Ahiret Yolculuğu

Ahiret Yolculuğu

Ahirete hazırlık nasıl yapılır? “Her canlı ölümü tadacaktır” ayetini nasıl anlamalıyız? Ölüm nasıl güzelleşir? Müslümanın kendisine sorması gereken sorular nelerdir? İşte Ahiret yolculuğunun durakları…

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bütün canlılar için tâyin ettiği ilâhî bir kânundur ki; her doğan, kendisine takdir edilen ömür kadar yaşar ve bu zaman dilimi nihâyete erince muhakkak ölür. Hiçbir canlı, bu ilâhî kânunun dışına çıkamaz. Hayat, bir fânîlik akışı içinde deverân edip gider.

Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulmaktadır:

“Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkī kalacaktır.” (er-Rahmân, 26-27)

Bu cihan; ilâhî bir imtihan âlemi mâhiyetinde yaratılmıştır. Onda meydana gelen her hâdisede sayısız hikmet tecellîleri; her nîmet veya musîbette de nice ibret tezâhürleri mevcuttur. İşte bu cihânın vazifesi, üzerinde yaşayan son insanın vefâtıyla son bulacak ve daha sonra bu dünya infilâk edecektir. Akabinde de Cenâb-ı Hakk’ın dilemesiyle yeni baştan bir düzen, kıyâmet ile bambaşka bir hayat tarzı başlayacaktır.

İnce gâyeler ve sonsuz hikmetlerin tezâhür aynası olan bu kâinât, insana, kulluk şuur ve idrâkini kazandırmak için tezyîn edilmiş ilâhî bir dershâne hükmündedir. Yani insan, kulluk tahsili yapmak ve Cenâb-ı Hakk’a sadâkatini tescil ettirmek için dünyaya gönderilmiştir.

İnsanın yeryüzündeki mevcûdiyeti, aslâ hikmetsiz bir mâcerânın tesâdüfü değildir. Bu şuur ve idrâki kazanabilmesi için de insana akıl, iz’ân ve idrâk verilmiş, Cenâb-ı Hak gönderdiği peygamberlerle, indirdiği suhuf ve kitaplarla ona dâimâ istikâmet yolunu göstermiştir. Zerreden kürreye, mikrodan makroya bütün varlıklar, bir hikmet ve gâye üzerine yaratılmıştır.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38)

“İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?!” (el-Kıyâme, 36)

“Biz’im sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

HER CANLI ÖLÜMÜ TADACAKTIR

“Ben, cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyuran Yüce Rabbimiz, bizlerden yalnızca ibadet ve kulluk istiyor. Bunun neticesinde de mânen merhaleler katederek mârifetullâh’a nâil olmamızı, yani Rabbimiz’i kalben tanıyabilmemizi arzu ediyor.

Dolayısıyla, bir kimsenin şu fânî dünya misâfirhânesine geliş gâyesini, cihandaki mes’ûliyetini, hayata doğup bir müddet sonra ölümün girdaplarına atılmanın hikmetini bilmeden, gâfil bir yolcu edâsıyla hareket etmesi; ne hazin bir aldanıştır! Âhirette hesâbını vereceğini düşünmeden, dünyayı çirkin amellerin bir rezâlet meydanına çevirmek; ne acı bir hüsrandır! Bu hüsrandan kurtulabilmek, ancak sayılı nefesleri ebediyet yolculuğunun saâdet hamleleri olarak değerlendirebilmekle mümkündür.

Şüphesiz ki her hayat seyyâhının muhakkak başına gelecek olan “ölüm”, bütün idrâk sahiplerinin çözmeye mecbur bulunduğu bir muammâdır. Nitekim Enbiyâ Sûresi’nin 35. âyetinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Her canlı ölümü tadar. Bir imtihan olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak Bizʼe döndürüleceksiniz.”

Mülk Sûresi’nin 2. âyetinde de:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölüm ve hayatı yaratmıştır…” buyrulmaktadır.

Yani ölüm, her fânî için kaçınılmaz bir istikbal gerçeğidir. Unutmayalım ki; ne dünyada ölümden kaçacak bir mekân, ne kabirde geri dönmeye imkân, ne de kıyâmetin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır. Kur’ân-ı Kerîm, ölüm hakîkatinden kaçmak isteyenlere şöyle seslenir:

“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allâh’a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (el-Cum’a, 8)

(Ey Resûlüm!) De ki: Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!..” (en-Nisâ, 78)

ÖLÜMÜ GÜZELLEŞTİRMEYE ÇALIŞMAK

Mâdem ki ölümden kaçış yok, öyleyse yapılması gereken; ölümü güzelleştirmeye çalışmak.

Peki, ölüm nasıl güzelleşir? Ölüm, kimler için âdeta gurbetten sılaya dönüş huzuru ve sevdiğine vuslat sevinci olur?

Nasıl ki, güzel ve hayırlı bir netice için güzel bir gidişat zarurî ise, mesut bir âhiret hayatı için de îman ve sâlih amellerle müzeyyen, istikâmet üzere bir dünya hayatı elzemdir. Ebedî saâdete açılan bir ölüm, ancak îman ve Kur’ân nurları altında geçen nezih bir hayatın mükâfâtıdır.

Dolayısıyla bir Müslümanın, İslâm’ı hayatının hiçbir safhasında unutmaması gerekir. Yirmi dört saatini, kendisine en zirve rehber olarak takdim edilen Peygamberler Sultânı Efendimiz gibi değerlendirme gayreti içinde bulunması îcâb eder. Bu hususta da kendi hâlini ciddiyetle ve sık sık mîzân etmesi gerekir.

Zira Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur:

“Hesâba çekilmeden evvel kendinizi hesâba çekiniz. En büyük arz (yani Allah Teâlâ’nın huzûruna çıkarılıp O’na arz edileceğiniz gün) için (sâlih amellerle) süsleniniz! Şüphesiz dünyadayken nefsini hesâba çeken kimse için kıyâmet günündeki hesap hafif olacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

MÜSLÜMANIN HER GECE KENDİSİNE SORMASI GEREKEN 40 SORU

Meselâ bir Müslüman her gece; yaşadığı günün muhâsebesini yapmalı ve kendine şu sualleri sormalıdır:

1) Bu sabah hayat defterini nasıl açtın? Sana yeni bir gün bahşeden Rabbine şükrettin mi?-

2) Cenâb-ı Hakk’ın seni istiğfâra dâvet ettiği seher vaktinde, O’nunla buluşmaya koşabildin mi? O vakitte tuğyân eden ilâhî rahmet ve mağfiretten ne kadar nasiplenebildin? Yoksa o husûsî fırsat demlerini, uykuyla zâyî mi ettin?

3) Seher vaktinin feyzini bütün gününe taşıyabildin mi? Bugün, hayatın ne kadar zikrullah ikliminde geçti? Ne kadar Rabbini hatırlayabilmenin rûhâniyeti içinde oldun?

4) Bugün, nefsânî lezzetleri yok eden ölümü tefekkür ettin mi?

5) Bugün hayatın gereksiz telâşlarından sıyrılıp ne kadar Rabbine yöneldin? Karşılaştığın ilâhî kudret ve azamet nakışları, gönlünde ne kadar bir tefekkür derinliği meydana getirdi?

6) Minarelerden yükselen ilâhî dâvete kulak verip kaç vaktini cemaatle kılabildin? Namazlarını Hakk’ın râzı olduğu kıvamda; yani huşû içinde, kalp ve beden âhengiyle edâ edebildin mi?

7) Bugün kazancının, yediğinin, içtiğinin ve giydiğinin; helâl mi, şüpheli mi, haram mı olduğuna dikkat ettin mi? Haramlardan sakınma duygusu her davranışında seninle beraber oldu mu?

8) Bugün kul haklarına dikkat ettin mi? “Üzerime hiçbir kul hakkı geçmedi, kimseyi incitmedim.” diyebilir misin?

9) Bugün mahlûkâta, Hâlık’ının şefkat, merhamet ve muhabbet nazarıyla bakabildin mi?

10) Kapındaki kedinin ve köpeğin hakkına dikkat ettin mi? Kedisini aç bırakarak ölümüne sebep olan bir kişinin ilâhî azâba, susuz bir köpeğe su veren bir kişinin de ilâhî affa nâil olduğunu düşünerek, mahlûkâta merhametle muâmelede bulundun mu?

11) Bugün, annenin, babanın, akrabalarının hâlini hatırını sorup gönüllerini alabildin mi? Eğer onlar âhirete intikal etmiş iseler, ruhları için bir Fâtiha okuyup hediye edebildin mi?

11) Bugün aile yuvanı gönül gözüyle seyredip, oranın bir cennet bahçesi olduğu idrâkiyle; sokakların, çarşı-pazarın, modaların, reklâmların, televizyonun, internetin menfî tesirlerinden kendini ve çoluk-çocuğunu koruyabildin mi? Bu hususta;

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6) emr-i ilâhîsini hayatına ne kadar tatbik edebildin?

12) Şayet evinin hanımı isen, beyini güler yüz ve muhabbetle uğurlayıp helâl rızık getirmesi için duâ ettin mi? Akşam yine onu tebessüm ve tatlı dille karşılayıp yorgunluğunu gidermeye, nezih ve örnek bir aile olmaya çalıştın mı?

13) Şayet evinin beyi isen, hanımına ve evlâtlarına karşı ne kadar müşfik ve merhametli davrandın? Senin onlara bırakabileceğin en büyük mîrâsın, âhiret mîrâsı olduğunu düşünüp onların dînî, ahlâkî ve mânevî terakkîleri için ne kadar gayret gösterebildin?

14) Allâh’ın sana emânet olarak ihsân ettiği evlâtlarına, bugün terbiye ve âdâb olarak ne öğrettin? Allah ve Rasûlü’nün aşkını, enbiyâ ve evliyânın sevgisini onların gönüllerine aşılayabildin mi?

15) Yarın seni temsil edecek, senin devam eden parçan olacak evlâtlarına İslâm şahsiyeti kazandırabilmek için bugün neler yaptın?

16) Kıyâmet günü, senin için yüz akı ve göz aydınlığı olmaları gayesiyle bugün yavrularının gönül bahçelerine hangi fazîlet tohumlarını ektin?

17) Evlâtlarına dînin, îmânın, vatanın, bütün mukaddesâtın bir emânet olduğu şuurunu verebildin mi? Bu cennet vatanı bizlere hediye eden ecdâdını ve Allah yolunda canlarını seve seve fedâ eden aziz şehidleri, onların îman heyecanlarını evlâtlarına hatırlatabildin mi? Allâh’ın en büyük nîmeti olan Kur’ân’ın, semâlarımızda yankılanan ezanların ve hür bir şekilde dalgalanan bayrağımızın, en büyük şeref ve haysiyetimiz olduğunu idrâk ettirebildin mi?

18) Evlâdının dünyevî tahsili için yıllarca emek, zaman ve masraf sarf ediyorsun; ya onun âhiret tahsili için ne yaptın? Evlâdının ebedî istikbâlini ilgilendiren bu tahsil için, sadece yaz mevsiminde bir-iki ay câmiye göndermeyi yeterli mi gördün?

19) Bugün hidâyete muhtaç insanlara; yumuşak bir dil, hayranlık uyandıran bir hâl ve rahmet tevzî eden bir kalp ile yaklaşabildin mi? Onlara emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunup hidâyetleri için duâ ettin mi? Onlara hâlinle de örnek bir “müslüman şahsiyeti” sergileyebildin mi?

20) Bugün selde sürüklenen kütükler misâli nesiller kaybolurken; başta aile efrâdın olmak üzere, mes’ul olduğun insanları devrin fitne ve şerlerinden muhafaza için hangi tedbirleri aldın?

21) Bir çocuğun yahut bir gencin elinden tutup câmiye götürebildin mi? Birkaç genci etrafına toplayıp, maddî-mânevî ikramlarda bulunarak hak ve hakîkati sevdirmeye çalıştın mı? Allah için sevdiğin bir kişiye hediye olarak ne verdin?

22) Bugün Allâh’ın sana ihsân ettiği nîmetleri kimlerle ve ne kadar paylaşabildin? Bugün infâk ehli olabildin mi?

23) Bugün bir mü’mini sevindirmenin kalbî hazzını tadabildin mi?

24) Bugün bir yetim başı okşadın mı? Bir hastayı ziyaret ettin mi? Bir cenâze teşyîinde bulundun mu?[1]

25) Bugün komşularınla ve civarındaki muhtaçlarla alâkadar oldun mu? Aç yatan komşunun, soğukta titreyen gariplerin ıztırâbı yüreğini sızlattı mı?

26) Bugün memleketimize sığınan Suriye muhâcirleriyle imkânlarını paylaşabildin mi? O Muhâcirlere Ensâr olma yolunda mesafe katedebildin mi?

27) Bugün dünyanın diğer ucunda da olsa ümmet-i Muhammed’in derdiyle dertlendin mi? Mazlumların çektiği çilelerden dolayı yüreğinde bir ıztırap hissettin mi?

28) Bugün açların doyması, hastaların şifâ bulması, borçları altında ezilenlerin feraha çıkması için herhangi bir gayret gösterdin mi? Bu maksatla kalbî, kavlî ve en mühimi de fiilî duâlar ettin mi?

29) Bugün, tanıdığın tanımadığın herkese Allah için selâm verebildin mi? Tebessümü sadaka bilip insanları mütebessim bir çehre ile karşılayabildin mi?

30) Bugün sana sert ve kaba davranan, kötülük yapan bir kişiye Allah için iyilikle mukâbelede bulunup onu affedebildin mi?

31) Bugün hiç dost kazanabildin mi? Kaç dostunla dostluğunu tazeledin?

32) Bugün bir Allah dostuyla veya sâlih insanlarla beraber olmaya gayret ettin mi? Sana -nefsinin hoşuna gitmese bile- Hak rızâsı için dâimâ doğruları söyleyecek sâlih ve sâdık bir dost edindin mi? Fâsık ve fâcirlerle beraberlikten kalbini koruma endişesi taşıdın mı?

33) Bugün yoldan, insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırdın mı?

34) Bugün faydalı ilmini artıran, irfânını geliştiren herhangi bir hizmet veya faaliyet içinde bulundun mu?

35) Bir gönül eczahânesi olan sohbetlerden, kalbine ve rûhuna şifâ olacak, feyzini artıracak mânevî ilâçları alabildin mi?

36) Kıyâmete kadar devam edecek en büyük mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm’den bugün kaç sayfa okudun? Orada sana verilen mesajları tefekkür ederek mûcibince amel ettin mi? En hayırlılardan olmak için; Kur’ân’ı öğretenlerden, Kur’ân hizmetine koşanlardan, yardım edenlerden oldun mu?

37) Bugün, hayatına sızmaya çalışan kötü alışkanlıklara karşı koyma irâdesini gösterebildin mi?

38) Bugün dilini, boş ve lâubâlî konuşmalardan, yalan ve dedikodudan, gıybet ve münâkaşadan ve bir gönle diken batırmaktan muhafaza edebildin mi?

39) Bugün hayat defterini nasıl kapattın? Amel defterinin bugüne ait sayfalarına neler yazıldı? İlâhî hesap gününde bugünkü sayfanın hesâbını verebilecek misin?

40) Velhâsıl bugün; dâimî bir hayat kaseti doldurmakta olduğunu, her hâl ve hareketinin ilâhî kameralarla kayda alındığını hiç düşündün mü? Geçirdiğin son yirmi dört saatin muhâsebesini yapıp nefsinle hesaplaştın mı?..

İşte bu nevî muhâsebelerle gayrete gelip ölüme lâyıkıyla hazırlanabilen mü’minler, ölümden korku duymak yerine onu ebedî bir vuslat vesîlesi olarak telâkkî ederler. Böyle olunca da, her iki âlem arasında geçit vazifesi gören ölüm güzelleşmeye başlar.

Demek ki ölümün soğuk ürpertilerinden kurtulmanın yegâne çâresi; “Ölmeden evvel ölünüz!” ifâdesinin tefekküründe derinleşerek sâlihâne bir ömür yaşamaya gayret etmektir. Zira;

HERKESİN ÖLÜMÜ KENDİ RENGİNDE OLACAKTIR

Her hayat sahibinin mutlakâ başından geçecek olan ölüm, insanın şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmet gibidir. Nasıl ki Allâh’a îman edip istikâmet üzere bir kulluk hayatı yaşayanlara kıyâmet günü korku ve hüzün olmayacaksa, kişinin husûsî kıyâmeti demek olan ölüm ânında da aynı durum yaşanacaktır. Bu itibarla ölüm, kişinin mânevî derecesine göre tecellî edecektir.

Hazret-i Mevlânâ bu hakîkati ne güzel îzah eder:

“Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir. Allâh’a vuslat olduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

“Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun; sen kendi günah ve gafletlerinden korkuyorsun.”

“Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun; ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göre tezâhür eder…”

“Kıyâmet günü, alacalı öküzler, yani kötü düşünceli kâfirler ve fâsıklar için korkunç bir kurban bayramıdır. O gün, öküzlere ölüm, müʼminlere ise bayram günüdür.”

Nasıl ki kurban bayramında mü’minler bayram eder, hayvanat ise bıçak altına yatar; kıyâmet gününde de insanların hâli, dünyadaki tercih, temâyül ve istikâmetlerine göre, bu iki durumdan birine benzeyecektir. Ya bayram edenlerden olacaklardır, ya da azâba müstahak olanlardan…

Bu hakîkat dolayısıyla bir kul, hayatını sırf dünyaya îmân etmiş gibi nefsinin esiri olarak yaşarsa, kabir onu karanlık bir mahzen ve kâbuslarla dolu bir zindan hâlinde karşılar. Ölümün dehşeti hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar.

Fakat kul, İslâmî esaslara riâyetle nefsânî arzularını aşar ve rûhunda meknuz olan ulvî vasıflar istikâmetinde merhaleler katederse, ölüm, hayal ötesi muazzam ve müteâl olan Rabbe vuslatın mecburî bir şartı olarak görülür. Böylece ekseri insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm, gönüllerde “En Yüce Dost”a kavuşma heyecanına dönüşür.

Nitekim Mevlânâ Hazretleri, kendi ölüm gecesini de “Şeb-i Arûs: düğün gecesi”, yani dünya gurbetinden kurtulup sılaya vuslat şeklinde telâkkî etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu dünya derdi var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme! Sakın ola ki öldüğüm için ağlama; «Yazık, vah-vah!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!

Beni toprağa verdiklerinde de; «Vedâ, vedâ!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!

Mezar bir perdedir ki, onun arkasında Cennet’in huzuru vardır! Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret! Güneş’le Ay’a, ufukta kaybolmaktan dolayı hiçbir ziyan gelir mi?

Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!

Tohum toprağa düşse onun için «öldü» denebilir mi?..

Bil ki ölüm, rûhun bir başka âleme doğmasının sancısıdır. Yani bu fânî âlem için adı ölümdür, ama bâkī ve ebedî olan âlem için adı doğumdur!..

Hem değil mi ki, canı Allah almaktadır; bil ki ölüm, has kullar için şeker gibi tatlıdır. Kezâ ölüm, ateş bile olsa, Allâh’a halîl/dost olana güllük gülistanlıktır; âb-ı hayattır…”

Velhâsıl ölüm, bir yok oluş değil, ebedî hayata doğuştur. Nasıl ki bir bebeğe göre dünyaya geliş bir doğum oluyorsa, rûhun bedenden çıkıp âlem-i berzaha gitmesi de bir başka âleme doğuştur. Oradan da ebediyet yurdu olan âhirete bir doğum olacaktır.

MÜSLÜMAN OLARAK CAN VEREBİLMEK

Cenâb-ı Hak, hayatımızın hazin bir âkıbetle neticelenmemesi için, bütün hâl ve davranışlarımızın ne şekilde olması gerektiğine dâir, pek çok îkazlarda bulunmuştur. Bunların belki de en mühimlerinden biri şöyledir:

“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Bizler meccânen, yani bir bedel ödemeden yokluktan varlığa çıkarıldık. Varlıklar içinde insan, insanlar içinde Müslüman olmakla şereflendik. Cenâb-ı Hak bizleri, mârifet ve muhabbetine nâil olabileceğimiz müstesnâ husûsiyetlerle donattı. Ahsen-i takvîm üzere halketti. Bizlere Kitap ve Nebî göndererek büyük lûtuflarda bulundu. Varlığının, birliğinin, sonsuz kudret ve azametinin şahidi olan kâinat kitabıyla da, gören gözlere ilâhî sır ve hikmet tecellîlerini sergiledi. Bütün bunlar, şükründen âciz olduğumuz muazzam nîmet ve mazhariyetler…

Yine Cenâb-ı Hak bize ebedî saâdeti, yani Cennetʼi hazırladı. Cennet’in ise bir bedeli var. Yani dünyaya bir bedel ödemeden gelmiş olsak da, âhirete bazı bedelleri ödeyerek gitmek mecburiyetindeyiz. Zira âhirete müslüman olarak gidebileceğimizin bir garantisi yok.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik.» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2) îkâzında bulunuyor.

Demek ki hayatımız boyunca, ne pahasına olursa olsun îmandan tâviz vermeyip can emanetini sahibine râzı olacağı şekilde teslim edebilme imtihanlarından geçiyoruz.

Cenâb-ı Hak, “Ancak Müslümanlar olarak can verin.” buyurmakla âdeta; “Sakın ha, îmânınızı kurtarmadan ölmeyin!” îkâzında bulunuyor. Kul için cihandaki en büyük tehlikenin bu olduğuna dikkat çekiyor. Can vermenin de bir sefere mahsus olduğunu, îmandan mahrum olarak verilen son nefesin; telâfisi imkânsız, ebedî bir felâket olduğunu bildiriyor.

Yine Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de îmanlarını kurtarmak için canlarını, mallarını, her şeylerini fedâ eden, Firavun’un sihirbazları ve Ashâb-ı Uhdûd gibi îman kahramanlarını misal veriyor. Buna mukâbil, sâlihâne bir hayat sürerken son anda ayakları kayarak ebedî hüsrâna dûçâr olan Bel’am bin Bâûrâ ve Kârun gibi bedbahtların âkıbetini haber veriyor.

Dolayısıyla son nefesi îman selâmetiyle verebilmek için endişelenmek, hakîkî bir îmânın îcâbı ve göstergesidir. Çünkü -peygamberler ve onların müjdeledikleri dışında- âhirette kurtulanlardan olacağına dâir hiç kimsenin bir garantisi yoktur. Nitekim dünyada iken Cennet’le müjdelenmiş sahâbîler bile, hâllerini muhafaza edememe korkusuyla, dâimâ son nefes ve âhiret endişesi içinde yaşamışlardır.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Ashâb-ı kirâmdan Hazret-i Selmân-ı Fârisîʼye iki kişi gelip selâm vererek:

“–Sen Resûlullah’ın sahâbîsi misin?” diye sormuşlardı. O da:

“–Bilmiyorum!” cevâbını verdi. Gelenler;

“–Acaba yanlış birine mi geldik?” diye tereddüt ettiler.

Allah Resûlü Efendimiz’in;

“Selman bizdendir, Ehl-i Beytʼtendir.”[2] iltifatına mazhar olmuş bulunan o mübârek sahâbî, bütün fazîletlerine rağmen gayret-i dîniyyesini hiçbir zaman yeterli görmeyip “havf ve recâ” yani “korku ve ümit” duyguları arasında titreyen bir gönülle, sözlerini şöyle tamamladı:

“–Evet, ben Resûlullah Efendimiz’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte Cennet’e girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)

İşte kıyâmete kadar gelecek bütün ümmete örnek nesil olarak takdim edilen ashâb-ı kiramdan, güzîde bir sahâbînin gönül hassâsiyeti…

O hâlde hiçbir zaman unutmamalıyız ki bizler de son nefese kadar, kaygan bir zemin üzerinde yürümekteyiz. Nasıl ki bir mayın tarlasından geçmek zorunda kalan biri, o mayınlara basmamak için her adımına dikkat etmeye mecbursa, mü’min de fânî hayat yolculuğunda Allâh’ın yasakladığı hâl ve davranışlardan takvâ hassâsiyetiyle sakınmalı ki, istikâmetini muhâfaza edebilsin.

Yine Rabbimiz, ayaklarımızın kaymaması, sırât-ı müstakîm üzere sâbit-kadem olabilmemiz için, bize en doğru yolu gösteriyor:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz (dîni yaşar ve yaşatırsanız) O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Demek ki İslâmʼı hayatımızın hiçbir safhasında ikinci plâna atmamalıyız. Evimizde, iş yerimizde, sokakta, çarşıda, okulda Rabbimiz’i aslâ unutmamalı, O’nun emirlerine her hâlükârda riâyet etmeliyiz. Hayatta en büyük gayretimiz, Müslüman olarak can verebilmek olmalı.

Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kimse Cehennem’den kurtulup Cennet’e girmeyi istiyorsa, Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmiş olarak ölmelidir.” (Müslim, İmâre, 46; Nesâî, Bey’at, 25; İbn-i Mâce, Fiten, 9)

İşte bütün mesele, şu fânî hayatı, bu ilâhî ve nebevî hakîkatlerin muhtevâsında yaşayabilmektir.

HERKES ENDİŞEDE…

Nebe Sûresi’nin başında:

“Birbirlerine neyi soruyorlar? İhtilâfa düştükleri «Büyük haber»i mi?” (en-Nebe’, 1-3) buyruluyor. Böylece inkârcıların bile; “Ya âhiret haberi doğruysa? Cennet-Cehennem gerçekten varsa, orada hâlimiz nice olur?!.” diye kıyâmet hakkında ihtilâfa düşüp endişelendikleri bildirilmektedir. Hem de “Büyük Haber” denilerek.

Câhiliye devrinde, bugünkü seküler düzende olduğu gibi, âhiret kaygısı olmayan, hesapsız, sorumsuz bir dünya hayatı yaşanıyordu. Yaptıkları zulüm ve haksızlıkların bir gün hesâbını vereceklerine dâir en ufak bir endişe duymuyorlardı. Bu da güçlülerin zayıfları alabildiğine ezip sömürmesine, vahşette sırtlanları geçen bir azgınlık ve taşkınlık sergilemelerine zemin hazırlıyordu. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm âhiret haberini verince; müşriklerin kendi kurdukları çarpık düzenleri sarsılmış, keyifleri kaçmış, canları sıkılmıştı.

Bunun üzerine müşrikler, Resûlullah Efendimiz’e gelerek, âhiret haberi vermekten vazgeçmesi, haramları kaldırması ve putlarına dokunmaması karşılığında kendisini kabul edeceklerini, O’na tâbî olacaklarını bildirmişlerdi.

Bugün de âhiret haberinden rahatsız olan, ölümü hatırına getirmeyen, ibadetsiz, sorumsuz ve ölçü tanımaz bir hayat isteyenlerin hâli, aynı câhiliye insanının tavrını hatırlatmaktadır.

Meselâ dînî hayata uzak kesimlerin de bulunduğu semtlerdeki bir mahalleye bir câmi inşâ edildiğinde, o câmiye yakın binalar tercih edilmediğinden kat fiyatları düşüveriyor. Zira câmideki musallâ taşı ve kılınan cenâze namazları; âhiret kaygısı duymadan sorumsuz bir hayat yaşayanlara ölümü hatırlatıp keyiflerini kaçırıyor.

Yine Zincirlikuyu Kabristanı’nın kapısına:

“Her canlı ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmrân, 185) âyeti yazıldığında, birçok kimse; “Bu yazı bize karamsarlık veriyor, kaldırın bunu!..” diye şikâyette bulunmuştu.

Demek ki esâsen ölümden sonraki hayat hakkında; inançlı-inançsız herkes ayrı bir korku ve endişe içinde… Ölüm, kıyâmet ve ebedî hayat hakkında mü’minde de bir endişe var; kâfirde de. Fakat muhtevâları farklı.

İnkâr edeninki; “Ya âhiret haberi doğruysa?!” korkusu. “Ölüm bir yok oluş değilse?!” tereddüdü. “Ya gerçekten hesâba çekileceksek?!” şüphesi. Yani davranışlara îman ve sâlih amel olarak yansımasa da fıtrattaki Hakk’a kulluk temâyülünün tatminsizliğinden kaynaklanan bir rûhî buhran…

Mü’mindeki endişe ise; “Bugün Rabbime lâyıkıyla kullukta bulunamazsam, esas hayat olan âhirette hâlim nice olur?” kaygısı…

Zira mü’minin gönlü;

Son nefesi îman selâmetiyle verip veremeyeceğinin endişesiyle doludur. Can boğaza gelip Azrâil -aleyhisselâm- ile karşılaştığında, Rabbinin o elçisine “hoş geldin” diyebilecek keyfiyette bir kullukta bulunup bulunamadığının endişesiyle doludur. Kabre vardığı zaman, Münker-Nekir’in suallerine doğru cevapları verip veremeyeceğinin endişesiyle doludur. Kabrinin bir Cennet bahçesi mi, yoksa -Allah korusun- azap dolu bir Cehennem çukuru mu olacağı endişesiyle doludur. Mahkeme-i kübrâ kurulup îman ve amelleri âhiret terazisine vurulduğunda, büyük-küçük bütün amellerinin Kirâmen Kâtibîn tarafından yazıldığı amel defteri önüne getirildiğinde, yani dünyadaki kulluk tahsilinin karnesi verildiğinde, hâlinin nice olacağının derdiyle doludur.

Yine mü’min düşünür ki:

Acaba amel defterim ne yanımdan verilecek? Sağımdan mı, solumdan mı; önümden mi, ardımdan mı? Amel defterimde, yani ömrümün kare kare kayda geçirilmiş hesâbında nelerle karşılaşacağım?..

Evet ben, ilâhî hesâba çekilmeden önce bu dünyada nefsimi kendimce hesâba çekiyorum ama, bu muhâsebelerim âhiret hesâbına ne kadar muvâfık düşecek? Buradaki hesâbım oraya uyacak mı?..

Şu kıssa, ârif gönüllerdeki bu endişeyi ne güzel îzah eder:

Sâlihlerden bir zât pazara uğramıştı. Lüzumlu birkaç şey alacaktı. Alacağı şeylerin karşılığını da evde hesaplamış ve elindeki paranın buna kâfî olduğuna kanaat getirmişti. Fakat pazar yerine vardığında o para, almak istediklerine yetmedi. Bunun üzerine o sâlih kişi içli içli ağlamaya başladı ve bu hâli uzunca bir müddet devam etti.

Etrafındakiler bu duruma bir hayli şaşırdılar. Parası yetmediği için bu kadar ağlamasının yersiz olduğunu söyleyerek kendisini teskîne çalıştılar. Bir zaman sonra o sâlih zât, kendisini şaşkınlıkla izleyen kalabalığa, boğazında düğümlenen hıçkırıklar arasında şöyle seslendi:

“–Gözyaşlarımı aslâ bu dünya için sanmayınız! Düşündüm ki, bugün evdeki hesap çarşıya uymuyor! Peki şu dünyada yaptığımız hesaplar, yarın âhirete nasıl uyacak?!.”

Hakîkaten o ilâhî mîzanda, bugün belki de hiç üzerinde durmadığımız veya farkında bile olmadığımız, zerre kabîlinden sorumluluklar dahî hesâba girecek.

Cenâb-ı Hak bu hususta bizleri şöyle îkaz buyuruyor:

“Kim zerre ağırlığınca hayır işlemişse onu görür; kim de zerre ağırlığınca şer işlemişse onu görür!” (ez-Zilzâl, 7-8)

Nitekim bir bedevî, Resûlullah Efendimiz’den bu âyet-i kerîmeleri dinleyince büyük bir hayretle:

“–Ey Allâh’ın Resûlü, zerre ağırlığınca mı?!” diye sormuştu. Efendimiz:

“–Evet.” buyurunca, bedevînin bir anda hâli değişti ve:

“–Vay benim kusurlarım!..” diye ıztırapla inlemeye başladı. Ve bu sözü defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti. Resûlullah Efendimiz onun ardından:

“–Îman, bu bedevînin kalbine girdi.” buyurdu. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 595)

Demek ki bugün mühim görülmeyen zerre kabîlinden kusurların dahî mîzanda hesap edileceği âhiret gününü düşünmek ve bunun derdiyle meşgul olmak, hakîkî îmânın bir şahididir.

Bu itibarla, o hassas terazide amellerinin ne kadar müsbet, ne kadar menfî çıkacağı endişesi, îmanlı gönüllerin en mühim meşgalesidir. Cenâb-ı Hak diğer bir âyet-i kerîmede de:

“Nihâyet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda, dünyada dikili bir çadırı bile olmayan bir sahâbî ayağa kalkarak;

“–Benim üzerimde (hesâbı verilecek) nîmetlerden bir şey var mı yâ Resûlâllah?” diye sordu. Efendimiz ise;

“–(İstifâde ettiğin) ağacın gölgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (içtiğin) soğuk su.” cevâbını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)

Böylece, hiçbir şeyi olmadığını düşünen bir insanın dahî, âhirette hesâbı verilecek nice nîmetlerle perverde bulunduğuna işaret buyurdu. Düşünmeliyiz ki:

Zekâtın nisâbı belli. Kırkta bir. O miktarı verdiğimiz zaman servet nîmetinin asgarî sorumluluğundan kurtulabiliriz. Fakat Cenâb-ı Hak kıyâmet günü insanları sadece mal-mülkten değil, kendilerine verdiği istîdat, kâbiliyet, kuvvet, boş vakit, sıhhat gibi akla gelebilecek bütün nîmetlerden de hesâba çekecek. Fakat bu nîmetlerin nisâbı meçhul bırakılmış… Üstelik;

“Allâh’ın nîmetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, kim bilir bizler, Cenâb-ı Hakk’ın, bildiğimiz ve bilmediğimiz, farkında olduğumuz ve olmadığımız nice nîmetlerine mazhar hâldeyiz? Bu nîmetlerin miktarını bile tam olarak tespit edebilmekten âciz olduğumuz gibi, bunlar için ne kadar fedakârlıkta bulunursak şükür borcumuzu îfâ etmiş olabileceğimizi tâyinden de âciziz…

İşte ashâb-ı kirâm, bu gerçeğin yüklediği ağır sorumluluğu derinden hissettikleri için, ömürlerini son nefese kadar sürekli artan bir gayretle Hakk’a hizmet yoluna âmâde kılmışlardır. Bütün imkânlarını seferber edip tâ Çin’e, Semerkand’a, Afrika’nın ortalarına kadar gitmişler, büyük bir îman vecdi ve tebliğ heyecanı içinde hiçbir zaman yorulmamışlar ve üşengeçliğe düşmemişlerdir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlakâ sorguya çekeceğiz!” (el-A‘râf, 6) buyuruyor.

Cennetlik olduklarında şüphe bulunmayan peygamberler bile tebliğ vazifelerini lâyıkıyla yapıp yapmadıklarından sorgulanacakları endişesi içinde fedakârâne bir hizmet ömrü yaşamışlardır.

Resûlullah Efendimiz de hidâyet davetini insanlara duyurabilmek için her türlü cefâya katlanmış, bu uğurda taşlanıp nice hakâretlere mâruz kalmıştır. Şartlar ne kadar zor ve tehlikeli olursa olsun mukaddes tebliğ vazifesini îfâdan geri durmamış, bu yolda canhıraş bir gayret göstermiştir. Hattâ Cenâb-ı Hakk’ın:

(Resûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş-Şuarâ, 3) şeklinde îkâz-ı ilâhîsine muhâtap olmuştur. Vedâ Hutbesi’nde de yüz binin üzerindeki ashâbına üç defa:

“–Ashâbım! Yarın Ben’i sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? Tebliğ ettim mi?” diye sormuş, ashâb-ı kirâmın;

“–Evet yâ Resûlâllah, tebliğ ettin.” cevâbı üzerine de üç defa:

“–Şahid ol yâ Rab!” diye ilticâ etmiştir.[3]

Efendimiz’in bu mes’ûliyet şuuru, biz ümmeti için çok mânidar bir irşaddır.

Bu hakîkatler sebebiyle her mü’min, rûhunun derinliklerinde dâimâ istikâmetini takviye eden ve îman heyecanını dipdiri tutan bir “kıyâmet endişesi” taşımalıdır. Ölümün tefekkürüyle dirilmiş bir gönülle, uyanık ve canlı bir kulluk hayatı yaşamaya gayret etmelidir.

Zira Yüce Rabbimiz; kıyâmet ve âhiret vâkıasını dâimâ hatırda tutarak hâlimize çeki-düzen vermemizin lüzûmunu, Peygamber Efendimiz’in şahsında O’nun ümmetine şöyle hitâb ederek bildirmektedir:

(Resûlüm!) Dehşetli felâketleri her şeyi sarıp kaplayacak olan kıyâmetin haberi Sana geldi, değil mi?” (el-Ğâşiye, 1)

O “büyük haber” elbette bize geldi. Fakat Cenâb-ı Hak, bir mânâda bizleri şöyle îkaz etmiş oluyor:

“–Nasıl olur da o büyük haber hiç gelmemiş gibi rahat davranabilirsiniz?!.

–Nasıl olur da dünyada boş ve süflî şeyler peşinde ihtiraslara kapılabilirsiniz?!.

–Nasıl olur da en değerli sermayeniz olan ömrünüzü gafletle ziyan edebilirsiniz?!.”

Âyetin devamında ise, bu dünyada gaflet içinde gününü gün edenlerin kıyâmet gününde suratlarının alacağı şekle dikkat çekilmektedir:

“O gün birtakım yüzler zelildir.” (el-Ğâşiye, 2)

Buna mukâbil, “yalan dünya”ya aldanmayıp fânî ömürlerini, ebedî hayat olan âhireti kazanma yolunda bezleden sâlih mü’minlerin sîmâları ise şöyle tasvir edilmektedir:

“O gün birtakım yüzler de vardır ki, mutludurlar.” (el-Ğâşiye, 8)

Peki, acaba biz;

O GÜN NE HALDE OLACAĞIZ?

Dünyada sûretimizin, üstümüzün-başımızın, kılık-kıyafetimizin temizliğine, düzgünlüğüne ve güzelliğine dikkat ediyoruz. Ya âhirette sûretimiz, şeklimiz, sîmâmız ne hâlde olacak? Asıl buna dikkat ve ihtimam göstermemiz gerekmez mi?

O gün sîmâmız ne hâlde olacak? Üzerini toz-toprak bürümüş, kan-ter içinde, zelil, rezil, solgun ve kapkara bir yüz mü? Yoksa mesut, aydın, secde iziyle parlayan, tertemiz, nûr içinde bir yüz mü?

Dünyadaki sîretlerin âhirette sûretlere aksedeceği hakîkatine Rabbimiz şöyle dikkat çekiyor:

“O gün birtakım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir. Yine o gün birtakım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir. İşte bunlar kâfirlerdir, günahkârlardır.” (Abese, 38-42)

O gün bedenimiz ne hâlde olacak? Uzuvları, kendi aleyhine şahitlik eden, dünyada gizli-açık işlediği günahların çirkin alâmetleriyle haşredilmiş, ağır yükler altında ezilmiş, yaptığı haksızlık ve zulümlerin yaftaları boynuna asılmış, perişan bir beden mi? Yoksa abdest âzâları parıldayan, gözlerinden îman nûru saçılan, işlediği sâlih amellerin mükâfatlarından nişâneler taşıyan, tertemiz, güzel, mükemmel ve huzurlu bir beden mi?

Velhâsıl, şunu aslâ unutmayalım ki; yarın âhirette sîmâmızı ve sûretimizi belirleyecek husus, kalbimizin bu dünyadaki mânevî seviyesidir. Bu dünyada günah lekeleriyle âdeta katranlaşmış kalpler; öbür dünyada vücudun çirkin, pörsük, zelil ve iğrenç bir hâlde haşredilmesine sebep olacaktır. Bu dünyada tezkiye ve tasfiye ile mânevî çirkinliklerden temizlenen ve sâlih amellerle güzelleşen kalpler ise; Allâh’ın lûtf u keremiyle, öbür dünyada güzel, nurlu ve mesut bir çehre ile haşredilmeye vesîle olacaktır.

Âhiretin o sert, belâlı ve sıkıntı dolu geçitlerinde, korku ve hüzünden emîn olanlar; ancak Cenâb-ı Hak ile dünyada dost olabilenlerdir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus, 62)

O hâlde, ârif mü’minler nazarında dünya hayatının yegâne gâyesi; Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe almaktır. Kesb-i kemâl ile seyr-i cemâle vuslattır; yani Cemâlullâh’ı temâşâya lâyık bir letâfet, zarâfet ve kemâlâtı kazanmaya gayret etmektir.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12.

[2] Hâkim, III, 691/6541; Heysemî, VI, 130; İbn-i Hişâm, III, 241; İbn-i Sa‘d, IV, 83.

[3] Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30; İbn-i Hişâm, IV, 275-276; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 360.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları

KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/ahiret-yolculugu.html

İçeriği Oyla
E-bültene Abone Ol Merak etmeyin. Spam yapmayacağız.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hızlı yorum için giriş yapın.

Başka Yazı Yok

Giriş Yap

VEYA
close

Subscribe