İnsanın Yaratılış Mucizesi
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Zigotun tüplerdeki mâcerası, basit bir bölünüp çoğalma faaliyeti değildir.
İlk başta oluşturulan hücreler tıpatıp aynıyken, ilerleyen saatlerde birtakım değişiklikler meydana gelir. Bölünerek çoğalan hücre kitlesi, rahme ilerlerken etrafını saran bir zar içinde bulunur. Bu zar, onları dağılmaktan korurken, beslenmelerine de zemin hazırlar. Ancak hücre sayısı arttıkça gelişime engel olmaması için zarın görevinin bitmesi mecburidir. Çoğalan hücreler zarı patlatırlar. Ama bu sefer de ortaya yeni bir tehlike çıkar, hücrelerin birbirinden ayrılarak dağılmaları ve insanı teşekkül ettirememeleri… Ancak aslâ buna izin verilmez.
Hücreler birbirine tutunarak bir kısmı ortada birleşirken, bir kısmı daire şeklinde bir yapı oluştururlar. Bu yapının özel bir ismi ve görevi vardır, görüntüsü de tıpkı taşlı bir yüzük gibidir. Bunun oluşması için 4,5 günlük bir zaman geçmiştir ve rahme de iyice yaklaşılmıştır.
İLAHİ BİR İNŞA
Bilinçli bir oluşum olan bu yapının iç tarafında kalan hücreler; zamanla trilyonlara ulaşarak ve farklılaşarak doku ve organları meydana getirecektir. Etrafı çevreleyen hücreler ise, rahme tutunma, gömülme ve bebeği anne rahminde besleme vazifesini üstlenecek olan “eş”i (plasentayı) inşâ edecektir.
Bölünerek çoğalan hücre topluluğu 1-2-4… derken yüzlerce hücreden oluşan bir dut küresi meydana gelir. Eğer, 40 hafta boyunca hücreler, hiçbir değişime uğramadan sadece bölünerek çoğalsalardı, 40 haftanın sonunda dünyaya gelen şey, herkesin kucağına alıp sevmek istediği tatlı, minik bir yavru yerine; trilyonlarca hücreden müteşekkil, üzüm salkımı gibi bir et yığını olurdu. Hâlbuki daha 4,5 günlükken değişim süreci başlar; bu hücreler bir gayeye hizmet etmek üzere kenara doğru itilirler ve insanın ilk yapısının içi boşalır. İçi mâyî (sıvı) ile dolu lastik bir topa benzeyen taşlı yüzük manzarası ortaya çıkar. Bu manzaraya sahip olan hücre topluluğu, 4,5 günden sonra rahme gelir ve tutunacak bir yer arar. Bu yapılanma, ilerde meydana gelecek olan hücresel değişikliklerin temelini oluşturmada ilk adımdır.
Zigot; bölünüp çoğalarak rahme doğru ilerlerken yumurtanın içindeki besin deposunu kullanmaktadır. Ancak bu depo, rahme gelene kadar tüketilir ve yeni bir kaynak gerekir. İşte tam bu sırada, anne rahmi ileri görüşlü ve üstün zekâlı bir varlık gibi hareket ederek, hâmilelik ürününü taşımak üzere hazırlanmakta, yumuşak, hareketsiz ve bol gıdalı bir hâle gelmektedir. Kan damarlarını zigotu beslemek üzere yüzeye doğru ulaştırarak, dolaşımını zenginleştirmekte, gelen misafiri bağrına basmak için hazır beklemektedir.
TOPRAĞA KARIŞMAK GİBİ KAVUŞMAK
40 hafta boyunca kalacağı yere gelen zigot, gömülmek için uygun bir yer arar. Zigotun rahme yuvalanması, bir tohumun toprağa gömülüşüne benzer. İçi boşalmış lastik topa benzeyen yapının dış tabakasını çevreleyen hücreler, kemirici vasıfta olup rahmin içine doğru uzanmaya, kan damarlarının cidârını (duvarlarını) açarak gıda maddelerini zigota ulaştırmaya başlarlar. Böylelikle, düzenli bir dolaşım oluşana kadar da beslenmenin temelini atmış olurlar. Zigot, rahim duvarına gömüldüğünde etrafı kanla dolar ki, burası annenin damarlarından toplanan bir besin deposudur.
Anne rahmi, şimdiden fedakârlığa başlamış, damarlarını kemirerek ilerleyen hücrelere yolu açmıştır. Kemirgen hücrelerin ürettikleri birtakım kimyevî maddelerle, rahim duvarına gelen kılcalların çeperini parçalamaları, 40 haftasını emniyet ve güven içinde geçireceği yere gelen zigot için; hayatî bir tedbirdir. Zira bu parçalama işi, anne kanının gelişmekte olan embriyoya yüksek bir basınçla ulaşmasına engel olur. Şayet bu tedbir alınmasaydı, sağlam bir karargâhta 40 hafta geçirmeye gelen zigotun hayatı daha başlamadan sona erecekti.
Zigottan neşet eden ve kaynağı aynı olan hücrelerin bir kısmı farklı bir vazife üstlenerek, büyüyüp gelişecek olan bebeğe hayatî destek sağlamak üzere plasentayı (bebeğin eşini; yani ana rahminde bebeğin beslenmesi, hamileliğin devamı gibi pek çok vazifesi olan, hâmileliğe özel olarak ortaya çıkan ve doğumla vazifesi sona eren özel bir oluşumu) meydana getirirken; diğer bir kısmı da insanı inşâ etmek üzere farklılaşmaya başlar. Toprağa gömülen tohumun sulandıkça büyüyüp filiz vermesi gibi, anne rahmine gömülen zigot da; annenin dolaşımından beslenerek zamanla büyüyüp gelişecek, değişecek ve insan meyvesini verecektir.
Zigotun hem ana rahmine gömülmesi, hem de bir insana dönüşmesinde meydana gelen reaksiyonlar câlib-i dikkattir. Bugünden sonra o yeni bir safhaya girmekte ve embriyo öncesi dönem başlamaktadır. Değme embriyologlara, histologlara, fizyologlara… hâsılı onlarca fakülte bitirmiş bilim adamlarına taş çıkartacak bir bilgiyle hareket eden bu yapı, akl-ı selîm sahiplerine hikmetli dersler vermektedir.
YARATAN RABBİNİN ADIYLA OKU
Konuyla alakalı olarak Alak Sûresi’nin 1 ve 2. âyet-i kerîmelerinde:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan (bir alaktan, bir yere bir noktadan bağlı olan şeyden, döllenmiş hücreden, embriyodan) yarattı.” buyrulmaktadır.
Tefsir âlimleri tarafından “koyu kan, kan pıhtısı, tutmak, asılmak, yapışmak, ilişmek, yapışkan, ilişken nesne…” gibi mânâlar verilen “alak” kelimesi, tam da bu safhada meydana gelen hadiseleri özetleyen mûcizevî bir kelimedir.
Zigot, rahim duvarına taşlı yüzük şeklinde gelir. Yüzüğün taş kısmındaki hücreler rahim duvarındaki kan damarlarını açarak, kemirerek rahmin içine doğru ilerlerler. Bu şekilde zigot, rahim duvarına tutunup asılır, yani yapışır ve açılan damarlardan gelen kanla etrafı dolar. Zigotun hacmi çok küçük olduğundan etrafındaki kanla fark edilir.
Fakültelerde yıllarca okuya okuya anlayıp ezberlemede acze düştüğümüz konuları, zigot bizden çok önce öğrenmiştir. Hem de hiç şaşırıp zorlanmadan, vakti zamanı gelen işlemleri tatbik etmektedir. Biz de ona bakıp inceleyerek:
“-Üçüncü gün şu olmakta, beşinci gün bu olmakta, birinci ay şu gelişim tamamlanmakta!” deriz.
Sanki bunları yapan bizmişiz gibi, sahip olduğumuz bilgiyle övünmekten de geri kalmayız.
“-Allah, Kur’ân’da okumayı emretmiş; biz de okuduk, fakülteleri bitirdik, diplomalarımızı da aldık, Allâh’ın emrini yerine getirdik!” zannederiz.
OKUMANIN MÂNÂSI NEDİR?
“Ol” deyince olduran yüce Rabbimizin, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Hira Mağarası’nda bildirdiği ilk vahiyle; ümmî Peygamberinden “okumasını” istemesi mânidardır. Bu emir, sonraki âyette de tekrar edilmiştir. Burada istenen; âciz aklımızla anladığımız, yazılı bir metinden okumak, fakülteleri bitirip diploma sahibi olmak mıdır?
Sınırsız bir ilimle, varlığa muhteşem ve mükemmel bir nizam koyan kimdir? Gözümüzle göremediğimiz bir âlemde, bunca akıl almaz işleri meydana getiren nasıl bir kudrettir? Şuursuz bir tohum hücresi, ana rahminde insana nasıl dönüşür? Bir bitki, haşere veya başka bir canlı olmaktan onu koruyan hangi ilimdir? İdrâki zorlayan bir ihtişamla insanı türlü merhalelerden geçirerek yaratan, ona en güzel şekli veren, en mükemmel cihazlarla onu donatan, acaba ondan ne istiyor?
Daha dünyaya gelmeden onu korumaya alan, sayısız atomu emrine gönderen, doğduğunda “âcizlik dönemi” geçene kadar onu himaye ettiren, kâinâtı emrine âmâde kılan bütün bunları niçin yapmıştır? Uçsuz bucaksız kâinât infilâka doğru giderken, insan nereye gidiyor? Varlık, belli bir müddet sonunda yok olmak için mi yaratıldı?!
İşte okumak, bütün bu soruların cevabını verecek olan “okumak”tır. Bu okumak; varlık üzerinde tefekkür ve tezekkür ederek eserden müessire, sanattan sanatkâra götürecek, hikmette derinleştirecek, kişiyi hakikî ilmin sahibine ulaştıracak, Yaratıcısını tanıttıracak ve en mühimi Allâh’ın adıyla başlayacak olan “okumak”tır. Yaratılışın sebep ve hikmetini kavratacak olan okumaktır.
İNSANOĞLUNU KİBRE İTEN ŞEY
Yerlerin ve göklerin yüklenmeye çekindiği “emanet”in kendisine tevdî edildiği insanoğlu; kâinata işlenmiş nakışları ve kudret akışlarını görerek, zihninden mütâlaa ederek, varlığın sahibini tanıyacak cihazlarla donatılmıştır. Ancak bu mükemmel tasarım ve donanım, okuyabilme-yazabilme veya bir şeyleri becerebilme kabiliyeti çoğu zaman onun kendinde bir varlık görerek kibre kapılmasına ve “Ben yaptım!” demesine sebep olmaktadır. Hâlbuki müteakip âyette onun acziyetine vurgu yapılarak, kimi zaman tiksinti veren bir maddeden, donuk bir kan pıhtısından, aşılanmış bir yumurtadan yaratıldığı hatırlatılmakta, kalemle yazmayı öğretenin de bilmediklerini belletenin de Rabbimiz olduğu buyrulmaktadır.
Bu şekilde âyet, bizlere İlâhî kudret ve azamet karşısında hiçliğimizi bildirerek tefekküre sevk etmekte, insanı en yüce kudretin ve en sınırsız ilmin sahibine kul olmakla şereflenmeye davet etmektedir. Yoksa zahirî ilimlerin zirvesine çıkartan bir ilmin sahibi bile olsa, kişiyi mârifetullâha ulaştırmayan bir bilgi, ona saâdet bahşetmediği gibi, maâzallâh belki bizzat helâkine de sebep olabilir.
İKİ DÜNYA ARASINDA
İnsan olana gereken; âyet-i kerîmelerde bildirildiği gibi akletmek, tefekkür etmek, ibret almak, kendisine verilen cihazları, ilâhî emir doğrultusunda kullanarak nereden geldiğini unutmamak, hiçliğini idrâk etmek, en yüce kudretin önünde boyun bükmek; “Ben yaptım, ben bildim!” yerine, “Sen yaptırdın, Sen bildirdin yâ Rabbi!” diyebilmektir. Bu şekilde samimi bir kulluk idrâki içinde varacağı menzile de hazırlık yapmaktır.
Rabbimiz, cümlemizi fânî diplomaların dünyevî câzibesine aldanıp da iki dünyasını da karartma ahmaklığından muhafaza eylesin. Esas hayatın âhiret hayatı olduğunun şuur ve idrâki içinde kabirde ve mahşerde geçerli olacak diplomaların sahibi kılsın. Şâirin dediği gibi:
Yerden alkış alacak diploma çoktur sende,
Gökten alkış alacak karnelerin var mı gönül!
(Seyrî)
Kaynak: Betül Nefise İnal, Şebnem Dergisi, Sayı: 130
İslam ve İhsan
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/insanin-yaratilis-mucizesi.html