Ahiret Hayatının Evreleri Nelerdir?
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Ahiret hayatının evreleri nelerdir? Ahiret hayatının evreleri ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Yeniden diriliş (Ba’s) nedir? Havz ne demek? Haşr ve mahşer ne demek? Peygamberimizin şefaati nasıl olacak? Semâ ehlinin yeryüzüne inmesi nasıl gerçekleşecek? Ahiret hayatının diğer safhaları nelerdir? Ahiret hayatının evreleri sırasıyla…
Ahiret hayatının belli başlı evreleri şunlardır:
1. Ba’s (Diriliş)
2. Havz
3. Haşr ve mahşer
4. Peygamber Efendimiz’in şefaati
5. Semâ ehlinin yeryüzüne inmesi
6. Cenâb-ı Hakk’ın tecellî etmesi
7. Hesapsız cennete girecek olanlar
8. Hesapsız cehenneme girecek olanlar
9. Amel defterlerinin açılması
10. Hesap
11. Mizan
12. Sırat
AHİRET İNANCININ DELİLLERİ NELERDİR? – VİDEO
Ahiret hayatının belli başlı aşamaları:
1. BA’S (DİRİLİŞ)
Kıyâmet günü yaşanacak ba‘s yani diriliş, İsrâfîl’in Sûr’a ikinci defa üflemesiyle vukū bulacaktır. Bu ikinci üfleyişle, daha evvel bu fânî cihanda yaratılmış olan bütün canlılar tekrar diriltileceklerdir. Buna “Baʻsü baʻde’l-mevt” yani “ölümden sonra diriliş” denmektedir. Ebû Hüreyre Allah Resûlü’ne, Sûr’a iki üfleniş arasında ne kadar zaman geçeceğini sormuş, Efendimiz de “kırk” diye cevap vermişlerdir. Ebû Hüreyre’ye, bu ifâdeyle kırk yıl mı, kırk ay mı yoksa kırk gün mü kastedildiği tek tek sorulduğunda her birine ısrarla; “Bir şey diyemem.” şeklinde mukâbelede bulunmuştur. Sonra da Rasûlullah Efendimiz’in hadîsini nakletmeye devam ederek şöyle buyurmuştur: “Allah gökten su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hariç hepsi çürür. Bu çürümeyen, «Acbü’z-Zeneb»[1] denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyâmet günü yeniden yaratılış bundan terkip edilecektir.” (Buhârî, Tefsîr, 39/3; Müslim, Fiten, 141; Muvatta’, Cenâiz, 48; Ebû Dâvûd, Sünnet, 24; Nesâî, Cenâiz, 117)
Bazı rivâyetlerde iki Sûr arasındaki sürenin kırk sene olduğu ifâde edilmiş[2] ve umûmiyetle bu şekilde kabul görmüştür.[3] Müfessir ve dil âlimi Ferrâ’ya göre: “İnsanlar ve bütün mahlûkat ilk Sûr ile ölürler. Bununla diğer Sûr arasında kırk sene vardır. Bu esnâda Allah bir yağmur gönderir. Kırk gün erkeklerin menileri kıvamında yağar. İnsanlar, annelerinin karnında yetiştikleri gibi kabirlerinde inbât ederler. Bu durum şu âyet-i kerîmede ifâde edilen şeydir: «…İşte ölüleri de böyle çıkaracağız…» (el-A‘râf, 57) Yani ölü yerden yağmurla bitkileri çıkardığımız gibi ölüleri de kabirlerinden çıkarırız.”[4]
Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, yeniden dirilmenin nasıl gerçekleşeceği hususunda şüphesi olanlara şöyle hitâb etmektedir: “Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir vakte kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra kuvvetli çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefât eder, kimi de ömrün en zayıf çağına (yani ihtiyarlığa) kadar götürülür. Tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin! (Böylece bedenî güç azaldığı gibi, zihnî melekeler de dumura uğrar.) (Yeniden yaratılışın bir misâli de şudur ki) sen, yeryüzünü kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat Biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kâdirdir. Kıyâmet vakti de gelecektir; bunda hiç şüphe yoktur. Ve hakîkaten Allah kabirdekileri diriltip kaldıracaktır.” (el-Hac, 5-7)
Mü’minûn Sûresi’nde ise, insanın ana rahminde geçirdiği ibretli safhalar, dünya hayatı, ölümü ve ardından tekrar dirileceği hakîkati şöyle anlatılmaktadır: “Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alekayı, bir parçacık et hâline soktuk. Bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir. Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyâmet gününde tekrar diriltileceksiniz.” (el-Mü’minûn, 12-16)
Cenâb-ı Hakk’ın beyân ettiği bu diriliş hakîkatini, Peygamber Efendimiz de Ebû Rezin ile aralarında geçen bir konuşmada şöyle ifâde buyurmuşlardır: Ebû Rezin el-Ukaylî naklediyor: Bir gün: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkâtı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum. Efendimiz: “−Sen hiç, kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular. Ben: “−Elbette!” deyince, Allah Rasûlü: “−İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)
Yeniden Diriliş İle İlgili Ayetler
Âhireti inkâr edenlerin, yeniden diriltildikleri zaman, içine düşecekleri büyük şaşkınlık ve pişmanlık, âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir: “O (diriltme) korkunç bir sesten ibâret olacak, o anda hemen onların gözleri açılıp etrafa bakacaklar. (Durumu gören kâfirler korku ve pişmanlıkla:) «–Eyvah bize! Bu cezâ günüdür!» derler. İşte bu, yalanlamış olduğunuz hüküm günüdür.” (es-Sâffât, 19-21) “Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (ve utançtan yere bakar) bir hâlde ve davetçiye (İsrâfîl’e) koşarak kabirlerden çıkarlar. O esnâda kâfirler: «–Bu, çok çetin bir gündür!» derler.” (el-Kamer, 7-8)
Zira onlar âhiret hayatını yalan sayıyor ve hayatlarının sadece bu dünyada yaşadıklarından ibâret olduğunu zannediyorlardı. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir: “Dediler ki: «–Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder.» Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar. Onlara açıkça âyetlerimiz okunduğu zaman: «–Doğru sözlü iseniz atalarımızı getirin!» demelerinden başka delilleri yoktur. De ki: «–Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyâmet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.»” (el-Câsiye, 24-26)
İslâm’ın en azılı düşmanlarından biri olan Ubey bin Halef, öldükten sonra dirilişi inkâr ettiği için, bir defasında yerden çürümüş bir kemik alıp elinde ufalamış ve Rasûlullah Efendimiz’e dönerek, alaycı bir tavırla: “–Allâh’ın, bu çürümüş kemikleri tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?” demişti. Allah Rasûlü de ona cevâben: “–Evet, Allah seni tekrar diriltecek ve Cehennem’e koyacak!” buyurdular. (Kurtubî, el-Câmî, XV, 58; Vâhidî, s. 379) Ardından da şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: «–Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: «–Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.»” (Yâsîn, 77-79)
Cenâb-ı Hak, Kıyâme Sûresi’nin başında, insanları öldükten sonra yeniden diriltmenin kendisi için hiç de zor olmadığını şöyle beyan buyurmaktadır: “Kıyâmet gününe yemin ederim.” (el-Kıyâme, 1) “Nefs-i levvâmeye (kendini kınayıp pişmanlık duyan tutarsız nefse) yemin ederim ki (diriltilip hesâba çekileceksiniz).” (el-Kıyâme, 2) “İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır?” (el-Kıyâme, 3) “Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını[5] bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 4)
Lokman Sûresi’nde de Rabbimiz şöyle buyuruyor: “(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz ki, Allah her şeyi işiten ve görendir.” (Lokmân, 28) Hiç şüphesiz ki ilk yaratma, ikinci yaratmaya da delil teşkil etmektedir. Zira yoktan yaratmak, var olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten daha zordur. Zoru kabul edip de, kolayın olamayacağını ileri sürmek, hiç de akıllıca bir iddia değildir. Kaldı ki sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah Teâlâ, ilk yaratmada da aslâ bir âcizlik göstermemiş, her biri birer hilkat bedîası olan sayısız varlıklar halketmiştir.
Nitekim Cenâb-ı Hak kullarına şöyle sormaktadır: “İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.” (Kāf, 15) İnsanoğlunun dirilip kabrinden kalktığındaki hâli, âyet-i kerîmelerde şöyle tasvîr edilmektedir: “Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rab’lerine giderler! (İşte o zaman:) «–Eyvah, eyvah! Bizi uyuduğumuz yerden[6] kim diriltip çıkardı? Bu, Rahmân’ın vaad ettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!» derler.” (Yâsîn, 51-52) “O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir hâlde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!” (el-Meâric, 43-44) “O gün yer, onların üzerinden yarılıp açılır ve süratle çıkıp koşarlar! Bu, ancak Biz’e kolay olan bir haşirdir.” (Kāf, 44) “Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman, insan (hâlinin ne olacağını) düşünmez mi? Şüphesiz Rab’leri o gün onlardan tamamıyla haberdardır.” (el-Âdiyât, 9-11)
O günün şiddet ve vahâmeti, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde edilmektedir: “Sûr’a üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar!” (el-Mü’minûn, 101) “Kulakları sağır eden o ses geldiğinde, işte o gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 33-37)
Hazret-i Âişe şöyle nakletmektedir: “Bir gün Rasûlullah Efendimiz: «–Kıyâmet günü, yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak Allâh’ın huzûrunda toplanacaksınız.» buyurmuşlardı. Bunun üzerine ben (şaşkınlık içerisinde): «–Yâ Rasûlâllah! Erkekler ve kadınlar birbirlerine bakarlar!?» dedim. Peygamber Efendimiz: «‒O zamanki vaziyet, onların böyle bir şeyi düşünemeyecekleri kadar şiddetli ve dehşet vericidir.» buyurdular. (Buhârî, Rikāk, 45; Müslim, Cennet, 56)
Diğer bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere ölüler yeniden diriltilince kendisine ilk elbise giydirilecek olan kişi Hazret-i İbrahim olacaktır.[7] Daha sonra Peygamber Efendimize elbisesi giydirilecektir. Bundan sonra Allah Rasûlü Arş’ın sağ yanında duracak ve orada yalnız Rasûlullah bulunacaktır. Bu sebeple evvelkiler de sonrakiler de Efendimize imreneceklerdir. Cenâb-ı Hak, vücûdun parçalarını bir araya getirip ruhları da onlara iâde ederek ölüleri kabirlerinden çıkaracaktır. Yeniden yaratılan insanlar için, artık sonu olmayan bir hayat başlamış olacaktır. Kıyâmet günü ilk olarak dirilip kabrinden çıkacak kişi ise, Rasûlullah’tır.[8] Allah Rasûlü bir gün Mescid’e girmişlerdi. Bir tarafında Hazret-i Ebûbekir diğer tarafında da Hazret-i Ömer vardı. Efendimiz onların ellerini tuttu ve: “Kıyâmet günü biz işte böyle diriltileceğiz.” buyurdular. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3669)
Kur’an-ı Kerim’de Diriliş Örnekleri
Dirilişin cismânî mi, rûhânî mi olacağı hususunda ihtilâf edilmişse de Kur’ân-ı Kerîm’de, dirilişin cismânî olacağına dâir pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Allah Teâlâ, her insanı bedeniyle diriltip rûhunu da iâde edecektir. Ölümden sonra dirilişin gerçek olduğu ve bunun Allah için hiç de zor olmadığı hususunda gönüllerin tatmin olması maksadıyla, Cenâb-ı Hak daha dünyada iken bazı ölüleri diriltmiş, bunun misallerini de Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle zikretmiştir:
a. Parçalanmış Kuşların Canlandırılması:
Âyet-i kerîmede buyrulur: “İbrahim Rabbine: «–Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster!» demişti. Rabbi ona: «–Yoksa inanmadın mı?» dedi. İbrahim: «–Hayır, inandım. Fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim).» dedi. Bunun üzerine Allah: «–Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir.» buyurdu.” (el-Bakara, 260)
Rivâyete göre Allah Teâlâ, İbrahim -aleyhisselâm-’a, yakaladığı dört kuşu kesmesini, tüylerini yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara ayırmasını emretti. Sonra başlarını yanında saklamak sûretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını istedi. İbrahim -aleyhisselâm-, rivâyete göre birer tavus, horoz, karga ve kartal tuttu. Bunların her birini dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları; “Allâh’ın izniyle bana gelin!” diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine doğru uçup, bir cüsse teşkil ettiğini ve gelip kendine âit başla birleşerek eski hâlini aldığını gördü.[9]
Hazret-i İbrahim’in kuşları dağların üzerine koymasının, etrafında büyük bir kalabalığın olduğuna işaret ettiği de ifâde edilmiştir. Yani insanlar tarafından rahatça görülebilsin diye o kuşları yüksek bir yere koymasının emredilmiş olabileceği bildirilmiştir. Buna göre İbrahim -aleyhisselâm-, âhirette yeniden dirilişi inkâr edenlere bunu ispat etmek için Cenâb-ı Hak’tan bir mûcize istemiş ve bu hâdise gerçekleşmiştir. Mâlum olduğu üzere İbrahim -aleyhisselâm-, büyük bir peygamberdir. Dolayısıyla Allâh’ın ölüleri dirilteceği hususunda herhangi bir şüphesinin olması düşünülemez. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak da, İbrahim -aleyhisselâm-’ın îman ehli olduğunu biliyordu. Fakat İbrahim -aleyhisselâm-’ın; “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” sözüyle ne kastettiğinin herkes tarafından bilinmesi için ona; “Yoksa inanmadın mı?” diye sormuştur. İbrahim -aleyhisselâm- da, âyet-i kerîmede beyân edildiği üzere, hakîkati bizzat görerek kalbinin iyice mutmain olması ve bu ilâhî azamet tecellîsini seyrederek inancının “hakka’l-yakîn” derecesine yükselmesi için Cenâb-ı Hak’tan böyle bir talepte bulunduğunu ifâde etmiştir. Zira insanın, inandığı bir şeyi kendi gözleriyle de gördüğü takdirde inancının daha da perçinlenerek sarsılmaz bir hâle geleceği muhakkaktır. Diğer taraftan, İbrahim -aleyhisselâm-’ın böyle bir talepte bulunmasının, kendisinin “Allâh’ın dostu” olduğu hususunda kalbinin tam bir itmi’nâna ermesi için olduğu da ifâde edilmiştir.
Ayrıca bu âyet-i kerîmeden, bir insanın hangi mânevî makama erişirse erişsin, îmânının kemâli ve kalbinin itmi’nânı için hâlâ alacağı mesafeler olduğu hakîkati ortaya çıkmaktadır. Zira “ülü’l-azm” peygamberlerden biri olan, “Halîlullah/Allâh’ın Dostu” rütbesini taşıyan ve pek çok ilâhî iltifâta nâil olduğu âyet-i kerîmelerde bildirilen İbrahim -aleyhisselâm- bile, itmi’nânının artması için Allâh’a yalvarıyor ve O’ndan yardım istiyor. Şurası muhakkak ki, kulun Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı arttığı nisbette, gönül âleminde muazzam ufuklar açılır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’a karşı kendi âcizlik, muhtaçlık, noksanlık ve hiçliğini çok daha berrak bir sûrette idrâk eder.
Nitekim İbrahim -aleyhisselâm- da bu hiçlik ve mahviyet hissiyâtı içinde Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyâz etmiştir: “(Yâ Rabbi! İnsanların) dirilecekleri gün beni mahcub etme. O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (bunun faydasını görür).” (eş-Şuarâ, 87-89) Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın ölülerin diriltilmesini görmek isteyişiyle alâkalı âyet-i kerîmenin işârî tefsîrinde de şöyle denilmektedir: “Hazret-i İbrahim, bu suâliyle Allah’tan kalbinin ihyâsını istemiştir. Allah Teâlâ da ona, gönlünün başka şeylerle olan bağlantılarını kesmesi gerektiğini haber vermiştir. Buna göre İbrahim -aleyhisselâm-’ın parçalara ayırdığı dört kuş ile, nefiste bulunan dört kötü sıfata işaret edilmiştir. Tavus ziyneti, karga tûl-i emeli (tükenmek bilmeyen arzuları), horoz şehveti ve kartal da hırsı temsil etmektedir. Dolayısıyla mücâhede ve riyâzatla nefsinin bu mezmum sıfatlarını boğazlayamayanlar, müşâhedeyle kalbini diriltme imkânı bulamazlar.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 121)
b. Yıldırım Çarpmasıyla Ölenlerin Tekrar Diriltilmesi:
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur: “Bir zamanlar: «–Ey Mûsâ! Biz Allâh’ı apaçık görmedikçe aslâ sana inanmayız!» demiştiniz de gözleriniz göre göre o anda sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.” (el-Bakara, 55-56) Âyet-i kerîmelerden de anlaşıldığı üzere Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kavminden bazıları; Allâh’ı görmedikçe îmân etmeyeceklerini söylemiş, bunun üzerine de Allah Teâlâ onlara yıldırım göndermişti. Yıldırım çarpmasıyla ölen bu kimseleri Cenâb-ı Hak bir müddet sonra diriltmiş, böylece onlar, Allâh’ın kudretini bizzat yaşamak sûretiyle idrâk etmişlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen bu hâdise de, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere, bunun Allah için hiç de zor olmadığını göstermektedir.
Nitekim âhirette dirilişi inkâr eden insanlara Allâh’ın kudretini göstermek için Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a ölüleri diriltme mûcizesinin verilmiş olduğu, Ashâb-ı Kehf’in üç yüz küsur yıl uyutulduktan sonra uyandırıldıkları da mâlumdur.
c. Yüz Yıl Ölü Kalanın Dirilmesi:
Rasûlullah’a müşriklerin en fazla îtiraz ettikleri hususlardan biri, ölülerin yeniden diriltilecek olmasıydı. Hem bunu nefsâniyetleri gereği kabul etmek işlerine gelmiyordu, hem de çürüyüp yok olmuş cesetlerin nasıl tekrar canlanacağını bir türlü anlayamıyorlardı. Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’e, müşriklerin bu istifhamlarını giderecek birçok âyet-i kerîme vahyetti. Ölümden sonra diriliş gerçeğini birçok misalle Kur’ân-ı Kerîm’de îzah buyurdu. Nitekim bu misallerden biri de, Üzeyir -aleyhisselâm- zamanında gerçekleşen ve yüz yıl ölü kaldıktan sonra tekrar diriltilen kimsedir.
Âyet-i kerîmede buyrulur: “Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (harâb olmuş) ıssız bir kasabaya uğradı; «–Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!» dedi. Bunun üzerine Allah onu hemen öldürüp yüz sene bıraktı, sonra tekrar diriltti: «–Ne kadar kaldın burada?» dedi. «–Bir gün yahut daha az.» dedi. Allah ona: «–Hayır, bilâkis yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de eşeğine bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz!» dedi. Durum kendisince anlaşılınca: «–Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kâdirdir.» dedi.” (el-Bakara, 259)
Bazı tefsirlerde, Üzeyir -aleyhisselâm- olduğu zikredilen bu kişi, oturanları ölüp gitmiş ve harâbe hâline gelmiş olan kasabaya uğradığında, kendi kendisine, Allâh’ın ölüleri nasıl dirilteceğini düşünür ve konakladığı bu yerde uyuyakalır. Allah onu öldürüp yüz sene sonra tekrar diriltir. O şahıs dirildiğinde, kendisinin kısa bir süre uyuyup uyandığını zanneder. Çünkü yiyecekleri henüz bozulmamıştır. Fakat merkebine bakınca anlar ki o öleli çok olmuş. Zira sadece çürümeye yüz tutmuş kemikleri kalmıştır. Allah Teâlâ, onun gözü önünde merkebini diriltir. Böylece o kişi, Allâh’ın kullarını nasıl öldüreceğini ve tekrar nasıl dirilteceğini bizzat müşâhede etmiş olur.
2. HAVZ
Kabirlerinden susuz bir vaziyette çıkacak olan insanların, susuzluklarını giderebilmek için canhıraş bir şekilde, Mahşer meydanında bulunan Havz’a koşacakları haber verilmektedir. Lâkin oraya herkes varamayacaktır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte, dünyada iken îman nîmetinden yüz çevirip bâtıl yollara sapan kimselerin, Havz’ın suyunu içmekten men edilecekleri şöyle haber verilmektedir:
Rasûlullah bir gün kabristana gittiler ve: “Selâm size ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşâallah bir gün Biz de sizin yanınıza geleceğiz.” (diyerek orada medfun bulunan kabir ehlini selâmladılar. Ardından da:) “–Kardeşlerimizi görmemizi çok isterdim!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm şaşkınlıkla: “–Biz Siz’in kardeşleriniz değil miyiz, yâ Rasûlâllah?” diye sordular.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “–Ümmetinizden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onlara: “–Bir adamın alnı ve ayakları beyaz olan bir atı olduğunu düşünün. O adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordular.
Sahâbe-i kirâm: “–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” cevâbını verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdular: “–İşte kardeşlerimiz de abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben, önceden gidip Havz’ımın başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi, benim Havz’ımdan kovulacaklardır. Ben onlara; «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana: «–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini terk edip başka yollara saptılar!)» denilecek.[10] Bunun üzerine ben de: «–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)[11] Havz’ın suyundan sadece oraya vâsıl olabilenler içecektir. Havz’dan içemeyenler ise, Sırat’tan da geçemeyecek olanlardır.
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde Havz’ını şöyle târif buyurmuştur: “Benim havzım, bir aylık yürüyüş mesafesi kadar büyüktür. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha hoştur. Bardakları da semânın yıldızları gibi çoktur. Kim ondan içerse, bir daha ebediyyen susamaz.” (Buhârî, Rikāk, 53; Müslim, Fedâil, 27) Dolayısıyla Havz’dan içemeyen ise ebediyyen suya kanamayacak, dâimâ susuzluk çekecektir. Rivâyete göre Havz’ın yanına ilk varacak olan Rasûlullah’tır. Herkesten evvel oraya varıp ümmetine ikram etmek için hazırlanacaktır.[12] Havz’a ilk gelecek insanlar ise, Muhâcirlerin fakirleridir.
Yine Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır: “(Kıyâmet günü) her peygamberin bir havzı vardır ve onlar kimin havzına daha fazla kişi geliyor diye birbirlerine karşı iftihar edip sevinirler. Ben, havzına en fazla kişi gelen peygamber olmayı ümid ediyorum!” (Tirmizî, Kıyâmet, 14/2443) Bizler de Âlemler Sultânı Efendimiz’in bu ümîdini boşa çıkarmamak için, O’nun Sünnet-i Seniyye’sine tam bir ittibâ hassâsiyeti içinde olmalıyız. Ayrıca en yakınlarımızdan başlayarak çevremizdekileri de bu istikâmette yaşatabilmeye gayret etmeliyiz.
3. HAŞR VE MAHŞER
Cenâb-ı Hak, ölümlerinden sonra dirilteceği bütün mahlûkâtı, hesap ve mîzân için Mahşer meydanında toplayacaktır. Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyrulmaktadır: “Ey Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan Sen’sin. Allah aslâ sözünden dönmez.” (Âl-i İmrân, 9. Bkz. el-Kehf, 99) “O günde Sûr’a üflenir ve Biz o zaman günahkârları, gözleri (korkudan) gömgök bir hâlde Mahşer’de toplarız.” (Tâhâ, 102) “Rabbine andolsun ki, muhakkak sûrette onları (o insanları) şeytanlarla birlikte Mahşer’de toplayacağız; sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette Cehennem’in çevresinde hazır bulunduracağız.” (Meryem, 68) “O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler.” (ez-Zilzâl, 6)
Mahşer Yeri Nasıl Olacak?
Bir hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz insanların toplanacağı Mahşer meydanını şöyle tasvir etmişlerdir: “Kıyâmet günü insanlar; beyaz, duru ve kepekten arınmış undan yapılan çörek gibi bir saha üzerinde toplanırlar.” Hadîsin râvîlerinden biri, şu açıklamayı yapmıştır: “O sahada, hiç kimse için bir şeye delâlet edecek, yol gösterecek (dağ-taş gibi) herhangi bir alâmet yoktur!” (Buhârî, Rikāk, 44) Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, Sûr’a üflendiği zaman dağların un ufak olup savrulacağı, yerlerinin dümdüz ve bomboş kalacağı, herhangi bir iniş veya yokuşun bulunmayacağı bildirilmektedir.[13]
Mahşer meydanına toplanacak insanlar, dünyadaki mânevî durumlarına göre farklı hâllerde oraya geleceklerdir. Bu hususta da Peygamber Efendimiz: “Kıyâmet günü sizler yaya olarak, binitli olarak ve yüzüstü sürünerek Mahşer yerine toplanacaksınız.”[14] buyurmuşlardır.
Mahşer meydanına yüzüstü sürünerek gelecek olanlar, İslâm’ın hidâyet nûrundan uzak duran gâfillerdir. Bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilmektedir: “Allah kime hidâyet verirse, işte doğru yolu bulan odur. Kimi de hidâyetten uzak tutarsa, artık onlara, Allah’tan başka dostlar bulamazsın. Kıyâmet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir hâlde yüzükoyun haşrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer Cehennem’dir ki, ateşi yavaşladıkça onun alevini artırırız.” (el-İsrâ, 97) “Yüzükoyun Cehennem’e (sürülüp) toplanacak olanlar; işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.” (el-Furkân, 34)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Bir kişi gelip: «‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Kâfir kıyâmet günü yüzü üzerinde nasıl haşrolunur?» diye sordu. Rasûlullah: «‒Dünyada onu iki ayağı üzerinde yürüten Allah, kıyâmet gününde yüzü üzerinde yürütmeye kâdir değil midir?» diye cevap verdiler.” Bu hadîsi rivâyet eden Katâde -radıyallâhu anh- sonunda şöyle der: “‒Evet, Rabbimiz’in izzetine yemin ederim ki, kâdirdir!” (Buhârî, Rikāk, 45; Müslim, Münâfikûn, 54)
Mahşer meydanında vukū bulacak hâdiselerden biri de Güneş’in insanlara yaklaştırılmasıdır. Nitekim Rasûlullah bu husustaki hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Güneş, kıyâmet günü insanlara bir mil[15] mesâfe kalıncaya kadar yaklaştırılır. İnsanlar, işledikleri kötü amelleri kadar tere batarlar. Kimi topuklarına, kimi dizlerine, kimi de kuşak yerlerine kadar ter içinde kalır; bazılarının da ter âdeta ağızlarına gem vurur.” (Müslim, Cennet, 62; Tirmizî, Kıyâmet, 2/2421) “Kıyâmet günü insanlar Mahşer yerinde (sıkışma, şiddet ve Güneş’in yaklaşması sebebiyle) terleyecektir. Öyle ki; dökülen ter, yetmiş zirâʻ derinliğinde yere geçecek, daha sonra yükselerek ağızlarını gemleyecek ve hattâ kulaklarına ulaşacaktır.” (Buhârî, Rikāk, 47) “«O gün insanlar Âlemlerin Rabbi için ayağa kalkacaklar!»[16] Onlardan biri, kulaklarının yarısına kadar ulaşmış olan teri içinde ayağa kalkacaktır.” (Buhârî, Rikāk, 47; Müslim, Cennet, 60)
GÜNAHLARIN AHİRETTEKİ CEZALARI – VİDEO
Yeri gelmişken, berzah ve âhiret hayatının kendine has şart ve imkânlarının, bu dünyadaki hayat şartlarından çok farklı olacağını ifâde etmek lâzımdır. Meselâ bu dünyada Güneş yeryüzüne yaklaştırılacak olsa bütün her şey yanar ve kül olur. Yine büyük bir tûfan sebebiyle bu cihânın her tarafı sular altında kalsa, bütün insanlar ölür. Lâkin âhirette ise bu gibi şeyler, herkesin kendi hâline göre tecellî edeceğinden, kıyâmet günü Güneş’in yaklaştırılmasıyla bir günahkâr çok büyük azap hissedecek, fakat aslâ ölmeyecektir. Çünkü orada ölüm yoktur. Yine Güneş’in harâretinden Mahşer ahâlisi terlediğinde, herkes kendi teri içine gark olacak, fakat kendi teri yanındakilere aslâ zarar vermeyecektir. Bu aynen, kıyâmet gününde herkesin kendi ışığında yürüyeceği hakîkati gibidir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Mü’min erkeklerle mü’min kadınları, önlerinden ve sağlarından, (amellerinin) nurları aydınlatıp giderken gördüğün günde (onlara); «‒Bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacağınız Cennetlerdir.» denilir. İşte büyük kurtuluş budur. Münâfık erkeklerle münâfık kadınların, mü’minlere; «‒Bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım!» diyeceği günde kendilerine; «‒Arkanıza dönün de bir ışık arayın!» denilir. Nihayet onların arasına; içinde rahmet, dışında (münâfıklar tarafında) azap bulunan ve kapısı olan bir sur çekilir.” (el-Hadîd, 12-13)
O dehşetli günde her insanın nûru, ancak kendine yetecek kadar olup başkasına fayda vermeyecektir. İşte bu husus, kıyâmet gününün farklı ve hârikulâde hâllerinden biridir. Dünyada bunun misâli, şuna benzemektedir: Mü’min bir kimse, îmânının ışığında yürür, yanındaki kâfir de küfrünün karanlığı içinde kalır ve îman nûrundan hiç istifâde edemez. Kezâ, âmâ biri de gözü gören birinin yanında yürür, ancak o gören kimsenin gözünün nûrundan istifâde edemez.
İmâm Şârânî Hazretleri, Mahşer günü insanların dökeceği müthiş ter hususunda şöyle demektedir: “Şu muhakkaktır ki o gün terleyen insanlar, dünyada iken Aziz ve Celil olan Allâh’ın rızâsı uğrunda cihâd etmek, hacca gitmek, oruç tutmak, namaz kılmak, müslümanların işlerini görmek, insanlar suyundan içsinler diye kuyular kazmak gibi amel-i sâlihlerde ve hayır işlerinde ter dökmemişlerdir. (Bunlardan uzak kalmışlardır.) Bu sebeple Mahşer meydanında terlere batarlar. Bunun yanında Mahşer meydanında beklerken hissettikleri hayâ, korku ve endişe sebebiyle de ter dökerler.” (İmâm Şârânî, Ölüm Kıyâmet Âhiret, sf. 159) Velhâsıl, Mahşer gününün o kadar dehşet verici korkuları vardır ki, kabrinde Cennet’e gideceği müjdelenen insanlara dahî, bu ilâhî rahmet ve mağfireti unutturacak hâllerin yaşanacağı haber verilmiştir.[17] Bütün bu korkulardan Cenâb-ı Hakk’a sığınırız…
4. PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞEFAATİ
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle nakleder: Bir yemek dâvetinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber bulunuyorduk. Kendisine etin kol tarafı ikram edildi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz etin kol tarafını severdi. Ondan bir lokma kopardıktan sonra şöyle buyurdular: “–Kıyâmet gününde insanların efendisi benim. Bu da neden biliyor musunuz? Allah Teâlâ, gelmiş-gelecek bütün insanları düz bir yere toplayacak. Orası, insanlara bakan kimsenin hepsini görebileceği, onlara seslenen kişinin hepsine sesini duyurabileceği bir yerdir. Güneş onlara yaklaşacak, insanlar sıkıntıdan ve kederden artık dayanamayacak hâle gelince (ki diğer bir rivâyette bu bekleyişin yetmiş sene süreceği haber verilmektedir)[18] birbirlerine: «–İçinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musunuz? Hâlinizi Rabbinize arz ederek size şefaat edecek birini bulmayı düşünmüyor musunuz?» diyecekler.
Bazıları: «–Babanız Âdem’e gidiniz!» diyecek. İnsanlar Hazret-i Âdem’e gidip: «–Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana kendi rûhundan üfledi. Meleklere sana secde etmelerini emretti, onlar da secde ettiler. Seni Cennet’e yerleştirdi. Rabbine varıp bizim için şefaat et! İçinde bulunduğumuz hâli, başımıza gelen derdi görmüyor musun?» diyecekler. O da: «–Bugün Rabbim çok gazaplı. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Rabbim o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin!» diyecek. Onlar da Hazret-i Nûh’a giderek: «–Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen rasûllerin ilkisin. Allah Teâlâ senin için “Çok şükreden kul”[19] demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefaat etmeyecek misin?» diyecekler. O da: «–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Benim bir duâm vardı; onu da kavmimin aleyhine kullandım. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim!
Siz başkasına gidin; İbrahim’e gidin!» diye karşılık verecek. Onlar da Hazret-i İbrahim’e giderek: «–Sen Allâh’ın Peygamberi’sin, yeryüzü halkı içinde Allâh’ın Halîli/dostu sensin. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler. O da şunları söyleyecek: «–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben vaktiyle üç târizli söz söylemiştim. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Mûsâ’ya gidin!» Onlar da Hazret-i Mûsâ’ya gelerek şöyle diyecekler: «–Ey Mûsâ! Sen Allâh’ın Rasûlü’sün. Allah Teâlâ, peygamberlik vermek ve konuşmak sûretiyle seni diğer insanlardan üstün kılmıştır. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?» O da: «–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben öldürülmesine dâir emir almadığım bir adamı hatâen öldürdüm. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Îsâ’ya gidin!» diyecek. Onlar da Hazret-i Îsâ’ya giderek: «–Ey Îsâ! Sen Allâh’ın Rasûlü, O’nun Meryem’e ilkā ettiği kelimesi ve O’nun yarattığı bir ruhsun. Sen daha beşikte iken insanlarla konuştun. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler.
Hazret-i Îsâ da: «–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır!» diyecek, ama bir günah zikretmeyecek. Sonra da, asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Muhammed’e gidin!» diyecek.”
Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hâdisenin devamını diğer bir rivâyette şöyle nakletmektedir: “Onlar da bana gelerek: «–Yâ Muhammed! Sen Allâh’ın Rasûlü ve Son Peygamber’sin. Allah Teâlâ, Sen’in gelmiş ve geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır.[20] Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler. Ben de yürüyüp Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım. (Bu secde tam bir hafta sürecek.)[21] Sonra Allah Teâlâ daha önce kimseye öğretmediği en güzel hamd ü senâları bana ilham edecek. (Onlarla uzun müddet hamd ü senâda bulunduktan sonra) Cenâb-ı Hak bana: «–Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! İste, istediğin Sana verilecek; şefaat et, şefaatin kabul edilecek!» buyuracak. Ben de başımı secdeden kaldıracağım ve: «–Yâ Rabbi! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbi! Ümmetimi kurtar! Yâ Rabbi! Ümmetimi bağışla!» diye yalvaracağım. O zaman bana: «–Yâ Muhammed! Ümmetinden hesâba çekilmeyecek olanları Cennet kapılarının en sağındaki Bâbü’l-Eymen’den içeri al! Onlar başkalarıyla beraber Cennet’in diğer kapılarından da gireceklerdir!» buyrulacak. Canımı kudretiyle yaşatan Allâh’a yemin ederim ki, Cennet kapılarının iki kanadı arasındaki mesafe, Mekke ile (Bahreyn’deki) Hecer veya Mekke ile (Suriye’deki) Busrâ arasındaki mesafe kadar geniştir.”[22]
Allah Resûlü başka bir rivâyette de şöyle buyurmuşlardır: “…Rabbimden şefaat için izin isterim. Bana izin verilir. Rabbimin huzûrunda durup O’na, şimdi bilmediğim şekilde hamd ederim. Bu hamd cümlelerini o vakit Allah Teâlâ bana ilham eder. Sonra O’nun için secdeye kapanırım. Bana: «‒Ey Muhammed! Başını kaldır ve söyle, sözün dinlenecek; iste, arzun yerine getirilecek; şefaat et, şefaatin kabul edilecek!» buyrulur. Ben de: «‒Yâ Rabbi! Ümmetim, ümmetim!» derim. Bana: «‒Git, kimin kalbinde buğday veya arpa tanesi ağırlığınca îman varsa onu Cehennem’den çıkar!» buyrulur. Ben de gider söyleneni yaparım. Sonra tekrar Rabbimin huzûruna dönüp O’na bu hamd cümleleri ile hamd ederim…”
Rasûlullah’ın ikinci mürâcaatında kendisine; “kalbinde hardal tanesi ağırlığınca”, üçüncü mürâcaatında ise “bir hardal tanesinden daha da az” miktarda îmânı olan kimseleri Cehennem’den çıkarması söylenecektir. (Bkz. Müslim, Îmân, 326, 322) Hadîs-i şerîflerde görüldüğü üzere kıyâmet gününün şiddet, eziyet ve korkularından kurtulmak için bütün insanlar bir kurtarıcı arayacaklardır. Lâkin uzandıkları bütün dalların birer birer ellerinde kaldığını hayret ve dehşetle seyredeceklerdir. Nihayet ümitlerinin tükenmeye başladığı bir sırada, o korkunç meydanda yegâne hatırı sayılacak kişinin İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğunu anlayacaklar ve O’na müracaat edeceklerdir.
Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onlara şefaat edip bu dehşetli korkulardan kurtulmalarına vesîle olacaktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlerin bile kendi nefsinin derdine düştüğü bir zamanda ümmetini düşünecek, sözüne değer verilecek ve duâsı kabul edilecek olan yegâne Sultan’dır. Bu sebeple Süleyman Çelebi şöyle seslenir: Merhabâ ey âsi ümmet melcei Merhabâ ey çaresizler eşfai Yani; “Merhaba ey günahkâr ümmetin ilticâ edeceği şefkat sığınağı! Merhaba ey çâresizlerin en büyük şefaatçisi!” Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kendi ümmetine daha husûsî şefaatleri de olacaktır. Nitekim bir defasında şöyle buyurmuşlardır: “Şefaatim, (öncelikle) ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 20-21/4739; Tirmizî, Kıyâmet, 11/2435-6; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, III, 213)
Bu hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz’in büyük günah işleyenlere şefaat edeceklerini ifâde buyurmaları, şefaatin yalnız onlara has olduğu mânâsına gelmemektedir. Elbette büyük günah işleyenler, şefaate en fazla ihtiyaç duyacak olanlardır. Fakat şefaatin pek çok çeşidi vardır. Bu sebeple Allâh’ın dilediği herkes, kendi hâliyle mütenâsip bir sûrette şefaatten hissedâr olacaktır. Öte yandan bu hadîs-i şerîf, bizleri aslâ rehâvete sevk etmemeli, kulluk vazifelerimizi ihmâle sebebiyet vermemelidir. Zira bizim küçük gördüğümüz, ehemmiyet vermediğimiz, yahut “nasıl olsa affedilir” diye düşündüğümüz bir davranış, Allah katında çok büyük bir günah olabilir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “…Hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur.” (en-Nûr, 15)
Bir hadîs-i şerîfte de, aç bırakmak sûretiyle bir kedinin ölümüne sebep olan kadının Cehennem’e dûçâr olduğu bildirilmiştir.[23] Tabiî ki bunun aksi de mümkündür. Yani küçük olarak gördüğümüz bir hayır, belki Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve rahmetine ermemize vesîle olabilir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi, su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün; bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyor. Adam kendi kendine: «−Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip bir vicdan muhâsebesi yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Adamın bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnud oldu ve onu bağışladı.” Sahâbîler: “−Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı?” dediler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “−Her canlı sebebiyle sevap vardır.” buyurdu. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Adamın biri, yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve «Allâh’a yemin ederim ki, bunu müslümanları rahatsız etmemesi için buradan kaldıracağım.» dedi (kaldırdı ve) bu yüzden Cennet’e konuldu.” (Müslim, Birr, 128) Dolayısıyla, elimizden geldiği kadar bütün günahlardan sakınmalı ve büyük-küçük demeden her hayrı îfâya gayret göstermeliyiz. Cenâb-ı Hakk’ın; “…Rabbinin Sen’i övgüye değer bir makâma göndereceğini umabilirsin!” (el-İsrâ, 79) âyetinde zikrettiği “Makâm-ı Mahmûd”, büyük şefaat yetkisidir. Yukarıdaki hadîs-i şerîfte zikredildiği üzere o makam, sadece Âlemler Sultânı Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e mahsustur. O zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in elinde Livâü’l-Hamd (Hamd Sancağı) bulunacak, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da dâhil olmak üzere bütün peygamberler, bu sancağın altında toplanacaklardır.[24]
Şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’den önce şefaat etmeleri için kendilerine başvurulan peygamberlerin, şahsî zellelerinden bahsederek kendilerini şefaat etmeye lâyık görmemeleri, hem yüksek edep ve tevâzularının bir göstergesidir, hem de şefaatin derece derece olduğunun, en büyük şefaat yetkisinin de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de bulunduğunun bir ifâdesidir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk’ın izin vermesiyle diğer peygamberler de şefaat edeceklerdir.
Yine Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine üç makbul duâ hakkı verdiğini ifâde buyurmuş, sonra da sözlerine şöyle devam etmişlerdir: “…Bunun üzerine ben: «Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle! Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle!» diye duâ ettim. Üçüncü isteğimi de bütün mahlûkâtın, hattâ İbrahim -aleyhisselâm-’ın bile bana muhtaç olacağı ve benden şefaat dileyeceği güne bıraktım.” (Müslim, Müsâfirîn, 273)
Bütün bu hakîkatlere rağmen bazı kimseler, Allah’tan başka kimsenin şefaat edemeyeceğini söyleyerek, ne kadar sahih olursa olsun, şefaat konusundaki hadislerden sarf-ı nazar ederek bunları kabule yanaşmamaktadırlar. Hâlbuki birçok âyette Allah Teâlâ’nın izin verdiklerinin şefaat edebileceği açıkça beyân edilmiştir. Meselâ: “…İzni olmadan O’nun huzûrunda kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255) “…Onun izni olmadan hiçbir şefaatçi şefaat edemez…” (Yûnus, 3) “Rahmân nezdinde söz ve izin alandan başka hiçbirinin şefaate gücü yetmeyecektir.” (Meryem, 87) “Allâh’ın huzûrunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Sebe’, 23) âyetleri bunu göstermektedir. Özellikle de; “O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 109) âyet-i kerîmesi, Allâh’ın izniyle şefaatin hak olduğunu gösteren bâriz bir delildir.
5. SEMÂ EHLİNİN YERYÜZÜNE İNMESİ
Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefaati ile artık Mahşer meydanındaki korku ve sıkıntı dolu bekleyiş sona erecek ve hesap görülmeye başlanacaktır. Bunun için semâ ehli, bir rivâyete göre kulların amel defterleriyle birlikte[25] yeryüzüne inip onların etrafını kuşatmaya başlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.” (el-Furkân, 25) “İşte o gün, gerçek mülk (hükümranlık) çok merhametli olan Allâh’ındır. Kâfirler için de pek çetin bir gündür o.” (el-Furkân, 26)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- bu âyet-i kerîmeleri tilâvet ettikten sonra, bu büyük hâdisenin nasıl vukū bulacağını şöyle nakletmiştir: “Dünyanın semâsı yarılır ve bütün katlardaki melekler yere iner. Birinci kat semânın ehli iner; onlar yeryüzündeki cinlerden ve insanlardan daha fazladır. Dünya halkı onlara: «‒Rabbimiz aranızda mı?» diye sorarlar. Onlar da: «–Hayır!» derler. Sonra ikinci kat semânın ehli iner. Onlar da birinci kat semânın ve yeryüzü ehlinin hepsinden daha çoktur. Yeryüzü halkı: «‒Rabbimiz aranızda mı?» diye sorarlar. Onlar da: «–Hayır!» derler… Bu şekilde yedinci kat semâya kadar bütün melekler sırayla iner ve saf saf dizilirler.[26] Her katta bulunan melekler, kendilerinden önce inen ve yeryüzünde bulunanların tamamından daha fazladır.” (Hâkim, IV, 613/8699)
6. CENÂB-I HAKK’IN TECELLÎ ETMESİ
Semâ ehlinin yeryüzüne nüzûlünden sonra Cenâb-ı Hak -sübhânehû ve teâlâ- tecellî eder. Bu esnâda bütün ümmetler ve melekler saf saf dizilmiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmuştur: “Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allâh’ın (emrinin) ve meleklerinin gelmesini[27] mi beklerler? Hâlbuki o zaman iş bitirilmiş olur. Bütün işler yalnızca Allâh’a döndürülür.” (el-Bakara, 210) “Yeryüzü, Rabbinin nûru ile aydınlanır, kitap konulur, peygamberler ve şahitler getirilir ve aralarında hakkâniyetle hüküm verilir. Onlara aslâ zulmedilmez.” (ez-Zümer, 69) Bir diğer âyet-i kerîmede ise, o zor ve dehşet verici kıyâmet gününden bir sahne, bizlere şöyle nakledilmektedir: “Yeryüzü parça parça döküldüğü, Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır).” (el-Fecr, 21-22) Hadîs-i şerîfte kulların, Cenâb-ı Hak tecellî ettiğinde, O’nun heybet, kudret ve azametine dayanamayarak düşüp bayılacakları haber verilmektedir. İlk olarak kendine gelecek olan da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.[28]
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i minberin üzerinde şöyle buyururlarken gördüm: «Allah -azze ve celle- semâları ve yerleri dürüp toplayarak iki eline alacak ve: “Allah benim! Melik benim! Nerede yeryüzü melikleri? Nerede cebbârlar, nerede mütekebbirler?!” buyuracak.» Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları söylerken mübârek parmaklarını yumup açıyorlardı. O esnâda minbere baktım; kökünden sallanıyordu. Öyle ki kendi kendime; «Minber devrilerek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i düşürür mü?!» diye endişeleniyordum.” (Bkz. Müslim, Münâfikûn, 23-26)
O gün insanların saflar hâlinde dizilerek huzûr-i ilâhîye arz edileceği, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir: “Hepsi de saf saf Rabbinin huzûruna arz edilmişlerdir. (Onlara:) «Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi huzûrumuza geldiniz. Hâlbuki size vaad edilen şeylerin tahakkuk edeceği bir zaman tâyin etmediğimizi sanmıştınız, değil mi?» (denir.)” (el-Kehf, 48) Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede, kullarının bir gün Allâh’ın huzûruna dönüp gelecekleri hususunda dünya hayatındayken sergiledikleri büyük gafleti de ifâde etmiş olmaktadır. Lâkin artık her şey bitmiş olduğundan, orada pişmanlığın hiçbir faydası olmayacaktır!
7. HESAPSIZ CENNETE GİRECEK OLANLAR
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, ebedî olan Cennet yurduna bazı kimselerin sorgu ve suâlin sıkıntısını yaşamadan gireceklerini şöyle haber vermişlerdir: “Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesap ve azap görmeden Cennet’e koyacağını vaad etti. Aynı zamanda her bin kişiyle birlikte yetmiş bin kişi ve Rabbimin avucuyla üç avuç dolusu[29] kişinin daha Cennet’e gireceğini vaad etti.” (Tirmizî, Kıyâmet, 12/2437; İbn-i Mâce, Zühd, 34; Ahmed, V, 250) Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise, vatanın muhâfazası için sınırlarda nöbet tutmanın ne büyük bir ecir olduğunu ve bu esnâda vefât eden kimsenin nâil olacağı mükâfâtı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bildirmişlerdir: “Bir gün ve bir gece hudut nöbeti tutmak; gündüzü oruçla, gecesi ibadetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet kişi, bu nöbet esnâsında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevâbı kıyâmete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder (Cennet’te rızıklandırılır) ve kabirdeki sual meleklerinden emniyette olur/hesâbın sıkıntısını çekmez.” (Müslim, İmâre, 163)[30]
Ashâb-ı kirâmdan biri, bir defasında: “‒Yâ Rasûlâllah! Neden mü’minler kabirlerinde meleklerin sualleriyle imtihan ediliyor da şehid bundan istisnâ ediliyor?” diye sormuştu. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu suâli: “‒Başının üzerindeki kılıç parıltıları imtihan olarak ona yeter!” buyurarak cevapladılar. (Nesâî, Cenâiz, 112/2051) Yani kılıçların karşısında sebât etmesi ve canını Allah yolunda bezletmekten çekinmemesi, onun îmânına delil olarak kâfîdir; bundan başka bir imtihan ve suâle ihtiyaç yoktur. Şehid olmayan mü’minlerin ise bir îman imtihanından geçmeleri gerekmektedir. Ayrıca Allah indinde şehidliğin en mühim şartı “ihlâs”tır. Şehidlik, ivazsız garazsız, hasbeten lillâh, yani sırf Allah Teâlâ’nın rızâsı için olduğu takdirde hesapsız olarak Cennet’e giriş vizesidir. Bu sebeple sadece; “Allâh’ın dîni yüce olsun, Allâh’ın dîninin hür bir şekilde yaşanacağı vatan toprakları düşman ayakları altında çiğnenmesin, semâlarımızda ezanlar dinmesin, İslâm’ın hilâlini taşıyan sancağımız inmesin, mâbedimin göğsüne nâmahrem eli değmesin” diye ulvî bir gâye uğrunda gayret edenler şehid olabilirler. Yoksa mal, mülk, şöhret veya kuru bir kahramanlık gibi dünyevî maksatlarla hareket ederken ölen kimselerin şehid sayılmayacağı, bir hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmektedir.[31]
Yani hesapsız olarak Cennet’e girebilecek olan şehidler, fânîlerden herhangi bir iltifat veya menfaat görmeyi umanlar değil, ecirlerini yalnızca Allah’tan bekleyen ihlâslı mü’minlerdir. Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kullar hesap için durduğunda, kılıçlarını boyunlarına koymuş ve yaralarından kan damlayan bir grup gelir ve Cennet’in kapısının önünde toplanırlar. «‒Bunlar kimlerdir?» diye sorulur. «‒Bunlar şehidlerdir. Aslında onlar ölmemişlerdi, hayatta idiler ve Allah tarafından rızıklandırılıyorlardı!» denilir. Sonra bir münâdî: «‒Ecri Allâh’a âit olanlar kalksın ve Cennet’e girsin!» diye nidâ eder. İkinci defa: «‒Ecri Allâh’a âit olanlar kalksın ve Cennet’e girsin!» der. İnsanlar: «‒Ecri Allah Teâlâ’ya âit olanlar kimlerdir?» diye sorarlar. «‒İnsanları affedenler!» diye cevap verilir. Sonra münâdî üçüncü defa nidâ ederek: «‒Ecri Allâh’a âit olanlar kalksın ve Cennet’e girsin!» der. Bunun üzerine şu kadar bin kişi kalkar ve hesâba çekilmeden Cennet’e girer.” (Taberânî, Evsat, II, 285; Heysemî, X, 411)
Nitekim bu kimseler hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Fakat her kim affedip aralarını ıslâh ederse onun ecri Allâh’a âittir. Şüphesiz O, zâlimleri aslâ sevmez.” (eş-Şûrâ, 40) Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Bütün ümmetler bana arz edilip gösterildi. Bir peygamber önümden geçmeye başladı; yanında bir ümmet vardı. Bir peygamber geçti; yanında bir topluluk vardı. Bir peygamber geçti; yanında on kişi vardı. Bir peygamber geçti; yanında beş kişi vardı. Bir peygamber geçti; yalnız başınaydı. Sonra bir de baktım ki büyük bir kalabalık… «‒Ey Cibrîl! Bunlar benim ümmetim mi?» diye sordum. O ise: «‒Hayır, lâkin şu ufka bak!» dedi. Oraya bakınca çok büyük bir kalabalık gördüm. Cibrîl -aleyhisselâm-: «‒İşte bunlar Sen’in ümmetindir. Onların önünde bulunan şu yetmiş bin kişiye ne hesap vardır ne de azap!» dedi. Ben: «‒Niçin?» diye sordum. Cibrîl -aleyhisselâm-: «‒Çünkü onlar;
Ateşle dağlayarak tedavi olmaya çalışmazlar, Birinden kendilerine rukye (okuyarak tedavi) yapmasını istemezler,[32] Uğursuzluk inancı taşımazlar, Onlar ancak Rab’lerine tevekkül ederler!» dedi.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu söyleyince Ukkâşe bin Mıhsân -radıyallâhu anh- hemen ayağa kalktı ve: “‒(Yâ Rasûlâllah!) Beni onlardan kılması için Allâh’a duâ ediver!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “‒Allâh’ım! Bunu onlardan kıl!” diye duâ ettiler. Sonra başka bir sahâbî daha kalkıp: “‒Beni de onlardan kılması için Allâh’a duâ ediver!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “‒Ukkâşe bu hususta seni geçti!” buyurdular. (Buhârî, Rikāk, 50; Müslim, Îmân, 367-374) Diğer bir rivâyette “sihir yapmayan ve yaptırmayan”lar da zikredilmektedir.[33]
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hesapsız olarak Cennet’e girecek olan diğer mü’minleri de şöyle haber vermişlerdir: “Kıyâmet günü insanlar düz bir arâzide toplanırlar. Bakıldığında hepsini de görmek mümkündür, biri seslendiğinde sesini hepsine de işittirebilir. O gün bir münâdî üç defa: «‒Bugün herkes asıl değerli insanların kim olduğunu bilecek!» diye nidâ ettikten sonra: «‒Nerede korku ve ümitle Rab’lerine yalvarmak üzere (teheccüde kalktıkları için) vücutları yataklardan uzak kalan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda infâk edenler?[34] Nerede o ticaretin ve alış-verişin kendilerini Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlar?»[35] Daha sonra yine bir münâdî: «‒Bugün herkes en değerli insanların kim olduğunu öğrenecek!» diye nidâ ettikten sonra: «‒Nerede Rab’lerine çok çok hamd eden Hammâdûn!» diye nidâ eder.” (Hâkim, Müstedrek, II, 433/3508; Beyhakî, Şuab, IV, 539) Velhâsıl, yukarıdaki âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ışığında, hesâba çekilmeden Cennet’e girecek bahtiyarların şu kimseler olduğunu söylemek mümkündür:
1. Allah Teâlâ’ya tevekkülü tam olanlar,
2. Uğursuzluğa inanmayanlar,
3. Sihir yapmayan ve yaptırmayanlar,
4. Dağlama yaptırmayanlar,
5. Şehidler,
6. Affı sevenler,
7. Teheccüde kalkanlar,[36]
8. Allah Teâlâ’nın yolunda ihlâsla infâk edenler,
9. Cenâb-ı Hakk’ı çok çok zikreden, O’na devamlı hamd eden ve bu sebeple ecirleri Allâh’a âit olan mü’minlerdir.
8. HESAPSIZ CEHENNEM’E GİRECEK OLANLAR
Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî af ve mağfiretinin bir tecellîsi olarak hesapsız bir sûrette Cennet’e gireceklerin yanında, bir de hesâba çekilmesine bile gerek duyulmadan Cehennem’e atılacak olanlar vardır. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kıyâmet günü Cehennem’den boyun (şeklinde bir ateş parçası) çıkar. Onun, gören iki gözü, işiten iki kulağı ve konuşan bir dili vardır. Şöyle der: «‒Ben üç sınıf kişiyi (alıp Cehennem’e atmak üzere) vekil tayin edildim: Bütün inatçı, zorba ve zâlimler, Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet edenler ve bir de sûret (el ile çizilen resim ve heykel)[37] yapanlar.»” (Tirmizî, Cehennem, 1/2574; Ahmed, II, 336; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 51/34141)
Cehennem’den çıkan boyun şeklindeki ateş parçası, bunları söyledikten sonra, tıpkı kuşun susam tanelerini yerden toplaması gibi onları saflar arasından tek tek alıp Cehennem’e atar. (İbnü’l-Mübârek, ez-Zühd, II, 101) Âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere, o dehşetli kıyâmet gününde; “Haydi, ayrılın bugün ey mücrimler!” (Yâsîn, 59) hitâbı gelecektir ki, burada zikredilen “mücrimler” ifâdesinden maksat; mütekebbirler, Allâh’ı inkâr edenler, münâfıklar ve müşriklerdir. İşte bu dört grup kimse, Cehennem’den hiç çıkamayacak olanlardır.
İsmail Hakkı Bursevî, bu âyet-i kerîmeye dâir şu îzahlarda bulunmaktadır: “Allah Teâlâ Mahşer’de ve yeniden diriltilme sırasında mü’minin yüzünün ak, kâfirin yüzünün siyah olmasıyla; mü’minin kitabının sağından, kâfirin kitabının solundan verilmesiyle; mü’minin sevap mîzânının ağır, kâfirin hafif gelmesiyle; mü’minin nur, kâfirin zulmet içinde olmasıyla; mü’minin ayağının Sırat’ta sâbit, kâfirin ayağının Sırat’tan kaymasıyla ve daha diğer hususlarla (mutlakâ) mü’minin kâfirden ayrılacağına işaret etmektedir.” (Rûhu’l-Beyân, c. 16, sf. 383) Nitekim bu hakikat, bir diğer âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilmektedir: “O saat (kıyâmet) geldiğinde, işte o gün (mü’minlerle kâfirler) birbirlerinden ayrılırlar.” (er-Rûm, 14)
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle demiştir: “Dünyada beraber bulunmuş olsalar da kıyâmet gününde (mü’minler, kâfirlerden) mutlakâ ayrılacaklardır. Mü’minler, a‘lâ-yı illiyyîn (yani yücelerin yücesin)de, kâfirler ise esfel-i sâfilîn (yani aşağıların aşağısın)da olacaktır. Biri vuslat mertebesinde, diğeriyse firkat derekesinde bulunacaktır. Vuslat mertebesinde olan, muhabbet tahtında; firkat derekesinde olan ise mihnet ve sıkıntı hasırı üzerindedir. Birincisine türlü türlü sevap, diğerine ise çeşit çeşit cezâ vardır. Topluluğun biri devlet ve saâdete ermiş, naz ve nîmet içindedir; diğer topluluk ise ayrılık ateşinde erimektedir.” (Rûhu’l-Beyân, c. 15, sf. 35)
Cehenneme Kaç Kişi Gire
KAYNAK :
https://www.islamveihsan.com/ahiret-hayatinin-evreleri-nelerdir.html