk ederek şöyle derdi:

“Zikir ve Allâh’ın nîmetlerini hatırlatmak için toplanılan meclislerden daha fazîletli hangi şey olabilir? Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâb-ı kirâmı halka halka olarak toplar ve Allâh’ı zikrederlerdi.”

Zikrin mânâya olduğu gibi maddeye de tesiri söz konusudur. Âyet-i kerîmede:

“Allâh’ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine Allâh’ın ismi zikredilmiş olan şeylerden yiyin!” (el-En’âm, 118) buyrularak bu hakîkate işâret edilmiştir.

{

Zikrin muhtelif çeşitleri vardır. Allâh’ı şöyle veya böyle zikredin, diye bir emir yoktur. Her zikirde ayrı ayrı tecellîler bulunmaktadır. Kıymet, rütbe ve netîce bakımından zikirlerin en güzeli ism-i a’zam zikridir ki, o da umûmiyetle ism-i celâl yâni “Lafzatullâh” olarak kabûl edilir. Bu isim, bütün isimlerin mânâlarını özünde toplamıştır. Bu sebeple ism-i celâlin diğer isimlere göre müstesnâ bir keyfiyeti vardır. Meselâ başındaki «ا» (elif) kaldırılsa «لله» (lillâh) olur. Birinci «ل» (lâm) harfi kaldırılsa «له» (lehû) olur. İkinci «ل» (lâm) harfi kaldırılacak olsa «ه» (hû) kalır. Bunların her biri de Allâh Teâlâ’ya işâret eder.

Bir hadîs-i şerîfte kâinâtın ayakta durmasının bile zikrullâhın devâmına bağlı olduğu ifâde edilerek:

“Yeryüzünde Allâh Allâh diyen biri var oldukça, kıyâmet kopmayacaktır.” (Müslim, Îmân, 234/148) buyrulmaktadır.

Lafza-i celâl, seçkin ve muhlis kulların çok ehemmiyet verdiği bir zikirdir. Bu zikre devâm eden kullar var oldukça, kıyâmet kopmayacaktır. O kullar öyle keyfiyette kullardır ki, Allâh -celle celâlühû-, dînî hayâtı onlarla korur. Onlar, hangi belde ve mekânda olsalar, orası muhâfaza edilir.

Kelime-i tevhîd (لا اله الا الله) zikri de, hadîs-i şerîflerde devamlı tavsiye edilmiştir. Nitekim bunlardan birinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“لا اله الا الله zikrini çok tekrarlayarak îmânınızı yenileyin!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 285/7657) buyurmuşlardır.

Kendisine bütün dünyâ tasarrufu verilen Süleymân -aleyhisselâm- da:

“Benim saltanatım geçicidir. Bir tevhîd zikrinin getireceği saltanat ise ebedî­dir…” buyurmuştur.

Zi­kir­ler için­de bil­has­sa ke­li­me-i tev­hî­din top­lu­luk hâ­lin­de zik­re­dil­me­si­nin hu­sû­sî bir ye­ri var­dır. Ni­te­kim sa­hâ­be­den Şed­dâd bin Evs -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın ri­vâ­yet et­ti­ği şu ha­dîs­te bu hu­sûsa işâ­ret buyrul­muş­tur:

Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- ya­nın­da bu­lundu­ğu­muz bir sı­ra­da bi­ze hi­tâ­ben:

“–Ara­nız­da ya­ban­cı bi­ri var mı?” di­ye sor­du­lar. Bu­ra­da­ki “ya­ban­cı” ile yahudî ve hristiyanları kasdet­miş­ti. Biz de:

“–Ha­yır, yok­ yâ Ra­sû­lal­lâh!” de­dik. Bu­nun üze­ri­ne Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, ka­pı­la­rın ka­pa­tıl­ma­sı­nı em­re­de­rek şöy­le bu­yur­du:

“–El­le­ri­ni­zi kal­dı­rın ve «Lâ ilâ­he il­lâl­lâh» de­yin!” Şed­dâd bin Evs -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, bu zi­kir mec­li­si­nin de­vâ­mı­nı şu şe­kil­de an­la­tır:

“– El­le­ri­mi­zi bir müd­det kal­dı­rıp söy­le­nildi­ği şe­kil­de (Lâ ilâ­he il­lâl­lâh! di­ye­rek) zik­ret­tik. Mü­teâkı­ben Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- el­le­ri­ni in­dir­di ve şöy­le duâ et­ti:

«–Al­lâh’ım sa­na hamd ol­sun! Rab­bim, be­ni “bu cüm­le” ile gön­der­din. Onu (söy­le­me­yi ve ge­re­ği­ni ye­ri­ne ge­tir­me­yi) ba­na em­ret­tin. Bu­na kar­şı­lık ba­na cen­ne­ti va’det­tin. Sen va’din­den as­la dön­mez­sin!» Da­ha son­ra Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- as­hâ­bına şöy­le bu­yur­du:

«–Müj­de­ler ol­sun si­ze! Mu­hak­kak ki Al­lâh Te­âlâ si­zi ba­ğış­la­dı.»” (Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, IV, 124)

Bir baş­ka ha­dîs-i şe­rîf­te de şöy­le buyrulur:

“«Lâ ilâ­he il­lâl­lâh», Al­lâh ka­tın­da­ki ye­ri ve de­ğe­ri pek bü­yük olan bir ke­li­me­dir. Kim tam bir ih­lâs ve sa­dâ­kat için­de onu söy­ler­se, Al­lâh onu cen­ne­te ko­yar. Kim de onu inan­ma­dı­ğı hâl­de sâ­de­ce di­liy­le söy­ler­se, ca­nı ve ma­lı ko­ru­nur; lâ­kin ya­rın Al­lâh’a ka­vu­şun­ca, Al­lâh da onun he­sâ­bı­nı gö­rür.” (Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, I, 26)

Her an zik­rul­lâh ve mu­râ­ka­be şu­uru için­de bu­lun­ma­nın lü­zû­mu­nu ifâ­de eden şu ha­dîs-i şe­rîf de câ­lib-i dik­kat­tir.

“Al­lâh’ı unu­ta­rak lüzum­suz ko­nuş­ma­la­ra dal­ma­yın. Çün­kü Al­lâh’ı unu­ta­rak ya­pı­lan çok ko­nuş­ma­lar kal­bi ka­tı­laş­tı­rır. Al­lâh’tan en uzak olan kim­se ise kal­bi ka­tı olan­dır.” (Tir­mi­zî, Zühd, 62)

Kelime-i tevhîd zikri, ölüm ânında da çok mühimdir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kimin (hayâtta söylediği) en son sözü لا اله الا الله olursa, cennete gider.” (Ebu Dâvud, Cenâiz, 15-16/3116)

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz, kal­bî eği­tim hu­sû­sun­da as­hâb-ı ki­râ­mın is­tî­dâ­dı­na gö­re zi­kir tâ­li­min­de bu­lu­nur­du. Üm­mü Hâ­nî ile ara­sın­da ge­çen şu ko­nuş­ma bu­nu ne gü­zel mi­sâl­len­di­rir:

Ebû Tâ­lib’in kı­zı Üm­mü Hâ­nî -ra­dı­yal­lâ­hu an­hâ-, Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e mü­râ­ca­at ede­rek:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Ben ih­ti­yar­la­dım ve za­yıf­la­dım. Ba­na otur­du­ğum yer­de ya­pa­bi­le­ce­ğim bir ibâ­det tav­si­ye eder mi­sin?” di­ye ricâda bulundu. Bunun üzerine Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Yüz de­fâ «süb­hâ­nal­lâh»,

Yüz de­fâ «el­ham­dü­lil­lâh»,

Ve yüz de­fâ «lâ ilâ­he il­lâl­lâh» de!” bu­yur­du­lar. (İbn-i Mâ­ce, Edeb, 56; Ah­med bin Han­bel, Müsned, VI, 344)

Hulâsa zikrullâh, kulun, mâsivâ karanlığından kurtularak Hakk’a vuslatın yegâne âmili olan muhabbetullâh ile gönlünü nûrlandırması demektir. Bu dünyâ hayatında Rabbimizi ne kadar zikredebilirsek, yarın âhirette ilâhî vuslata o nisbette nâil olacağız. Bu sebeple dînimizdeki zikr u tesbîhin ihtişâmına dikkat et­mek mecbûriyetindeyiz. Ayrıca zikrin bereketi, gönüllerde tahakkuk ettiği için de, ehlullâh “her gördüğünü Hızır bilmek” düstûruna dikkat etmişlerdir. Çünkü zikirle dolu gönüller, her biri ayrı tecellîler içerisinde Hakk’a açılan muhabbet ve vuslat pencereleridir. Velhâsıl Hakk’a giden yollar, mahlûkâtın nefesleri sayısıncadır.

Diri Kalpler

Bu kalbler, peygamberlerin ve evliyâullâhın kalbleridir. Bu kimselerde Allâh Teâlâ’nın bir kısım sıfatları tecellî etmiştir. Diri kalbli olanlar, Allâh -celle ce­lâlühû-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Kur’ân-ı Kerîm ahlâkı ile kemâle ermiş kişilerdir.

Sekizinci Hicrî asırda yaşayan büyük velîlerden Nec­med­dîn-i Küb­râ Haz­ret­le­ri, ta­le­be­le­riy­le bir­lik­te sâ­lih bir zâ­tın ce­nâ­ze­si­ne iş­ti­râk eder. Mev­tâ­ya tel­kin­de bulunulduğu sırada Nec­med­dîn-i Küb­râ Haz­ret­le­ri, te­bes­süm eder. Ta­le­be­le­ri, ho­ca­la­rı­nın böy­le bir an­da te­bes­süm et­me­si­ne hay­ret edip bu­nun hik­me­ti­ni so­rar­lar. Haz­ret açık­la­mak is­te­mez. Fa­kat ıs­râr edi­lin­ce şöy­le der:

“–Telkini, diri ölüye yapar. Hâlbuki burada tel­kin ve­ren kimse­nin kal­bi gâ­fil; me­za­ra gi­ren mev­tâ­nın kal­bi ise dip­di­ri. Gâ­fil bi­ri­nin kal­ben di­ri ola­na tel­kin ver­mesi­ne ta­ac­cüp et­tim.”

Yüce Allâh’ı zikir hâlinde olan kalbler, O’nun himâye ve muhâfazasına gi­rer. O zaman kalb, ilâhî esrâr âlemine doğru merhale almaya başlar. İlâhî âlemin sırları, eşyânın hakîkati, insan ve kâinâtın esrârı ortaya çıkar. Kul, kalb-i selîm tecellîlerine mazhar olur. Hak Teâlâ buyurur:

“Size katımızda mertebece yakınlık sağlayacak olan ne mallarınız ne de evlâdlarınızdır! Ancak îmân edip sâlih amel işleyenler müstesnâ. Onlara işledikleri ameller sebebiyle kat kat mükâfât vardır. İşte onlar (cennetteki) yüksek köşklerde emniyet içinde olan kimselerdir.” (Sebe’, 37)

Bir başka âyet-i celîlede de şöyle buyrulmaktadır:

“O gün, ne mal fay­da ve­rir, ne de ev­lâd. An­cak Al­lâh’a kalb-i se­lîm (te­miz bir kalb) ile ge­len­ler müs­tes­nâ.” (eş-Şu­arâ, 88-89)

Demek ki Hakk’a yakınlık, ancak temizlenmiş, selâmete ermiş bir kalb ile mümkündür. Bütün ibâdetlerde, bu hakîkat çok mühimdir. Nitekim âyet-i kerîmede kurban ibâdetiyle alâkalı olarak şöyle buyrulmaktadır:

“Onların (kurbanlarınızın) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sâdece sizin takvânız ulaşır!..” (el-Hacc, 37)

İlâhî hazîneler ve sırlar, insana ithâf edilmiştir. Cenâb-ı Hak, yüce varlığını, insanın kudsî yapısında tanıtmayı murâd etmiştir. Bu sebeple insan, şerefini, haysiyetini ve mükerremliğini idrâk ettiği zaman hakîkî mânâda insan hâline gelir.

Îmânlı ölmenin, ilâhî neşveler ve safâlara kavuşmanın yolu, diri bir kalble dâimî olarak ihsan şuurunda yaşamaktan geçmektedir.

Allâh -celle celâlühû- cümlemize, ölmeden önce böyle bir kalbe sâhip olmayı ve bununla Rabbimizi her an zikretmeyi nasîb eylesin! Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91. [2] Bkz. ez-Zümer, 22.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

Kalp ve Sırları Nelerdir?